Allah’ın sıfatları hakkında nefy ve teşbih kalp hastalıklarındandır. Çünkü kalbî hastalıklar iki türdür. Şüphe hastalığı ve şehvet (arzu) hastalığı. Her ikisi de Kur’ân-ı Kerîm’de söz konusu edilmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Edalı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde hastalık bulunan kimse umutlanır” (ei-Ahzab, 33/32) Bu şehvet hastalığıdır.
Bir başka yerde Yüce Allah: “Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırdı.” (ei-Bakara, 2/10) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: “Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp arttırdı. ‘ (-Tevbe, 9/125) Bu da şüphe hastalığıdır ve şehvet hastalığından daha aşağılatıcıdır, Çünkü şehvet hastalığının şehvetinin gereğini yerine getirmekle şifa bulacağı umulabilir. Şüphe hastalığının ise -eğer Yüce Allah o kimseye rahmetiyle yetişmeyecek olursa-şifası yoktur.
Sıfatlar ile ilgili meseledeki şüphe hastalığı ise sıfatların nefyedilmesi ve teşbihidir. Nefy şüphesi de teşbih şüphesinden daha aşağlılık bir şüphedir. Çünkü nefy şüphesi hem Rasûlun getirdiklerini yalanlamak, hem de reddetmektir. Teşbih şüphesi ise Allah Rasûlünün getirdiklerinde aşırıya gidip, haddi aşmaktır. Yüce Allah’ın yaratıklarına benzetilmesi ise bir küfürdür, çünkü O: “O’nun gibi hiçbir şey yoktur” (eş–şûrâ, 42/11) diye buyurmaktadır. Sıfatların nefyedilmesi de küfürdür, zira Yüce Allah: “O herşeyi işitendir, herşeyi görendir” (eş–şura, 42/11) diye buyurmaktadır.
Teşbih’in İki Çeşidi
Bu teşbih’in iki çeşidinden birisidir, çünkü teşbih iki türlüdür. Birisi yaratıcıyı yaratılmışa benzetmektir, işte kelam’cılann reddetmek ve iptal etmek (çürütmek) için çalışıp durdukları teşbih budur, insanlar arasında bu teşbih’e yönelenler ikinci tür teşbihle bulunanlara göre daha azdır.
ikincileri ise yaratılmışı yaratana benzetirler. Mesih’e ibadet edenler, Uzeyr’e, güneşe, ay’a, putlara, meleklere, ateşe, suya, buzağıya, kabirlere, cinlere ve buna benzer sair varlıklara ibadet edenler, hep bu kabildendir. İşte peygamberlerin kendilerine gönderildiği ve kendilerini Allah’a hiçbir şey ortak koş-
maksızın bir ve tek olarak ibadet etmeye davet ettikleri kimseler bunlardır.
“Şüphesiz ki Yüce ve Celil olan Rabbimiz vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur. Bir ve tek olmak vasıflarına sahiptir. Yaratıklar arasında O’nun (sıfatlarındaki manaya sahip) gibi hiçbir kimse yoktur.”
Yüce Allah’ın Tenzihi
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, Yüce Rabbin tenzih’inin kendi zatını olumlu ya da olumsuz olarak vasfettiği şekilde bilmekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Onun buradaki ifadeleri İhlas suresinin manasından alınmıştır.
‘Vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur” sözleri Yüce Allah’ın: “De kî: Û Allah’tır, bir ve tek’tir” buyruğundan alınmıştır.
“Bir ve tek olmanın vasıflarına sahiptir” sözleri ise Yüce Allah’ın: “Allah Sa-med’dir, doğurmamıştır, doğurulmamıştır” buyruğundan; “mahlukat arasından hiçbir kimse O’nun gibi değildir” sözleri de Yüce Allah’ın: “Ve hiç kimse O’nun benzen ve dengi değildir’ buyruğundan alınmıştır. Aynı zamanda bu ifadeler daha önce geçen sıfatların isbatı ve leşbih’in nefyedilmesi ile ilgili ifadeleri de pekiştirmektedir.
