FIKH-I EKBER
Aliyyül Kari Şerhi
Tercüme :Yunus Vehbi Yavuz
Öldükten Sonra Dirilmeye İman. 20
Öldükten Sonra Hesap Günü : 21
Allah’ın Konuşması Nasıl Olur? : 24
Meleklere Îman :
Allah’ın meleklerine şöyle inanırız: Allah’ın emrine karşı gelmezler, emrini yerine getirirler. Melekler günah işlemekten korunmuşturlar, erkeklik dişilik sıfatlarından beridirler. Cenabı Allah Kur’an-ı Kerîmde melekleri dişilikle vasıflayarak Allah’ın kızlarıdır, diyenleri reddediyor; şöyle buyuruyor: .
“Onlar, Rahman olan Allah’ın kulları olan melekleri de dişi yaptılar.hakikaten kafirler resimlerinde dahi melekleri dişi olarak resmederler. Yaratılışlarına şahit mi idiler? Onların şahitliklerini yazacağız, onlar Kıyamete kadar sorumlu tutulacaklardır.” [38]
أَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَنِينَ , مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
“Yoksa Allah kızları oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size, nasıl böyle hüküm veriyorsunuz.” [39]Aslında bu ayeti bugün kadın egemen toplum oluşturmaya çalışanaları demek lazım.Kuran’da hiçbir ayet olmasa sırf bu ayetten bile çıkarım yapılarak erkeğin üstünlüğü ve hakimiyeti çıkarılabilir.
“Cevâhir’ul-Usûl” adlı kitapta şöyle zikrediliyor: Melekler için cennet nimetleri ve Allah’ı görme nimetinden nasib yoktur. Konevî’nin “Umdet’ün-Nesefi” Şerhinde de böyle yazılmaktadır. Bu kitaplarda yine meleklerin her şekle girebilen havaî latif bir cisme sahib oldukları, ikişer, üçer, dörder kanatları bulunduğu da zikrediliyor. Meskenleri göklerdir. Müslümanların çoğunluğunun görüşü de böyledir.
Kitaplara İman:
Allah’ın kitaplarına iman konusunda Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan gibi adet tayin etmeksizin Allah katından indirilen bütün kitaplara iman etmek gerekir.
Peygamberlere İman:
Peygamberlere iman ederken Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanmak lâzımdır. Kendine bir kitap veya sayfa verilsin, yahut verilmesin, bütün peygamberleri içine alacak şekilde inanmak şarttır. İmam Âzam yukarıdaki ifadesinde “Resul” kelimesini “Nebi”ye eş anlamlı olarak kullanmıştır. Feth’ul-Kadîr sahibi İbn-i Humam da bu görüşü benimsemiştir. Ancak Cumhura göre, Resul kelimesi Nebi kelimesinden daha hususî bir manâ taşır, Peygamberlere iman ederken belli bir sayı tâyin etmeyiz. Zira sayı tayin edince peygamber olmayanı peygamber yapmak ihtimali olabilir. Yahut peygamber olduğu halde sayıdan çıkarılarak peygamberliğine inanılmayanlar da bulunabilir. İman esaslarındaki tertib, meleklerin kitapları Peygamberlere getiren kişiler olmaları itibariyledir. Yoksa kitaplar ve peygamberler, meleklerden daha faziletlidirler.
Öldükten Sonra Dirilmeye İman
Öldükten sonra dirilmekten maksat, başlangıçtaki şekil ve varlık yok olduktan sonra yeniden var olmaktır. Öldükten sonra dirilmenin delili şu âyet-i kerimelerdir:
“Sonra sizler, şüphesiz Kıyamet gününde diriltileceksiniz.” [40]
“O (inkarcı) insan görmedi mi ki biz onu bir damla sudan nasıl yarattık. Şimdi de aşikâr bir mücadeleci kesildi”.
“Bir damla sudan yaratılışını unutarak bize bir de misal getirdi: Bu kemikleri dağılıp çürümüşken kim diriltir? dedi.”
“Ey Resulüm! De ki, onları ilk defa yaratan diriltir ve o, her yaratılanı tamamı ile bilir.” [41]
“El-Makâsıd” adlı kitapta şöyle deniliyor: Öldükten sonra dirilmeye inanmak dinin zarurî saydığı inanç esaslarındandir, inkârı ise kesinlikle küfürdür.
Tanasuh’a itiraz
Öldükten sonra dirilme hâdisesine şöyle itiraz edilebilir: Öldükten sonra dirilmeye inanmak, tenasuh’a, yani ruhun bir bedenden başka bir bedene intikaline hükmetmektir. Çünkü ikinci beden ilk beden değildir. Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
“Cennet ehli tüysüz, sakalsızdır. Gençleri ihtiyarlamaz, elbiseleri eskimez.” [42]Burda şöyle bir itiraz gelebilir. Sakal bırakmıyoruz cennet ehli gibi takılıyoruz. Bu iddia şarap içiyoruz cennet ehli gibi demeye benzer. Çıplak geziyoruz cennet ehli vs gibi saça bir iddia olur.
“Cehennemlik birinin sırtı Uhud dağı gibidir.” [43]
Öldükten sonra dirilme ve cesetlerin haşri ile hükmetmek üzerine Celâleddin er-Rûmî(Mevlana heral) şöyle diyor:
“Tenasüh inancının yerleşmediği hiçbir mezhep yoktur.”
Bu itiraza şöyle cevap veririz : İkinci beden, ilk bedenin aslî cüzlerinden yaratılmış olmasaydı o zaman belki tenasüh olabilirdi. Eğer bu inanca yâni cesetlerin haşri inancına tenasüh adı verilecek olursa, bu yalnız isim üzerine bir münakaşa olur. Esas tenasühün tarifi, Tenasuha inananlara göre şöyledir: Tenasüh, ruhların âhirette değil dünyada şahıslara iadesidir. Zira Tenasüh inancına sahib olanlar Cennet ve Cehennemi ve âhirete ait diğer işleri inkâr ediyorlar. Bu sebepten bu inançta olanlar tekfir edilmişlerdir. Cenabı Hak’kın:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri yarın ateşe atacağız. Onların derileri piştikçe, azabı duysunlar diye kendilerine, derilerinden başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah, gerçekten Azizdir, Hakimdir.” [44]
Buyruğunun, hissî lezzetlerle mükâfatlandırılacak, cismanî ızdırap ve acılarla cezalandırılacak olan kimsenin, Allah’a itaat eden ve kötülüğü irtikap edenlerden başkası olduğunu ifade ettiği söylenemez. Zira biz deriz ki: öldükten sonra dirilmede cismanî ve hissi olarak tat ve acıları duymada itibar edilen husus bu işi anlamaktır. Acı yahut lezzet tatmak ise ancak ruhun tâalluku ile olabilir. Velev ki alet vasıtasiyle olsun. Vücudun aletleri ise aynen bakidir, bedenin diğer asli parçaları da öyle. Bu sebeple çocukluk çağında görülen ve bir çocuk için ihtiyarlık anında şekil ve görünüşü hatta birçok azası ve aleti değişse de, çocukluktaki insanın aynı olduğu rahatlıkla söylenir. Gençlik çağında cinayet işleyip yaşlanınca cezaya çarptırılan bir kimse için, gençliğinde suçu işleyen kimse değildir, denilemez. İşte Hadis-i şerifte belirtilen: “Kâfirin sırtının Uhud dağı kadar büyümesi”, azalarından bir şişme meydana gelmesi gibidir. Parçalar aynı parçalardır.
“Şerh’ül-Mevâkıf”ta şöyle deniliyor: insandaki asıl parçalar, ömrün başından sonuna kadar devam eden parçalardır. Bâzı âlimler de demişlerdir ki: insan vücudunun asıl cüzleri, yaratılışın başlangıcında hâsıl olan cüzlerdir. Yaratılışın başlangıcı, ruhların cesetlere tâalluk etmeğe başladığı zamandır.
Öldükten sonra dirilmede bedenin asıl cüzlerine itibar edildiği hususunda zikrettiğimiz görüş ile cesedlerin bütün cüzleri ile öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin öldükten sonra haşri inkar sadedinde söyledikleri söz itibardan düşmüştür. Haşir ise ancak her şeyden evvel ömrün evvelinden sonuna kadar cesetlerin bütün cüzleri ile olur. Hatta öyle ki, iade mânasını gerçekleştirmek için Cenabı Allah sünnet yerinden kesilen et parçası ile tırnaklardan, saçlardan kesilenler, dişlerden çıkarılanlar ve benzeri vücudun ilk yaratılışında var olan bütün cüzleri iade edecektir. Sonra Cenabı Allah kemmiyet, keyfiyet ve şekil bakımından iradesinin taallûk ettiğince dilediğini bırakacak, dilediğini yok edecektir. Sonra bilmiş ol ki Cenabı Allah akıllıları dirilteceği gibi, delileri, çocukları, cin ve şeytanları, hayvanları, haşereleri ve kuşları da diriltecektir. Çünkü bu hususta hadîs-i şerif vardır. Azası henüz tamamlanmamış bulunan düşük çocuklar diriltilecek mi? İmam Âzam Ebû Hanife’den rivayet edildiğine göre, düşük çocuğa ruh verilmişse diriltilecektir, ruh verilmeden düşmüşse diriltilmeyecektir. Doğru olan görüş de budur. Zira Allah’a yakın olan muttaki âlimlerin mezhebi, haşrin ruh ve cesedden meydana geleceğidir. Konevi’nin görüşü ise şöyledir: Kendisi şöyle diyor: bizim âlimlerimizin mezhebinin gereği şudur. Çocuğun azalarından bir kısmı belli olmuşsa dirilecektir. Bu görüş Şâbî ve İbn-i Şîrin’in görüşü olup reddedilmiştir. Zira bu hüküm fıkhî bir hükümdür. Bu hüküm üzerine dünyevî bazı hükümler terettüp eder. (Miras gibi). Âhirete ait haller buna kıyas edilemez.Burada şarih Aliyuyyul Kari’nin Konevinin görüşlerini çürütüyor. Bu Konevi Akidetut Tahaviyye’yi de şerh etmiş olan Cemâluddin Ebu’s-Senâ Mahmud b. Ahmed b. Mesud el-Konevî ed-Dımeşkî42 (ö. 770/1369)’dir.
Kadere İman:
Kadere inanmak iman esaslarındandır. Hayrın faydasının, şerrin zararının Allah’tan olduğuna inanmak da kadere imana dahildir. Acının acılığı, tatlının tatlılığı, hayrın faydası, şerrin zararı hep Allah’tandır. Kader değişmez. Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermek gerekir. Kader, fayda, zarar, güzellik, çirkinlik ve bunları kaplayan zaman ve mekânla bunlar üzerine terettüp eden sevap ve azab cinsinden yaratıkların hepsini bulunduğu durumda tayin etmektir, İmam Âzam, Hz. Peygamber’e uyarak Kelime-i Şehadetin şamil bulunduğu icmali, imanı anlatmamış olsa gerektir. Peygamber’e Cebrail aleyhisselam, imandan sorunca bu kadar (yani altı iman esası) ile cevap vermişti. imam Âzam da Hz. Peygamber’e uyarak aynı esasları kabul etmiştir. Ancak İmam Âzam yukarıdaki metinde âhiret gününe iman sözü yerine “öldükten sonra dirilmek” ifadesini kullanmıştır. Bu ifade ile kabirdeki hayatı da içine almıştır. Sonra ben başka bir nüshada “Âhiret günü” ifadesi ile “öldükten sonra dirilmek” ifadesini birleştirdiğini gördüm. İmam Âzam’m bu iki ifadeyi birleştirmesi ile, öldükten sonra dirilmekten, kabirde dirilmek mânası kasd edildiği, yahut “âhiret günü” ile Kıyamete ait bütün halleri, ölümden sonraki sevap ve azap hallerini kasdettiği ortaya çıkmıştır.
Sonra İmam Âzam âhirete ait hallerden haşir neşir için dirilmeyi tahsis etmiştir. Çünkü bu bahis, kâfirlerin ilk münakaşaya girdik konudur. Tafsili imanın esaslarını ihtiva etmektedir. Bu şekilde İmam Azam kitabının başında, sonradan tafsilatlı olarak açılayacağı hususları kısaca sana tenbih etmeyi istemiştir.
Öldükten Sonra Hesap Günü :
Hesab, amellerin tartılması Cennet ve cehennemin varlığı haktır. Kametin, duraklarından olan Sırat, havuz ve diğerlerinin varlığı da haktır.
Allah’ın Birliği :
İmanı Âzam buraya kadar imanın esaslarını açıkladıktan sonra esas Tevhid’in mânasını bütün açıklığı ile izah etti ve şöyle dedi.
“Allahu Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği sayı cihetinden değil, ortağı bulunmamak yönündendir.”
Birliğinin sayı cihetine inhisar etmemesi, kendinden sonra bir varedicinin bulunduğu vehmini ortadan kaldırmak içindir. Zira adet mânası üzerinde düşünülünce, başka sayılar da akla gelir. Halbuki Cenabı Allah zatında, sıfatında eşi, benzeri ve ortağı yoktur, Allah’ın varlığı ve birliğine Kur’an-ı Kerîm’den delil İhlâs süresidir. Cenabı Allah İhlâs sûresinde şöyle buyuruyor:
“De ki: Allah birdir. Allah kimseye muhtaç değildir. Doğmamıştır. Doğurmamıştır. Kendisine hiç kimse emsal olmamıştır.” [45]
Yâni Allah Zatında ve sıfatında tektir, herkes ona muhtaçtır. O, kimseye muhtaç değildir, sonradan var olan yaratıkların mahalli değildir, sonradan yaratılmış da değildir. Hiç bir varlık kendisine denk olamaz. Burada Mekke kâfirlerine reddiye vardır. Onlar şöyle demişlerdi: “Melekler Allah’ın kızlarıdır”. “Allah doğurmamıştır,” ifadesiyle bu inanç yıkılmıştır. Yahudilere de reddiye vardır. Yahudiler de şöyle demişlerdi:
“Uzeyr, Allah’ın oğludur.” Yani Allah’ın oğlu da yoktur, kızı da. “O doğmamıştır, doğurmamıştır.” Hıristiyanlara da reddiye vardır. Hıristiyanlar:
“Mesih, Allah’ın oğludur, anası da eşidir,” demişlerdi. Kur’an-ı Kerim’de cinlerin müminlerinden hikâyeten şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu rabbimizin şanı çok yücedir; ne eş edinmiştir, ne de çocuk.” [46]
Yâni eş ve çocuk edinmek mecaz yolu ile de olsa, Allah hakkında düşünülemez. Gerçekten olması ise zaten mümkün değildir.
Hâsılı bu âlemin yaratıcısı birdir, eşsizdir. Zira Vâcib’ul-Vücûd’un mânasının ancak çeşitli kemal sıfatları ile vasıflanan tek ve eşsiz bir zat üzerinde tasdik edilmesi ile mümkün olabilir. Nitekim Cenabı Allah da şöyle buyuruyor:
“Yerde, gökte Allah’tan başka farz edilen başka ilâhlar bulunsa, yer ile gök düzeni bozulurdu.” [47]
Bu âyetten istifade edilerek Burhan-i Temânü diye adlandırılan bir delil ortaya çıkmıştır. Bunun takriri şöyledir:
Burhan-i Temânü:
Eğer iki ilahın varlığı mümkün görülürse, aralarında çekişme ve çatışma da mümkün olur. Şöyle ki, biri meselâ: Zeyd’in hareket etmesini, diğeri ise hareket etmemesini, durmasını isteyebilirdi. Zira bu iki durumdan her biri de mümkün olan şeylerdir. Yine iradenin bu iki işten birine taalluk etmesi de haddizatında yine mümkündür. Çünkü bu iki irade arasında bir tezat yoktur. Belki tezat istenilen iki ayrı şeydedir. O takdirde ya istenilen iki iş de olacaktır, ki o zaman iki zıddın toplanması lâzım gelir. Yahut ikisi de olmayacak, belki biri vuku’ bulacaktır. O zaman da iki ilahtan birinin âciz olması gerekecektir. Acizlik ise yaratıcı olmamanın, sonradan yaratılmış olmanın işaretidir. Çünkü acizlikte ihtiyaç şaibesi vardır. İlahların birkaç tane olması, muhali gerektiren çatışmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla ilahların birkaç tane olması da mümkün değildir. Bu açıklama aşağıda söylenen sözün de tefsiridir: Varlığı farz edilen ilahlardan biri eğer diğerine karşı gelmeye gücü yetmezse, ötekinin âciz olması lâzım gelir; gücü yeterse diğerinin ilah olmaması ve âciz olması gerekir. Yukarıda zikrettiğimiz açıklamalarla, iki ilâhın çatışmadan ittifak etmelerinin mümkün olduğu yolunda söylenen söz de reddedilmiş oluyor.