Vasıf ve nât ise eş anlamlı iki kelimedir. (Tercümeden de anlaşıldığı gibi.) Anlamlarının birbirlerine yakın olduğu da söylenmiştir. Buna göre vasıf zat hakkında kullanılır, nât ise fiil hakkında kullanılır.
Vahdaniyet ile ferdaniyet de (bir ve tek olmak) böyledir. Aralarında fark olduğu da söylenmiştir. Buna göre vahdaniyet zat içindir, ferdanıyet de sıfatlar içindir.
O halde Yüce Allah zatında bir ve tek, sıfatlarında da eşsizdir. Bu mana ise gerçektir, bu konuda hiçbir kimsenin tartışması yoktur. Fakat kullanılan ifadelerde bir çeşit tekrar vardır. Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- akidesinde buna benzer bir kaç yerde tekrarı vardır.
Yüce Allah’ın: ‘Hiçbir şey O’nun gibi değildir.” (eş–Şura, 42/11) buyruğu Yüce Allah’ın tenzihini ifade etmek bakımından, O’nun: “Yaratıklar arasında O’na benzer hiç bir kimse yoktur” ifadelerinden daha mükemmeldir.
“O. sınırlardan ve nihaî noktalardan yüce ve münezzehtir. Erkân, organ ve araçlardan münezzehtir. Alîı cihet -sonradan yaratılmış diğer mahlukat gibi- O’nu ihata etmez.”
Tahâvî’nin -Aiiah ona rahmet etsin- bu ifadelerini açıklamaya geçmeden önce bir mukaddimede bulunmak istiyorum. O da şudur: Bu gibi lafızların kullanılması hususunda insanların üç farklı görüşü vardır:
Bir kesim bunları kabul etmez Bir başka kesim kabul eder, bir diğeri ise konu ile ilgili etraflı açıklamalarda bulunur. Bunlar ise selefe tabi olanlardır. O bakımdan bu lafızları kullanan bunlarla neyi kastettiğini açıklamadan benimsemediklerini, onlarla neyi nefyettiğini belirtmeden nefyetmediklerini görüyoruz.
Çünkü müteahhirûn nezdinde bu lafızların terim manalarında bir çeşit kapalılık ve müphemlik ortaya çıkmıştır. Diğer terimsel lafızlarda olduğu gibi. Çünkü onların hepsi bu gibi terimleri lafzi manalarında kullanmamaktadırlar.
Bu lafızları kabul etmeyenler bunlarla hakkı da batılı da nefyedebilmekte ve bunları kabul edenlerden benimsemedikleri görüşleri böylelikle nakletmektedirler.
Bu lafızları kabul edenlerin bazılarının kastettiği anlam çerçevesinde ise selefin görüşüne muhalif Kitabın ve mizan’ın (sağlıklı ölçülerin) delil teşkil ettiği hususlara muhalif batıl bir anlama sokabilmededirler. Halbuki bu hususta ne Kitapta, ne de sünnet’te bunların nefyedilmelerine de, isbat (kabul) edilmelerine dair de bir şey varid olmamıştır.
Bizim Aliahu Teâla’yı, kendisinin ve Rasûlünün nitelendirmediği vasıflar ile nefy ya da isbat (olumlu ya da olumsuz olarak vasfetme) hakkımız yoktur. Çünkü bizler ancak tabî kimseleriz, bıd’atçi kimseler değiliz.
O halde bu hususta yani sıfatlar meselesinde konunun iyice tetkik edilmesi gerekir. Allah ve Rasûlünün sabit olarak belirttiklerini biz de kabul ederiz. Allah ve Rasûlünün nefyettiklerini biz de nefyederiz. Nefy ve isbat hususunda nass ile varid olmuş lafızlara bağlı kalarak, Allah ve Rasûlünün isbat ettiği lafız ve manaları biz de kabul ederiz, onların nass’larının reddettikleri lafız ve manaları da reddederiz.