Allâme Tafazânî’nin: “Mezkûr âyet, iknaî bir delildir” sözü şu demektir: yâni ilk bakışta iknai delil olduğu zannedilir, demektir. Bu zan, bilgi hasıl olduktan sonra zail olur. Âyetin hükmünün gereği olan mulâzemet, yâni iki ilahın var olduğunun farzedilmesinden yer ile göğün fesada uğramasının lâzım gelmesi, zannî delillere lâyık olduğu vech ile adettir. Zira hakimler birkaç tane olunca, çekişme ve galebenin varlığı adeti geçerlidir. Nitekim Cenabı Allah buna bir âyette işaret ederek şöyle buyuruyor:
“Allah hiç bir evlât edinmemiştir, ona ortak hiç bir ilâh da yoktur. Eğer böyle olsaydı her ilâh kendi yarattığını götürür, bazısı üzerine üstün gelirdi. Allah Teâlâ, onların vasıfladıkları şirkten münezzehtir [48]
Gazali, İbn-i Humam ve Beydavi gibi araştırıcı alimler mezkur Temanü’ âyetinin iknaî olması ile yetinmeyerek onu kesin hakikatlerden saydılar. Belki, bu ayetin iknaî delil olduğunu söyleyenin kâfir olacağını bile söyleyenler vardır. Bu mesele hakkında kelam kitaplarında yeterince bilgi verilmiştir.
Sonra bil ki, âyetteki “lev” kelimesi “lintifaissani Iintifâil-evvel” kaidesince, birinci kısım olan şartın bulunmayışından dolayı ikinci kısım olan cevabın bulunmamasını ifade etmez. Yâni yer ile gök fesada uğramadığına göre, Allah Teâlâ birdir. Belki burada lev kelimesi zaman tâyinine delâlet etmeksizin şartın bulunmaması üzerine cezanın da bulunmamasını gerektirir. Yâni Allah bir olduğu için yer ile gök bozulmamıştır. Çünkü lev harfi bazı yerlerde bu mânada da kullanılır.(Cenabı Allah yarattığı şeylerden hiç birine benzemez.)
Çünkü Cenabı Allah’ın varlığı kendindendir. Allah’dan başka her şeyin varlığı ise mümkün olup kendinden değildir. Varlığı kendinden olan Samed’dir, yâni kimseye muhtaç değildir, her şey O’nun yaratmasına ve yardımına muhtaçtır. Bu konuda Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Allah kimseye muhtaç değildir, sizler ise muhtaçsınız.” [49]
O halde Allah’ın varlığı zatının aynıdır. Allah’ın sıfatları ise zatının aynı değildir, gayrı da değildir. Filozoflara göre bu görüşe muhalefet vardır. Onlara göre, Allah’ın sıfatları zatının aynıdır. Mutezileye göre de Allah’ın sıfatları zatının gayrıdır.
Kerrâmiye mezhebine mensub olanların inandıkları gibi, Allah’ın sıfatları da sonradan yaratılmış değildir. Yaratılmışların sıfatları böyle değildir. Zira yaratılmışların sıfatları bütün ilim adamlarına göre, zatlarının gayrıdır.
Hâsılı Filozoflarla Mutezile, kadîm olan varlıkların birkaç tane olmasından sakınarak Allah’ın sıfatlarını kabul etmediler. Eş’arîler de Allah’ın sıfatları zatının ne aynıdır, ne de gayrıdır, diyerek görüşlerini belirttiler.
Allah’ın Eşsizliği:
(Allah’ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona benzemez.)
Bu ifade yukarıdaki metinde geçen ifadeyi takviye için gelmiş olup Cenabı Hakkın şu âyetinden istifade edilmiştir:
“Allah gibi hiç bir şey yoktur.” [50]
Yâni Allah’ın zatı ve sıfatı gibi hiçbir şey yoktur. Yahut bu âyette mislinin mislini nefyetmek, ileri gelen bazı âlimlerin araştırdığı gibi, Burhan yolu ile mislinin yok olmasını gerektirir. Burada “Kemislihî” sözündeki “kâf”ın zaide, olduğu ile hüküm vermiyoruz, misil kelimesinin zaide olduğu ile de hükmetmiyoruz. Zira mutlak misil, bütün yönlerden eşit olandır.
Konevî Şerh”inde zikredildiğine göre, Nuaym b. Hammad şöyle demiştir:
“Kim Allah’ı, yarattığı varlıklardan herhangi birine benzetirse kâfir olur. Kim, Allah’ın kendini vasıflandırdığı sıfatı inkâr ederse o da kâfir olur.”yani vech yüz balıdr vs inkar dahi edilemez. Hadislerde ve ayetlerde rastladığımız bu sıfat ve özellikleri maalesef bugün tevil yoluyla tahrife başladılar.
İshak b. Raheveyh de şöyle demiştir:
“Kim Allah’ı bir vasıf ile vasıflandırıp O’nun sıfatlarını Allah’ın yarattıklarından birinin sıfatına benzetirse, o kimse kâfir-i bülah’il-azîmdir.”
Allame Cehm ve arkadaşları :
Allâme Cehm, Cehmiye taifesinin reisidir. Bunlar Allah’ın sıfatları konusunda Ehl-i Sünnet’e karşı çıkmışlar ve yalan isnad ederek Ehi-i Sünnet’e “Müsebbihe: Allah’ı yaratıklara benzeten” adını vermişlerdir. Oysa Ehl-i Sünnet Müşebbîh değil, Muattıledir. Muattıle olan muteziledir. Burda hata vardır.Onlar Allah’ın sıfatlarını inkar ederler. Burada bi hata var şerhin arapcasına bakılmalıdır.Bu sebeple Selef âlimlerinin çoğu demişlerdir ki:
“Cehmiye taifesinin alâmeti, Ehl-i Sünnet’e Müşebbih adını takmalarıdır. Halbuki Cumhur’a göre, Ehl-i Sünnet’in meşhur olan görüşü, Allah’ın yaratıklara benzemesini nefyetmekle Allah’ın sıfatlarını nefyetmeyi kasdetmedikleri, belki bununla Allah’ın isimlerinde, sıfatlarında ve işlerinde yaratıklardan hiçbirine benzemediğini kasdettikleri yolundadır.”
Zâti Ve Fi’lî Sıfatlar:
(Cenabı Allah geçmişte ve gelecekte Zatî ve Fi’lî sıfatlar ile vasıflanmıştır.)
Zatî sıfatları ilim, hayat ve kelâm gibi sıfatlar olup ittifakla bu sıfatlar kadîmdir. Yaratmak, rızık vermek ve benzeri sıfatlar da fili sıfatları teşkil etmekte olup bu sıfatların kadim olduğunda ihtilâf vardır. Mâtüridîlerin mezhebi ise bu sıfatların kadîm olduğudur. Eş’arîlerin mezhebine göre filî sıfatlar kadîm değil hadistir, yâni sonradan yaratılmıştır. Buradaki ihtilâf, araştırıldığı takdirde, araştırıcılarca anlaşılacağı üzere görünüşte bir ihtilâftır. Bunun açıklaması şöyledir:
Kendi zatı için varlığı vacib olan isim ve sıfatları gibi bütün yönleri ile varlığı vacibtir, yani kendiliğinden var olmuştur. Bunun mânası şudur: Allah Teâlâ’nın beklenen bir sıfatı yahut tehir edilmiş bir hali yoktur. Zira Allah’ın zatı arazların mahalli değildir. Yâni varlığının devamı başka bir varlığa muhtaç şeylerin mahalli değildir. Çünkü Allah’ın zatı, arazları tamamlayacak bütün durumlarla kendisine ait bütün sıfatların meydana gelmesinde kâfidir. Eğer Allah’ın zatı buna yeterli olmasa bunu meydana getirecek başka birine muhtaç olması gerekirdi. Başkasına muhtaç olan her şey ise varlığı kendinden olmayıp başkası tarafından yaratılmıştır. Halbuki Allah’ın varlığının vacib olduğu, varlığı kendinden olduğu sabit olmuştur. Bu konuda Cenabı Allah şöyle buyuruyor;
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise hiç bir şeye muhtaç değildir.” [51]
Yâni Allah zatı ve sıfatı ile yarattıklarının zuhurundan müstağnidir. Şu demek: Allah yarattığı kâinatı yaratmaya muhtaç değildir. Allah isimleri ve sıfatları ile öğülmüştür. İster öğen olsun, ister olmasın bu birdir. Allah Teâlâ, değişiklikten ve intikalden de beridir.Yani yüce Allah konuşmak için o sıfatının olması için birine ihtiyaç duyardı demek gibi bir saçmalık eşarilerinki
Belki fi’lî sıfatlarında zevalden, zatî sıfatlarda kendini tamamlamaktan müstağni olmakta devam eder. Allah’ın bu kemal sıfatlarının ilgili bulunduğu yaratıkların hadis olmasından sıfatların da yaratılmış olması gerekmez. Meselâ; Allah rızık veren, gören, işitendir. Bu sıfatlar yaratılmış değildir. Allah’ın gördüğü, rızık verdiği ve işittiği şeylerin yaratılmış olmasından, Allah’ın bu sıfatlarının da yaratılmış olması gerekmez.
Zatî Sıfatlar
(Allah’ın Zatî sıfatları şunlardır: Hayat, Kudret, İlim, Kelâm, Semi’, Basar, İrade).
Hayat: Allah Teâlâ’nın yaşaması demektir. Allah Teâlâ’nın ezelî bir hayatı vardır. Mevsufu olan Allah’a ait sıhhatli bir bilgiyi gerektirir.
Kudret: Gücü yetmek demektir. Yaratıklara tâalluk ettiği zaman tesir eden ezelî bir sıfattır. Bunun mânası şudur: Şüphesiz Cenabı Allah, ezeli ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve sermedi sıfatı olan kudreti ile her istediğini yapmaya gücü yetendir. Yâni Allah bir şeye gücü yettiği zaman bu olay kadîm olan (yaratılmamış olan) kudreti ile gücü ile meydana gelir. Yaratılmış varlıklarda olduğu gibi hadis olan bir kudret ile değil.
Cenabı Allah Hayyul – Kayyûm’dur: Yâni kendi zatı ile kaim olup yaratıkların varlığını da devam ettirmektedir. Allah ilk önce yoktan var ettiği varlıkları öldürdükten sonra tekrar diriltir. Allah her şeye gücü yetendir. Allah yaratıkları yaratmış, onlara hayat vermiş, kudretinden kudret vermiş ve rızık vermiştir. Allah’ın her şeye gücü yeter olmasının mânası Allah’ın bu âlemi yaratması ile yaratmaması ona göre eşittir, demektir.
İlim: Allah’ın zatı sıfatlarından biri de ilimdir. İlim sıfatı, yaratıklara tâalluk ettiği zaman bilgi meydana getiren ezeli bir sıfattır. Allah Teâlâ, bütün yaratıkları bilir, yükseklerde ve aşağılarda bulunanlar içinde zerre kadar hiç bir şey O’nun bilgisinden gizli değildir. Cenabı Allah, gizli ve aşikâre her şeyin gizliden, de daha gizlisini, gayba ait olan şeyleri bilir. Belki O’nun ilmi, ister parça olsun, ister tüm olsun, ister var olsun, ister yok olsun, ister mümkün olsun, ister mümkün olmasın, Allah’ın bilgisi her şeyi kaplamıştır. Cenabı Allah her şeyin zat ve sıfatını, kemâl tariki ile vasıflamış bulunduğu kadîm ilmi ile bilir, intikal, değişme, infial ve kabul yolu ile hasıl olan sonradan olma bilgi ile değil. Allah’ın şanı sonradan olma bilgilerden münezzehtir.
İmam Şafiî’nin arkadaşlarından İmam Abdülaziz el-Mekkî, Halife Memun’un huzurunda Allah’ın ilminden sorduğu zaman Bişr el-Merîsi ile yaptığı münazarayı hikâye ettiği kitabında şöyle diyor:
“Bişr el-Merisî demiştir ki: Allah cahil değildir, derim. Memun soruyu tekrarlayarak ilmin sıfatından sordu. Bunun üzerine İmam Abdülaziz el-Mekki demiştir ki: Cehaleti nefyetmek bir övme sıfatı değildir. Zira bu direk de cahil değildir. Halbuki Cenabı Allah Kur’a-n-ı Kerimde Peygamberlerle melekleri ve inananları cehaletlerini nefyederek değil, ilim ile medhetmiştir. İlmi ispat eden, cehaleti nefyetmiş olur. Aksine cehaleti nefyeden ilmi ispat etmiş olmaz. Halka düşen görev, Allah’ın kendisi için ispat ettiğini ispat edip, nefyettiğini nefyetmek, terkettiğini terketmektir. Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Yaratan bilmez mi? O, lâtifdir, her şeyden haberdardır.” [52]
“Gaybın anahtarları Allah katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini o bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir dane, yaş ve kuru her şey Allah’ın emridir. O Allah’tır ki sizleri geceleyin uyutarak ölü gibi yapıyor, gündüz de yaptığınız işleri biliyor. Nihayet dönüşünüz O’nadır.” [53]
Bu âyetlerde yaratıklardan da ilim sahipleri olduğuna işaret[54]
“Eğer Allah ezelî bilgisinde onlarda bir hayır takdir etseydi, elbette onlara duyururdu, (bu durumlarında) Allah kulaklarına soksa bile yine onlar, muhakkak ki (Haktan) yüz çevirerek döner giderlerdi. (İmandan çıkarlardı.)” [55]
“Hayır, evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Yoksa (dünyaya) geri çevrilselerdi, o alıkonmak istendikleri fenalığa yine döneceklerdi. Şüphesiz ki onlar yine yalancıdırlar.” [56]
Cenabı Allah, kötülük işleyenlerin yeniden dünyaya döndürülmeyeceklerini bilmesine rağmen, geri döndürüldükleri takdirde, kendilerine yasaklanan şeyleri yine yapacaklarını ezelî bilgisi ile haber veriyor.Abdulaziz bayındıra cevap. O necise göre az sonra ne olacağını Allah bilmez. İşte bu âyet-i kerîme’de Rafızî ve Kaderiye inancına mensup olan kişilere reddiye vardır. Çünkü onlar, Allah’ın, bir şeyi yaratmadan önce bilmeyeceği inancındadırlar.
Kelâm: Allah’ın zatına ait sıfatlardandır. Zira Cenabı Allah, ezelî sıfatı olan kelâm sıfatı aracılığı ile konuşur. Bu kelâm sıfatının tezahürü harflerden teşekkül eden ve Kur’an diye isimlendirilen nazm-ı ilâhîdir. Yâni Kelâm-ı nefsî’nin tezahürü kelâm-i lafzî’dir. Zira bir emir vermek, bir şeyi yasaklamak, bir şeyden haber vermek isteyen kimse içinde bu hususta bir mâna bulur; sonra bu mânayı yazı, ifade, yahut işaretle anlatır. Kelâm, yani konuşma sıfatı ilim değildir. Zira insan bilmediği bir şeyden de haber verir, belki haber verdiği şeyin hilafını bilir. Kelâm iradeden de başkadır. Zira insan, yapılmasını istemeden bir emir de verebilir. Meselâ; hizmetçisinin emirlerine uymadığını ve kendisine âsi olduğunu duyurmak için ona bir emir verir, fakat yapmasını murad etmez. İşte bu türlü kelâm’a Kelâm-i Nefsi denilir. Nitekim Cenabı Allah Kur’an-ı Kerîmede bundan bahsederken münafıklar ve Yahudilerden hikâyeten şöyle buyuruyor:
“Onlar kendi aralarında: Allah bizi söylediklerimiz sebebiyle azaplandırsa ya! derler.” [57]
Şâir Ahtal bir şiirinde şöyle diyor:
“Şüphesiz söz, kalpte olandır.”
Lisan ancak kalbtekine bir delil kılınmıştır.
Hz. Ömer (r.a.) ise şöyle buyurmuştur:
“Ben kendi içimde bir makale dizdim.” kelamı nefsi bir nevi içten konuşma
Cenabı Hakk’ın kelâm sıfatının varlığına delil İcmâ-i Ümmetle peygamberlerden bizlere kadar intikal ettiği üzere yüce Allah’ın kendilerine hükümlerini açıklamayı vahyetmesidir. Ancak şu var ki Cenab-ı Allah’ın kelâmı harf ve ses cinsinden değildir. Allah Teâlâ konuşur, emreder, yasaklar, haber verir denildiği zaman şu mânadadır. Allah Teâlâ’nm kelâmı bir tek sıfattır. Kelâm sıfatını emir, yasak ve haberlere göre çoğaltmak, ilim, kudret ve diğer sıfatlarla ilgisinin muhtelif olması iledir. Zira bu sıfatlar birdir. Çokluk ve hudûs ise ancak nisbetlerde olur. Emredenin bilgisinde emredilenin var olması kâfidir. Hâsılı bu ses ve harflerden meydana gelen ve mahalleri ile kaim olan sonradan olma kelâm-i lafzî’ye Allah’ın kelâmı ve Kur’an adı verilir.
Allah’ın Konuşması Nasıl Olur? :
Konevî “Umde” şerhinde diyor ki:
“Ehl-i Sünnet, eşyanın varlığının Allah Teâlâ’nın “Kün” emrine taalluk ettiğine inanmazlar. Onların inancına göre belki eşyanın varlığı Allah’ın icad ve yaratmasına tâalluk eder. Allah’ın icad ve yaratması ise O’nun ezeli sıfatıdır. Bu söz, Allah’ın yaratması ile maksadın süratle meydana gelmesinden ibarettir.