Nass’larda Varid Olmuş Lafızları Kullanmak
Nefyleri de, isbatları da varid olmamış lafızlara gelince, bu lafızları kullananların maksadı incelenmeden mutlak olarak kullanılmazlar, Eğer maksat doğru ise kabul edilir. Şu kadar var ki, bu maksatları nasslarda varid olmuş lafızlarla ifadelendirmek ve gerek olmadıkça mücmel (kapalı) lafızlar kullanma yoluna gitmemek gerekir.
Bu lafızlar kullanılacak olursa, onlarla beraber maksadın ve gereğin ne olduğunu açıklayan karinelerle birlikte kullanılmalıdır Mesela eğer bu hitaplar kullanılmayacak olursa, maksadın tam anlamıyla ifade edilememesi gibi bir durum söz konusu ise. bu gibi lafızları kullanma yoluna gidilebilir.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-buradaki ifadeleriyle Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmek istemiştir. Şüphesiz ki Allah bir cisimdir, O’nun cüssesi ve organları vardır ve buna benzer kanaatler ileri süren Davud el-Cevaribî ve benzerlerinin görüşlerini reddetmektedir. Yüce Allah böylelerinin söylediklerinden alabildiğine yücedir.
Burada Tahâvî’nin nefy’den kastettiği mana, doğrudur. Ancak ondan sonra gelen bir takım kimseler bu nefylerinin genel çerçevesine hak ve batıl olan şeyleri de sokmuşlardır. Bundan dolayı bu hususun açıklanmaya ihtiyacı vardır. Şöyle ki: Selef, insanların Yüce Allah’ın haddini (sınırını, tanımını) bilemeyeceklerini ve O’nun sıfatlarından hiçbirisini aynı şekilde sınırlandırmayacaklarını ittifakla kabul etmişlerdir.
Ebu Davud et-Tayalisl der ki; Süfyan, Şu’be, Hammad b. Zeyd, Hammad b. Seleme, Şerik ve Ebu Avane ne bir had’den söz ederler, ne benzetirler, ne temsil ederlerdi. Onlar hadisi rivayet ederler ve: Nasıl? demezlerdi. Onlara soru sorulacak olursa, bu hususta bildikleri sağlam rivayetlerle cevap verirlerdi. Nitekim ileride Tahavî’nin: “O mahlukatını kendisini kuşatabilmekten yana aciz bırakmıştır” ifadeleri açıklanırken bu husus bir daha ele alınacaktır.
Böylelikle onun maksadının şu olduğu anlaşılmaktadır: Yüce Allah herhangi bir kimse tarafından sınırlarıyla kuşatılmaktan yüce ve münezzehtir. Yoksa bu; O, mahlukatından ayrı değildir, onlardan ayrı bir varlık ve onlardan farklı değildir, manasına kullanılmamıştır.
Rükünler, azalar ve araçlar gibi lafızlara gelince, bunları kabul etmeyenler kafî delillerle sabit bir takım sıfatları da reddetmeye yol edinmektedirler, el ve yüz gibi. Ebu Hanife -Radıyaiiahu anh. ‘el-Fıkhu’l-Ekber’ adlı eserinde şunları söylemektedir: “Onun eli, yüzü ve nefsi vardır. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Ke-rîm’de el’den, yüz ve nefis’ten söz etmektedir. O halde bunlar O’nun keyfiyetleri bilinmez olarak sıfatıdır. O’nun eli, kudreti ve nimeti demektir denilmez. Çünkü o takdirde sıfat iptal edilmiş olur.”