Eş’arilere göre ise eşyanın varlığı Allah’ın ezelî kelâmına taalluk eder. “Te’vîlat” şerhinde de böyle kaydediliyor. “Tefsir’ul-Teysîr”de Cenabı Allah’ın:
“Allah Teâlâ bir işe hüküm verdiği zaman yalnız ol, der olur.”[58]
Âyeti tefsir edilirken şöyle deniliyor: Cenabı Allah bu ayette eşyayı “ol” emri ile muhatap kıldı, bu hitap sebebiyle var olur, mânasını kasdetmemiştir. Zira bu emir gerçekten eşyaya hitap kılnırsa o takdirde ya yokta olan şeye hitap yapılmış olacak ve bu hitap sebebiyle var olmuş olacak, yahut da var olan bir şeye var olduktan sonra hitap olacak. Yok olan bir şeye hitap olması caiz değildir. Çünkü herhangi bir şey ortada yoktur, yok olan bir şey nasıl muhatap olur? Var olan bir şeye hitap vaki olması da caiz değildir. Çünkü var olan şey vardır. Ona nasıl var ol denilebilir?
Âyetteki ifade şu noktayı beyan ediyor: Cenabı Allah bir şeyi yaratmak isteyince o şey var olur.
Eğer denilirse ki: Allah’ın icadı ile vücud meydana geldiği zaman bu “ol” emrinin faydası nedir? Deriz ki: bu emrin faydası Allah’ın büyüklüğünü ve kudretini göstermektir. Nitekim Cenabı Allah kabirde bulunan ölüleri diriltecek, lâkin sûra üflemek suretiyle diriltecek. Yahut denilebilir ki aklî deliller eşyanın varlığının icat ile var olduğuna delâlet eder. Kesin nakli deliller de o icadın bu emir vasıtasıyla olduğunu beyan ediyor. Bu sebeple faydasını aramakla meşgul olmadan âyetlerin hükmünün gereği ile amel etmek vacib olmuştur. Müteşâbih âyetlerde olduğu gibi. Bu âyetlerin tevili ile meşgul olmadan onlara iman etmek vaciptir.
Fahr’ul-İslâm Pezdevî “Usûl” adlı kitabında Allah’ın “Kün” emrinden maksadın, Eş’arî mezhebine uygun olarak icad mânasında mecaz olan bu kelime konuşmanın hakikati olduğuna işaret etmiştir. Zira bu söz üzerine istenilen şeyi ispat etmek için âyete dayanmak daha kuvvetlidir. Çünkü âyet, bundan, konuşmanın hakikati kaydedildiğine daha çok delâlet eder. Çünkü burada emir mükerrerdir. Diğer âyetler ise böyle değildir.
Pezdevî’ye şöyle cevap verilmiştir. O’nun mezhebi Eş’arîlerin mezhebinden ayrı değildir. Zira Eş’arî’ye göre eşyanın varlığı “Kün-Ol” hitabı iledir, başka türlü değildir. Ehl-i Sünnet’e göre ise Allah’ın icadı iledir, başka bir şey ile değildir. Pezdevî’ye göre ise eşyanın varlığı Allah’ın icadı ve hitabı ile vücut bulmuştur. Böylece Pezdevî’nin görüşü üçüncü bir mezheb olmuştur. Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.
Cenabı Allah yarattığı mahlûkattan biri ile konuşacağı zaman Allah’ın emri ile Levh-i Mahfuz’da yazılan Kadîm kelâmına delâlet eden kelime ve harflerle yazılmış bulunan kelâmı ile konuşur, hadis olan kelâm ile konuşmaz. Zira hadis olan kelâm, O’nun kelâmına delâlet eden harfler ve kelimeler olup Allah’ın zatı ile kâim olan kelâmın hakikati değildir. Zira Allah kelâmı diğer sıfatlarda olduğu gibi yaratıkların kelâmına benzemez. Cenabı Hak bir âyette şöyle buyuruyor:
“Hiçbir insan yoktur ki, Allah onunla (doğrudan doğruya) konuşmuş olsun; ancak vahyile, yahut perde arkasından, yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dilediğini vahyetmesi suretiyle olur.” [59]
Yâni Cenab-ı Allah peygamberlere yaptığı gibi, rüyada da kuluna vahyeder, yahut Allah velilerinde olduğu gibi ilham eder.
“Allah Ömer’in lisanı üzre konuşur” mealindeki hadîs-i şerif de bu mânada söylenmiştir. Perde arkasından konuşma, Musa Aleyhisselâm’da olduğu gibi Allah’ı görmeden kelâmını işitmek suretiyle olur. Yahut Cebrail Aleyhisselâm gibi bir melek göndererek bu melek vasıtasıyla vahyeder. Yâni elçi olan melek kul ile konuşarak rabbinin emrini tebliğ eder.
Allah’ın kelâmı kendi zatı ile kâimdir. Mûtezile’ye göre ise durum böyle değildir. Mutezile Allah’ın, başkası ile kaim olan bir kelâm sıfatı ile muttasıf bulunduğu ve Allah’ın böyle bir sıfatı bulunmadığı görüşünü benimseyerek, şöyle demişlerdir: Allah’ın kelâmı harfler ve seslerden meydana gelir ve Allah bu kelâmı Cebrail aleyhisselâm’da, Hz. Peygamber’de ve Levh-i Mahfuz’da olduğu gibi başkalarının ağzında yaratır.
Hanbelilerin sapıkları da şöyle demişlerdir; Allah’ın kelâmı harf ve seslerden ibarettir. Bu harfler ve sesler Allah’ın zatı ile kâimdir. Allah’ın zatı ise kadîmdir. Onların bir kısmı cehaletlerinde mübalağa ederek şöyle demişlerdir: Mushaf’ın cilt ve kâğıdı dahi kadîmdir. Nerde kaldı ki sayfaları. Bu söz bizzarure batıl bir sözdür ve hissi bir davranış icabı olarak inatlaşmadır. Çünkü “Bismillah”taki “ba”nin “sin”den önce olduğu gözle görülüyor.
Görme Ve İşitme Sıfatları
Semi ve Basar sıfatları Allah’ın zatî sıfatlarındandır. Zira Cenabı Allah harfler, sesler ve kelimeleri ezelde kendisine ait sıfatı olan işitme sıfatı ile işitir. Şekil ve renkleri de ezelde kadîm sıfatı olan görme sıfatı ile görür. İşitilenin ve görülenin yaratılmış olmasından işitme ve görme sıfatlarının da Yaratılmış olması gerekmez. Allah her şeyi işiten ve görendir. Ne kadar gizli olursa olsun, O’nun işitmesinden hiç bir ses, kaçmaz; göze göre de ne kadar küçük olursa olsun, hiç bir şey onun görmesinden kaybolmaz. Cenabı Allah Karanlık gecede siyah karıncanın sert kaya üzerindeki sessiz yürüyüşünü görür ve işitir. İşitme sıfatı işitilen varlıklarla ilgili bir sıfattır, görme sıfatı da görülen şeylerle ilgili bir sıfattır. Bu sıfatla Cenabı Allah bir organ tesiri olmadan, hava ulaşmadan; vehim ve tahayyül yolu ile de olmaksızın tam bir idrâk ile idrâk eder. İşitme sıfatı ile görme sıfatının kadîm oluşundan işitilen ve görülenlerin kadim olması lâzım gelmez. İlim ve kudret sıfatının kadîm oluşundan bilinen ve kudret tesiri altına giren eşyanın kadîm olması lâzım gelmediği gibi. Çünkü bunlar kadim sıfatlardır. Âlem-i şuhûdda (Bu dünyada) eşyaya gıyabî olarak tâalluk ettikleri gibi, eşya var olunca hadis olan (sonradan var olan) bu şeylere de zahiri olarak taalluk ederler, işitme ve görme sıfatlarının her biri ilim sıfatından daha özeldir. “Suyûtî Nikâye” adlı kitabında şöyle der: “Semi” ile “Basar” sıfatı öyle sıfatlardır ki, bunlarla meydana gelen inkişaf (bilgi), ilim sıfatı ile meydana gelen inkişaftan daha fazladır. Bu söz ancak bize nisbetle doğru olur. Çünkü bize göre işitme ve görme sıfatları ile de bilgi hasıl olur. Fakat Allah’a nisbet edildiği zaman Allah zatında kâmil olduğu gibi O’nun bütün sıfatları da kâmildir. Allah’ın sıfatları artış kabul etmezler.
İrade:
İrade sıfatı: Allah’ın zati sıfatlarındandır. İrade, meşiet gibi bütün varlıklara karşı kudret nisbeti eşit olmakla beraber herhangi bir vakitte vukubulmak suretiyle bir şeyin yapma ve yapmama gibi iki tarafından birini tahsis eden bir sıfattır. Bu zikredilen tarifte şu iki inanç reddedilmektedir. İnançlardan biri şudur. Allah’ın Meşiet sıfatı kadîmdir, irade sıfatı ise hadistir ve Allah’ın zatı ile kâimdir. Diğer inanç da, Allah’ın kendi işini yapmayı dilemesinin mânası şudur: Allah cebredilemez, yanılmaz ve mağlûb olmaz. Başkasının işini murad etmesinin mânası da onu emreder, demektir. Allah Teâlâ kadim olan irade sıfatı ile olmuş ve olacak şeyleri diler. Dünyada ve âhirette küçük büyük, az çok, hayır yahut şer, fayda yahut zarar, tatlı yahut acı, iman yahut küfür, bilinen yahut bilinmeyen, kurtuluş yahut ziyan, ziyade yahut noksan, tâat yahut isyan ne varsa hepsi ancak O’nun iradesi ile ve hikmetine uygun olarak, takdirine ve yaratıkları içindeki hükmüne mutabık olarak meydana gelir. Allah’ın dilediği şey olur, dilemediği şey olmaz. Allah dilediğini istediği gibi mübalâğa ile yapandır. Allah’ın dilediğini geri çeviren yoktur, kulları arasında verdiği hükmü tâkîb eden yoktur. Allah’ın iradesi ve yardımı olmadan O’na isayandan kaçış yoktur; O’nun muvaffak kılması ve dilemesi olmadan hiçbir kul için taâtnı kazanmak mümkün değildir. Kötülükten kaçış, itaata muvaffak oluş, ancak Allah’ın yardımı iledir. Kurtuluş ve sığınış ancak Allah’adır. Bütün yaratıklar bu âlemde bir zerreyi Allah’ın iradesi dışında bir kerre hareket ettirmek, yahut durdurmak isteseler buna güç yetiremezler, belki Allah’ın iradesi hilâfına bir, iradeye sahip olamazlar. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Sizler ancak Allah’ın dilediklerini dileyebilirsiniz.” [60]
Allah ezelde tayin ettiği vakitlerde eşyanın varlığını dilemiştir ve irade sıfatı ile vasıflanmıştır. Böylece eşya tâyin edilen vakitlerde Allah’ın bildirdiği ve dilediği şekilde takdim ve tehirsiz bir değişikliğe uğramadan var olmuştur. Eşyanın Allah’ın iradesi gereğince var olması kulun bir iradeye sahib olmasına aykırı değildir. Çünkü Cenabı Allah bir âyette:[61]
“Dilediğinizi yapın.”Buyuruyor. Sonra Allah’ın irade ve meşîet sıfatına şu âyetler, de delâlet etmektedir:
“Allah dilediğini yapar.” [62]
“Şüphesiz Cenabı Allah dilediğine hükmeder.” [63]
Bu ayetlerdeki meşiet ile irade bize göre, Allah hakkında düşünüldüğü zaman aynı şeylerdir. Fakat kullar yönünden düşünüldüğü takdirde manaları değişir. Meselâ bir kimse karısına irade sığasıyle “seni boşamak istedim” dese karısı boş olmaz. Fakat meşiet sığası ile, “seni boşamak istedim” dese, karısı boş olur. Çünkü irade kelimesi revede kökünden alınmıştır. Bu kelimenin mânası taleb etmektir. Meşîet kelimesi ise icad etmekten ibarettir. Meşîet kelimesi ile boşadım deyince, sanki senin talakını icad ettim demiş olur ki bununla boşama vaki olur.
Konevî, bu görüşte ihtilâf vardır, diyor. Çünkü eğer böyle olsaydı o zaman niyyete ihtiyaç görülürdü.
Netice olarak meşiet, iş ve iradenin kendisinden ayrılmadığı tam bir dilemeden ibarettir. Tam dilemeğe de, eksik dilemeğe de söylenir. Birinci mana Allah hakkında, ikinci mana ise kullar hakkında kasdedilir.
Bu görüşte de ihtilâf vardır. Çünkü buna göre irade sıfatının de meşîet sıfatının Allah sıfatları arasında zikredilmesi gerekirdi.
Söyle bir soru sorulabilir: Allah Teâlâ, Firavn, Ebû Cehil ve benzeri kâfirlerin iman etmelerini emretmek suretiyle istedi, fakat onlardan iman eden olmadı. Eğer irade ve meşîet sıfatı sizin zannettiriniz gibi, bir olsaydı bunların da iman etmeleri gerekirdi. Çünkü meşîet, icad etmektir.
Bu soruya karşılık deriz ki: Allah’ın istemesi iki şekilde olur. Biri mükelleften ihtiyarî olarak bir işi istemesidir ki buna emir deniliyor. Bu talebten dolayı emredilenin var olması gerekmez. Çünkü bu emir ve taleb, mükellefin ihtiyarı ile değildir. İkincisi ise mükellefin ihtiyarı ile ilgisi bulunmayan istektir ki buna da meşîet ve irade denilir. Emredilen şeyin var olması ise irade ve meşîetin levazımatındandır. Zira böyle olmasa acizlik lâzımgelir. Halbuki Cenabı Allah acizlikten münezzehtir. Kullar ise böyle değildir.
Sonra Hikmet sıfatı, ister ilim manasında olsun ve ister ameli sağlam ve güzel yapmak manasında olsun, bize göre Allah’ın ezelî sıfatıdır. Eş’ariler ise bu görüşe muhaliftirler. İmam Eş’arî şöyle diyor: Eğer hikmet ile ilim kasdedilirse o zaman bu sıfat ezelîdir. Eğer iş kasdedilirse ezelî değildir. Zira Eş’arî’ye göre Tekvin sıfatı hadis (sonradan var olan) bir sıfattır.
Konevî diyor ki; kader mefkud (mevcut olmayan) bir bilgidir. Bu meselede de ilim adamlarının görüşleri değişiktir. Bazıları demişlerdir ki; bütün yaratıklar ve bütün işler Allah’ın muradıdır, deriz; fakat, tafsilâtlı olarak çirkinlikler, kötülükler, masiyetler Allah’tandır, demeyiz. (Yani bu ilim adamları bütün yaratıkların Allah’ın iradesi dahilinde meydana geldiğini söylerler, fakat tafsilâtına girmekten sakınırlar.) Bütün yaratıkları yaratan Allah’tır, deyip de leşleri ve pislikleri yarattı, diyerek tafsilâtına girişmekten sakındığımız gibi.
Bazıları da şöyle demişlerdir: Tafsilâtı ile Allah her şeyi yarattı, deriz; fakat Allah’a yaraşır bir karine ile söyleriz. Meselâ; Allah kâfirin küfrünü onun kendi kazancı olarak, kötülük ve yasaklanmış bir iş olduğu halde murad etmiştir. Müminde ise kendi kazancı, eseri olarak hayır ve güzel bir iş tarzında emredilen imanı murad etmiştir, işte bu görüş İmam Matürîdî’nin kabul ettiği görüştür. İmam Eş’ari ile Ehl-i Sünnet’in araştırıcı âlimleri de bu görüşü benimsemişlerdir. Onlar bu konuda şöyle derler:
Allah’ın kitabında irade iki türlüdür: Biri kaderle ilgili kevni ve hılkî (tabiî) iradedir ki o iradenin sembolü meşîettir. Bütün yaratıklara şamildir. Çünkü Cenabı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyürüyor:
“Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun kalbini İslâm’a açar, gönlüne de genişlik verir. Her kimi de sapıklığa sevk etmek isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki, iman etme teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi zorlanır.” [64]
İradenin ikinci türlüsü din, şeriat ve emirlerle ilgili iradedir. Bu türlü irade ise mahabbet ve rızayı gerektirir. Nitekim bu konuda Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Allah sizin için kolaylık murad eder, güçlük murad etmez.” [65]
Emir ise bu ikinci çeşit iradeyi gerektirir, birinci tür iradeyi gerektirmez.
İmam Âzam rahmetüllahi aleyh, Allah’ın bu zatî olan yedi sıfatına zikretmiştir. Bunlardan biri zatında bir olmak, diğeri sıfatında bir olmak, üçüncüsü mümkün olan varlıklara muhtaç olmamak, dördüncüsü azamet ve kibriya sıfatı ile muttasıf olmak, sıfatları da bu yedi sıfattandır.
Beydavî; Azîm sıfatı hakir sıfatının zıddıdır, kebîr sıfatı sağîr (küçüklük) sıfatının zıddıdır, demiştir. Ben derim ki; Âlî (yüksek mânasında), Denî’nin (alçak sıfatının) zıddıdır. Bunlar Esmâ-i Hüsnâ içinde mânaları birbirine yakın olan kelimelerdir. Bunların, keyfiyet bildiren hallerden sudur etmiş, mânaları bir, sözleri ayrı kelimeler oldukları konusunda Huccet’ül-İslâm Gazzâlî şöyle diyor.