imam (Ebu Hanife -Radıyaliahu an/ı-)ın bu söyledikleri kafî delillerle sabittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendi ellerim/e yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?” (sad, 38/75); “Halbuki kıyamet gününde arz bütünü ile O’nun kabzasındadır. Gökler ise O’nun sağ eli ile durulmuş olacaktır.” (ez-ZOmer, 39/67); “O’nun yüzünden başka herşey helak olacaktır.” (ei-Kasas, 28/88); “Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır.” (er-rahman, 55/27)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sen nefsimde olanı bilirsin ama Ben senin nefsinde olanı bilemem.” (ei-Maide, 5/116); “Rabbiniz kendi nefsi üzerine rahmeti yazdı.” (ei-En’âm, e/54); “Ve seni kendi nefsim için seçtim.” (Tâha, 20/41); “Allah size kendisinden sakınmanızı emrediyor.” (Al-i imran, 3/28)
Şefaat hadisi diye bilinen hadiste de Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseiiem-insanların Âdem’in yanına gideceklerini ve ona şunları söyleyeceklerini bildirmektedir: “Ve Allah seni eliyle yarattı, meleklerine sana secde ettirdi ve sana herşeyin isimlerini öğretti.”1Buhârî4476
El’den kasıt kudrettir, diyenlerin te’villeri doğru değildir. Çünkü Yüce Allah’ın: “Ellerimle yarattığım”(sad, 38/75) buyruğunun kudretimle yarattığım anlamına gelmesi doğru olamaz. Bu doğru kabul edilecek olursa o takdirde İblis’in de: Beni de aynı şekilde kudretinle yarattın. Bundan dolayı onun bana bir üstünlüğü söz konusu değildir, diye cevap vermesi söz konusu olurdu. O bakımdan İblis, kâfir olmasına rağmen Rabbini Cehmiye fırkasından daha iyi tanıyordu.
Onların: “Görmezler mi ki Biz onların faydasına kendi ellerimizle var ettiğimiz davarlar yarattık, işte kendileri bunlara sahiptirler.” (Yasin, 36/71) buyruğunda lehlerine delil olacak bir taraf yoktur, Çünkü Yüce Ailah burada “ellen” çoğul zamirine izafe ettiğinden dolayı, çoğul olarak zikretmiştir k! lafzî olan iki çoğul kelime arasında bir uyum olsun ve böylelikle bu mülkiyete ve azamete delalet etsin. Burada tekil zamire izafe edilerek “iki elimle” diye buyurulmadığı gibi, çoğul zamire eli izafe ederek “iki elimizle” şeklinde de iki lafız da kullanılmamıştır. Buna göre Yüce Allah’ın: “Ellerimizle var ettiğimiz” ifadesi Yüce Allah’ın: “İki elimle yarattım” buyruğunun bir benzeridir.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de aziz ve celil olan Rabbi hakkında şöyle buyurmuştur: “O’nun hicabı nurdur. Eğer O’nu açacak olursa, yüzünün parıltıları man lu katı n d an gözünün ulaştığı herbır şeyi mutlaka yakardı.”2Müslim 179
Bununla birlikte bu sıfatlar hakkında “bunlar organlar, azalar, araçlar yahut rükünlerdir,” denilmez. Çünkü rükün mahiyetin bir parçasıdır. Yüce Allah ise bir ve tek’tir, samed’dir. Asla parçalara ayrılmaz, O bundan yüce ve münezzehtir. Organlarda ise ayırma ve parçalara bölme anlamı vardır, Yüce Allah bundan münezzehtir. Nitekim Yüce Allah’ın: “Onlar Kur’ân’ı azalara (parçalara) ayırdılar.” (ei-Hicr, 15/91) buyruğu da bu kabildendir.
Azalarda, onlar vasıtasıyla kazanmak ve faydalanmak manası vardır. Araçlar da bu şekildedir, bir takım menfaatleri sağlamak ve bir kısım zararları önlemek için onlardan yararlanılır. Bütün bu hususlar ise Yüce Allah’tan uzaktır. Bundan dolayı Yüce Allah’ın sıfatları arasında bunlardan hiç söz edilmez.
O halde şer” lafızların manaları da doğrudur yanlış ihtimallerden uzaktır. Bundan dolayı Allah hakkında nefy ya da isbat kastıyla kullanılacak şer’î lafızlardan uzaklaşmamak lazımdır. Böylelikle fasit herhangi bir mana tesbit edilmesin, doğru herhangi bir mana da nefyedilmesın. Bütün bu mücmel (açık ve net olmayan) lafızlar ise haklı olan tarafından da batıl peşinde olan tarafından da kullanılabilecek durumdadır.