“İki kelimenin mânaları arasında bir fark gözetmemiz gerekir. Çünkü Allah hakkında iki söz arasında mana bakımından farklılık yönünü ayırdetmek bizim için güçleşir. Fakat biz bununla beraber esasında bir ayrılığın yarlığından şüphe etmiyoruz. Bu sebeple Cenabı Allah Hadîs-i Kudsisinde şöyle buyuruyor:
“Kibriya (büyüklük) benim ridamdır, azamet de izarımdır.” [66]
Burada kibriyâ da azamet de büyüklük demektir. Bu iki sözün manası bir, fakat sözleri ayrıdır. Cenabı Allah bu iki söz arasında farklı olduklarına delâlet eden bir ayrılığa işaret etmiştir. Çünkü rida (belden yukarı giyilen elbise), ile izar (belden aşağı giyilen elbise) her ikisi de insan oğlunun zinetidirler. Ancak belden yukarı giyilen ridâ belden aşağı giyilen izardan daha üstün kabul edilir. Bunun için “Allahu Ekber” sözü namazın anahtarı yapılmıştır.
Zikredilen bu yedi sıfat, Allah’ın sübûtî sıfatlarıdır. Baka sıfatının sübûtî sıfatlardan mı, yoksa selbî sıfatlardan mı olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları onu sübûtî sıfatlardan sayarak bir beyitte onları şöyle toplamıştır:
“Hayât, ilim, kudret, irade: Kelâm, ibsar, semi’, baka.”
Doğrusu baka sıfatı, selbî sıfatlardandır. Çünkü bu sıfatla kasdedilen mana, geçmiş olan yokluğu ve gelecek olan faniliği nefyetmektir. Zira kadîm olduğu sabit olanın yok olması muhaldir. Yok olması caiz olanın ise kadîm olması mümkün değildir. Mevlâna Ömer en-Nesefi’nin “Metn’ül-Akâid” adlı kitabında yer alan (Hay, kadir, alîm, semi’, basîr, Şâî, Mürîd) gibi sıfat isimlerinin sayılması, meşîet ve iradenin birbirinden ayrı manaları taşıyan iki kelime olduğu vehmini akla getirir. Halbuki durum böyle değildir. Bu makamda, yukarıda bunun sözü geçmiştir.
Fî’lî Sıfatlar:
(Allah’ın fi’lî sıfatları ise tahlîk, terzîk, inşâ, ibda’, sun’, ihya, ifna, inbat, inmâ, gibi iş ile ilgili olan sıfatlardır.)
Tahlîk, yaratmak demektir. Tarzîk, yaratıkları rızıklandırmaktır. İnşâ ilk başta yaratmak, ibda’, eşsiz bir şekilde yaratmaktır. Sun’, Allah’ın sanatı demektir. İhya diriltmek, ifna yok etmek, inmâ büyütmek, üretmek; tasvir eşyaya şekil vermek demektir. Bu sıfatların hepsi Tekvin sıfatının manası içine girmektedir.
Fi’lî sıfatlar, meydana çıkması yaratıkların varlığına bağlı olan sıfatlardır. Bil ki fi’lî sıfatlarla zatî sıfatlar arasındaki fark ihtilaflıdır.
Sıfatların İsimlendirilmesi:
Mutezilece göre, müspet veya menfi manalarda kullanılan sıfatlar fi’lî sıfatlardandır. Meselâ; Allah falanca için çocuk yarattı, filanca için yaratmadı; Zeyd’e rızık verdi, Amr’a rızık vermedi misalinde olduğu gibi. Burada yaratmak sıfatı müspet ve menfi olarak kullanıldığı için filî sıfatlardandır. Menfî manada kullanılmayan sıfatlar ise zatî sıfatlardır. ilim, kudret gibi. Allah hakkında şunu bilmiyor, denilemez; bir şeye gücü yetmiyor da denilemez.İrade ve kelâm sıfatları ise müspet ve menfî manada kullanılabilen sıfatlardandır. Cenabı Allah Kur’an-ı Kerînı’de şöyle buyuruyor:
“Allah sizin için kolaylık murad eder, güçlük murad etmez.” [67]
“Ve Allah Musa ile konuştu.” [68]
“Allah Kıyamette onlarla konuşmayacaktır.” [69]
Yukarıdaki âyetlerin ilkinde irade sıfatı müspet ve menfî manalarda kullanılmıştır. Kelâm sıfatı da yine iki manada kullanılmıştır. Binaenaleyh bu sıfatlar fi’lî sıfatlara dahildirler ve yazılmıştırlar.
Fakat Eş’arî’lere göre, fi’li ve zatî sıfatlar arasında fark şudur: Nefyedilmesi sebebiyle zıddı sabit olan sıfatlar zatî sıfatlardır. Zira sen hayat sıfatını nefyedersen bundan ölmek Iâzımgelir. Yani diri değildir, dersen ölüdür, manası çıkar. Kudret sıfatı için de durum bu şekildedir. Gücü yetmez, dersen, bundan acizlik lâzım gelir. Cehalet karşısında ilim sıfatı da böyledir. Bilmiyor dersen, bundan cahil olmak sıfatı sabit olur. Nefyedilmesinden zıddı bir mana sabit olmayan sıfatlar ise fi’lî sıfatlardandır. Meselâ; Allah hakkında diriltmek, yaratmak, rızık vermek gibi sıfatları menfî olarak kullanırsan; Allah yaratmadı, diriltmedi, rızık vermedi dersen, bundan dolayı bir noksanlık ve Allah hakkında yaratamamak, rızık verememek, diriltememek gibi manalar sabit olmaz. Bu sebeple bu sıfatlar fi’lî sıfatlardandır. Buna göre, irade sıfatını menfî olarak kullanırsan, bundan dolayı cebir lâzım gelir; kelâm sıfatını nefyedersen, yani Allah konuşmaz, dersen bundan dolayı da dilsiz olmak lâzım gelir. Binaenaleyh bu iki sıfatın da zati sıfatlardan olduğu sabit olmuştur.
Bize göre, Allah’ın kendisini vasıfladığı ve zıddı ile vasıflanması caiz olmayan her sıfat, zatî sıfatlardandır. Kudret, ilim, azamet gibi. Hem kendisi ile hem de zıddı ile Allah’ı vasıflandırmak caiz olan sıfatlar ise fi’lî sıfatlardandır. Şefkat (Re’fet), rahmet, gazab, sanat sıfatları gibi…
Sonra Eş’arilerle Mûtezile’nin bu noktadaki şüpheleri şudur: Eğer tekvin sıfatı ezelî olsaydı, yaratılan varlıklara ezelde taallûk etmesi gerekirdi. Ezelde yaratıkların varlığına taallûk edince sonradan yaratılanın ezelde var olması ve ezelî olması gerekirdi. Zira yaratılanlar meydanda olmadan Yaratma sıfatının varlığı ile hükmetmek, dövülen bulunmadan dövmekten bahsetmek gibidir. Bu ise muhaldir. Binaenaleyh Tekvin (yaratma) sıfatının hadis yani ezeli olmaması gerekir.