“Cihet” Lafzı
Cihet lafzı ile bazen var olan şey kastedilebilir, bazen de olmayan bir şey kastedilebilir. Bilindiği gibi varlık sadece yaratan ve yaratılandan ibarettir. Eğer “cihet” lafzı ile Yüce Allah’tan başka bir varlık kastediliyor ise o takdirde bu bir mahluktur. Yüce Allah’ı ise hiçbir şey kuşatarnaz, yaratıklarından hiçbir şey O’nu kuşatamaz. O bundan yücedir.
Eğer “cihet” ile olmayan bir şey kastediliyor ve bu da alemin üstünde olarak kabul ediliyor ise şunu belirtelim ki alemin dışında var olan sadece Yüce Allah’tır. Eğer: O bu itibarla bir cihettedir, denilecek olursa bu maksat doğru olabilir. Yanı O, alemin fevkındedir. O bütün mahlukatın nihayetinde, bütün rnahluka-tın üstünde ve onlardan yücedir.
Allah’ın yücelerde oluşunu nefyetmek kastı ile cihet lafzını kabul etmeyenler, delilleri arasında şunları zikrederler. Bütün cihetler (yönler) yaratılmıştır, O ise yaratılmış olan bu yönlerden önce vardır. O’nun bir cihette olduğunu söyleyen kimsenin o takdirde alemin bir parçasının kadim olduğunu kabul etmesi de gerekir, yahut ta Yüce Allah’ın önceleri cihetten müstağni iken, sonradan bir cihette bulunduğunu kabul etmesi gerekir.
Bu ve benzeri lafızlar ancak şunu ifade eder: O mahlukatından hiçbir şeyin içinde değildir. Ona ister cihet adını verelim, ister vermeyelim, elbetteki bu doğru bir kanaattir Ancak cihet var olan bir şey değildir, aksine itibari bir şeydir ve şüphesiz ki cihetlerin sonu yoktur. Sonsuz olan bir şeyde var olmayan bir şey ise yok demektir.
Tahâvî‘nin; “Altı cihet O’nu kuşatamaz” sözünden maksat:
Tahâvî’nın -Allah ona rahme! etsin-: “Diğer rnahlukat gibi altı yön (cihet) O’nu kuşatamaz” sözü mahlukatından hiçbir şey O’nu kuşatamaz demektir ve anlamı itibariyle doğrudur, gerçektir. Aksine O, herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstünde olandır, işte Tahâvî’nin kastettiği mana budur, çünkü ileride o şöyle diyecektir: “O Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir.” İşte; “Diğer yaratıklar gibi altı yön O’nu kuşatamaz” sözleri ile “O herşeyi kuşatandır ve üstündedir” sözlerini bir arada ele alacak olursak, onun maksadının Yüce Allah’ı hiçbir şeyin ihtiva edemediğini, hiçbir şeyin onu kuşatamadığını, O’nun dışındaki yaratıklara benzemediğini, Yüce Allah’ın herşeyi kuşatan ve herşeyin üstünde olduğunu kastettiği anlaşılır.
“Mi’rac haktır. Peygamber -satiaitahu aleyhi vesellem- isra ile (geceleyin) yürütülmüştür. Uyanıkken bedeni ile mi’rac’la semavata yükseltilmiştir. Daha sonra da yüce Allah’ın dilediği Yüceliklere çıkartılmıştır. Allah, ona dilediği ikramlarda bulunmuş ve vahyettiği şeyleri vahyetmiştir. “Kalp gördüğünü yalanlamadı” (en-Necm, 53/11), dünyada da, âhirette de Yüce Allah’ın salât ve selâmı olsun ona.”
Mi’rac (yukarı doğru yükselmek) anlamındaki “el-uruc”dan gelen ve kendisi ile yukarı doğru çıkılan alet anlamındadır. Bu da merdiven ayarında bir şeydir, ancak onun nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu da diğer gayb-ı hususlar hükmündedir. Ona iman eder, keyfiyetini bilmek için ayrıca uğraşmayız.