Mutezile ve Eş’arîlerin bu görüşüne verilen cevap şöyledir: Yaratma sıfatının eğer, yaratmakla hadis (yaratılmış) olması gerekecek olursa bu sıfat, başka bir yaratma sıfatının varlığına muhtaç demektir. Böyle olursa teselsül lâzım gelir. Teselsül ise batıldır. Yahut, hadis olan yaratma sıfatı kadîm olan bir başka yaratma sıfatına dayanır. İşte bizim iddia ettiğimiz hadis olmayan ve kadîm olan yaratma sıfatı budur. Yahut Allah’ın yaratma sıfatı bulunmaması gerekir ki Allah’ın hiçbir kimseyi yaratmadığım kabul etmek hem mümkün değildir, mümkün olsa da o takdirde yaratıcı olan Allah’ı tatil etmek gerekir. Halbuki Cenabı Allah Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
“Allah her an bir iştedir.” [70]
Hulâsa biz diyoruz ki, Tekvin (yaratma) sıfatı kadîm bir sıfattır. Bu sıfatın taallûk ettiği yaratıklar ise hadistir. Nitekim ilim sıfatı da kadim ve ezelidir, fakat bu sıfatın taallûk ettiği yaratıklar, bilinen varlıklar ise hadistir. Binaenaleyh Tekvin sıfatı; kendisi sebebiyle bu âlemin ezelde yaratılmasına tahsis edilmiş değildir, belki var olacağı zamanda yaratılsın için Allah’ın sıfatları arasında ezeli bir sıfat olarak bulunmaktadır. Allah’ın bu yaratma sıfatı ebediyyen bakidir. Her yaratılanın varlığı Allah’ın ezelî olan yaratma sıfatına taalluk eder. Fakat dövmek böyle değildir. Zira dövmek arızî bir iştir. Dövülen kişinin var olacağı zamana kadar kalması düşünülemez. Sonra onlara karşı derizki; bu âlemin varlığı Allah’ın zatına, yahut sıfatlarından bir sıfata taallûk eder mi, etmez mi? Eğer, hayır, derlerse, Allah Teâlâ’yı muattal (iş yapmaz) kılmış olurlar. Eğer evet, derlerse deriz ki; Allah’ın zatına yahut sıfatına taallûk eden şey ezelî midir, yoksa hadis midir? Eğer hadistir, o bu âlemdendir ve bu âlemin hadis oluşu Allah’ın zatına değil de Allah’ın sıfatlarından birine taalluk eder derlerse bu görüşte de Allah Teâlâ’yı tatil (Bir iş yapmıyor kabul etmek) gerekir. Ezelîdir; derlerse deriz ki; bu tâalluk’un ezelî oluşu şu âlemin ezelî olmasını gerektirir mi, gerektirmez mi? Eğer evet, derlerse kâfir olurlar. Eğer hayır, derlerse şüpheleri bâtıl olur. Bize göre ezelî sıfatlar sekizdir. Eş’arîlerin inandığı gibi fi’lî sıfatlar izafi değildir. Mâveraunnnehir âlimlerinden bazılarının inandığı gibi fi’lî sıfatların her biri hakikî ve ezeli birer sıfat değildir. Zira bu düşünceye göre kadîm olan varlıkların birkaç tane olması gerekir. En iyisi bu konuda şöyle demek gerekir: Bu fi’lî sıfatların hepsinin mercii Tekvin sıfatıdır. Zira Tekvin sıfatı hayata tâalluk ederse bu diriltmek olur, ölüme tâalluk ederse öldürmek olur, şekil vermeğe tâalluk ederse Tasvir olur. Bu ve benzerî sıfatların hepsi aslında Tekvindir. Ancak bunun tâalluk ettiği sıfatlarda hususiyet arzeder. Sonra ilk akla gelen şudur. Tahlîk, inşâ, sun’ ve fiilin manaları birdir. Bu mana da var olmayan bir şeyi sonradan yaratmaktır. İster geçen misalde olduğu gibi olsun, ister olmasın, bu birdir. Doğrusu bu sıfatların birbirine yakın manaları vardır. Zira ibda’, bir şeyi sonradan yoktan var etmektir. Tahlîk böyle değildir. Tahlîk de yaratmaktır, fakat bu sıfat ibdâ’dan daha umumidir, yahut onun karşılığıdır. İnşâ, eşyanın evveline mahsus bir yaratma sıfatıdır. Fiil, hayır ve şer konusunda itibar edilen her amelden kinayedir. Sun’ ise, muhkem ve güzel yaratmak, güzel nizam vermek manasını taşır. Nitekim Cenabı Hak bu manaya Kur’an-ı Kerîm’de şöyle işaret ediyor:
“Bu her şeyi muhkem yapan Allah’ın işidir.” [71]
Terzik, bir şeyin rızkını ihdas etmek, ona azık yaratmaktır. Sonra ki mülk âleminde, gölge âleminde, melekût ve ruhlar âleminde bir yaratık yoktur ki Allah onu, tahlîk, fiil, inşa ve sanatı ile getirmesin Şüphesiz Allah Teâlâ, insanları ve cinleri yarattığı gibi bunların rızıklarını da yaratmıştır. Nitekim Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Allah sizi önce yarattı, sonra da rızık verdi.” [72]
Cenabı Allah kudret ve rahmetini, nimet ve, hikmetini açıklamak yaratıklara marifetini göstermek istediği için bunu yapmıştır. Yüce Alah başka bir âyet-i kerîme’de de şöyle buyuruyor:
“Ben insan ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” [73]
Buradaki ibadet etsinler sözünden maksat, beni bilsinler için demektir. İnsan ve cinlerin özellikle zikredilmesi, cinsleri itibariyle Allah Teâlâ’yı celâl ve cemal sıfatı ile bildikleri için olsa gerektir. Bir Hadîs-i Kudsî’de ise Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, beni bilmeleri için de halkı yarattım.” [74]
Yani Allah bilinmeye muhtaç olduğu için değil, kendileri için dilediği sevabı bu bilmek sebebiyle vermesi için yaratmıştır. Allah ise kimseye muhtaç değildir.
Doğrusu[75] Tekvin sıfatı Allah’ın ezelî sıfatıdır. Çünkü akıl ve nakil Allah Teâlâ’nın bu âlemin yaratıcısı olduğunda ve me’haz-i iştikak bulunmadan bir şeye müştak adı verilemeyeceği hususunda ittifah için ezelde ve ebedde sabit olan bir sıfattır. İlkinin hadis olması sebebiyle yaratılanlar da hadistir, yâni ezelî değildir. İlim, kudret ve kadim olan diğer sıfatlarda olduğu gibi. Bu sıfatların kadîm olmasından, tâalluk ettikleri yaratıkların da kadim olması lâzım gelmediği gibi Tekvin sıfatının tâallukundan dolayı yaratılanların da kadim olması gerekmez.
Sonra İmam Âzam Hazretleri zatî ye fi’lî sıfatlardan bazılarını getirmiştir, diğer illet sıfatlarından bahsetmemiştir. Zira meşhur ve açık olan bu fi’lî ve zatî sıfatlan bilmek, Allahı’n varlığını ve sıfatlarını tanımak için yeterlidir.
Fahr’ul-İslâm Ali el-Pezdevî, “Usül-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor: İman ile İslâm’ın açıklaması, Allah Teâlâ’yı olduğu gibi sıfatları ve isimleri ile ikrar ve tasdik etmektir; hükümlerine boyun eğmek, şeriatlarını kabul etmektir. Bu tasdik ve kabul de iki türlü olur. Biri müslümanlar arasında doğup büyümek ve ana-badadan hangisi nıüslümansa ona bakarak müslümanlığın sabit olmasıdır. İkincisi ise müslümanlığını tasdikini kendi ifadesiyle beyan etmek ve Allah’ı olduğu gibi vasıflandırmak suretiyle sabittir. Ancak bu bir kemal derecesidir. Şartlarını tam olarak yerine getirmek mümkün değil dir. Zira halkı Hakk’ın vasıfları ile bilmek, tefsir ve anlatış bakımından farklıdır. Kemal’in şartı bir güçlük ve muhal’in bulunmamasıdır. Bu da söylediğimiz gibi tasdik ve ikrarın icmali olarak sabit olmasıdır. Her ne kadar icmalen inandıklarını tefsir ve beyan etmekten âciz olsa da, kul icmali olarak tasdik ederse bu iman kemâl olur. Biz bu sebeple deriz ki; tasdikte vacib olan müminden Allah’ın sıfatlarının sorulmalıdır. Meselâ; şöyle denilebilir? Allah şu sıfatla vasıflanmış mıdır? Allah’ın Subûti, selbî, zatî ve fiilî sıfatları var mıdır? Eğer evet, derse o müminin nıüslümanlığının kemal derecede olduğu ortaya çıkar. Bu sıfatlar kendisinden sorulduğu halde Allah’ı kendine lâyık olan sıfatlarla vasıflamayı bilmeyen kişi mü’min değildir. Bu sebepten İmam Muhammed “el- Camiu’l-Kebîr” adlı kitabında, müslüman anababadan olma küçük bir kız çocuğu nikâhlansa bulûğ çağına girince İslâm’ı anlatamasa, kocasından talâk-i bâin ile boş olur.
[38] Zuhruf: 43/19.
[39] Sâffât: 37/153-154.
[40] Müminûn: 23/16.
[41] Yasin: 36/77, 78, 79.
[42] Tirmizî, C: IV, s. 679.
[43] Tirmizî. C: IV, K. 40, H. No: 2577, s. 703.
[44] Nisa: 4/56.
[45] İhlâs: 112/50.
[46] Cin: 72/3.
[47] Enbiyâ: 21/22.
[48] Müminûn: 23/91.
[49] Muhammed: 47/38.
[50] Şûra: 42/11.
[51] Fâtır: 35/15.
[52] Mülk: 67/14.
[53] En’âm: 6/59.
[54] El-Hac: 22/1.
[55] El-Enfâl: 8/23.
[56] El-En’am: 6/28.
[57] El-Mücadele: 58/8.
[58] EI-Bakara: 2/117-60
[59] Şûra: 42/51.
[60] El-İnsan: 76/30.
[61] Fussılet: 41/40.
[62] İbrahim: 14/27.
[63] Mâide: 5/1.
[64] En’ara: 6/125.
[65] El-Bakara: 2/185.
[66] A. Hanbel, Müsned, C. II. s. 248.
[67] El-Bakara: 2/185.
[68] El-Nisâ: 4/164.
[69] El-Bakara: 2/174.
[70] Rahman: 55/29.
[71] En-Neml: 27/88
[72] Rûm: 30/40.
[73] Zâriyât: 51/56.
[74] Kaynağım bulamadım.