Aşkın zaman yönüyle üç dönemi
vardır:
Başlangıç, orta ve son dönemler. Başlangıç dönemine gelince işin başında
olan aşığın, şer'an veya kader itibarıyla maşukuna ulaşması imkânsız ise bu
aşktan kurtulmaya çalışması gerekir.
Şayet haram olan aşktan
kurtulamaz ve onda yol almaya devam ederse -ki bu orta ve son dönemlerdir- o
durumda da bunu gizlemesi, insanlara duyurmaması, maşukunu insanlar arasında
rezil ve mahcup etmemesi, şirk ile zulmün ikisini birden işlememesi icap eder.
Buradaki zulüm bedenedir. Zira maşukuna ve onun ailesine verdiği zarar, bazen
mallarına vereceği zarardan büyük olur. Çünkü maşukunu aşkına katıp insanlara
duyurup onu rencide ve rezil ettiğinde insanların bir kısmı inanacak, bir kısmı
inanmayacak. Pek çoğu inanacaktır; çünkü insanların pek çoğu bu konudaki en
küçük şüpheye dahi inanırlar. "Filan filan erkekle veya filan kızla şöyle yaptı"
dense ona bir kişi inanmazsa 999 kişi inanır!
Zaten insanlar arasında şerefi
zedelenmiş aşığın bu konudaki her sözü "kesin doğruluk" ifade eder insanlar
açısından. Hatta birisi başkası
hakkında yalan ve iftirayla bir şey uydursa ona hiç şüphe duymaksızın
inanıverirler. Bunlar tevafuken bir yerde birlikte bulunsalar veya randevuyla ve
kasten bir araya gelseler ve insanlar da bunu görseler hemen konuşurlar. Bu babda zan, şek, şüphe, hayal, vehim ve yalan haberler insanlar için duyularla
bizzat müşahade edilmiş olaylar gibi kesinlik ifade eder. Rasulullah'ın
sevgilisi, pek zevcesi, yedi gök üstünden, Yüce Allah katından temizliği
onaylayan Aişe hakkında, iftira uyduranlar bunu sırf Safvan b. Muattal'ın
ordunun gerisinde tek başına ona yakın yerde olması şüphesine dayanarak
yapmadılar mı?
Yüce Allah temizliğini
açıklamayı, savunmayı, iftiracıları yalanlamayı üstlenmeseydi çok farklı şeyler
olurdu.
Özetle; hayatını
birleştirmesi imkansız birine tutulan kimse ona zulüm ve eziyet eder, ona ve
ailesine düşman kazandırır, bir çok kimsenin karşıdaki hakkında kötü zan
beslemelerine sebep olur. Bir de, korkusundan veya kâr elde etme maksadıyla
aralarında arabuluculuk yapan bir kimseden yardım alır ve onunla iş yaparsa
zulmü yaymış ve işi çığırından çıkarmış olur. Bu durumda aralarındaki arabulucu
da deyyus ve zalim olur. Yüce peygamber rüşvet alan ile veren arasındaki kimseye
lanet ettiğine göre âşık ile maşuk arasındaki birleşmede aracılık yapan deyyusa
ne demeli?
Zira aşık ve aracı, maşuka ve
ona ulaşmak için canına, malına veya ırzına kıyması gereken kimseler zulümde
birbirleriyle yardımlaşırlar. Çünkü aşk çoğu zaman, hayatta olması maksada
ulaşmaya engel kimselerin öldürülmelerini gerektirir.
Öldürülen nice koca, efendi veya
akrabanın kanı bu yüzden akmıştır. Aşk nice kadınların kocalarını, nice köle ve
cariyelerin efendilerine karşı desise ve tuzaklar kurmasına yol açmıştır. Allah
Rasûlü bunu yapana lanet etmiş ondan uzak olduğunu duyurmuştur. Bu en büyük
günahlardandır.
Peygamber, mümin kardeşinin
talip olduğu bir kıza talip olmayı, pazarlık yaptığı bir mala alıcı olmayı
nehyettiğine göre, kişiyle hanımı veya cariyesini ayırıp onlara ulaşmaya çalışan
kimsenin durumu nasıl olur?
Aşıklar ve yardımcı aracılar
bunda hiçbir beis göremezler. Oysa aşığın maşuğuna ulaşma ve kocaya, efendiye
ortak olma çabasındaki "başkasına zulüm" günahı -hiç önemsenmese de- zina ve
fuhuş günahından az değildir. Zina yapan kimse buna tevbe edip bıraksa da,
haklarını çiğnediği kimselerden helâllik dilemesi gerekir. Çünkü tevbe Allah'ın
hakkım kaldırsa da kul hakkı baki kalır; onun kıyamet günü hakkını isteme hakkı
vardır. Kişi yaptığı fuhuşla babayla, ciğerparesi ve kendinden daha değerli
varlığı olan evladını ayırmak suretiyle haksızlık yapar. Kocaya, sevgili hanımım
elinden alma, kalbini ondan çalma suretiyle zulüm yapar. Bu zulüm ve haksızlık
onların mallarının tümünü ellerinden almaktan daha büyüktür. O yüzden bu,
kişiye, elinden malı alınmış olmaktan daha çok acı ve ızdırap verir. Bu onun
için öldürülmeye denktir. Acaba böylesi fuhuştan daha büyük bir günah var mıdır?
Bu zulüm eğer Allah yolunda
savaşa çıkmış birine yapılırsa; peygamberin haber verdiğine göre yapan kimse
kıyamet günü öbürüne getirilir ve "Onun sevaplarından dilediğini al" denilir.
Peygamber sonra "Ne düşünürsünüz?" buyurmuştur. Yani, "Ne dersiniz, ondan
kendine hiçbir sevap kalır mı?"
Karşıdaki eğer kişinin
komşusunun hanımı veya namahremi ise zulüm artar ve kat kat olur. Çünkü buna
komşuya eziyet ve "akrabayla ilişkiyi kesmek" günahları eklenmiş olur.
Akrabalarıyla ilişkisini kesen, komşusunun namusunu zedeleyen kimseler de
cennete giremezler.
Aşık maşukuna ulaşmak için
cinden yardım alıp sihir yapar, onu bazı işlerde kullanırsa şirk ve zulmüne
"sihir küfrü" eklenir. Bunu kendisi yapmaz ama yapana razı olursa küfre rıza
göstermiş, maksadına ulaşma yolunda ona buğuz beslememiş olur. O da küfürden
uzak bir şey değildir.
Özetle bu hususta "yardımlaşma" Kur'an'da yasaklanan "günah ve düşmanlıkta yardımlaşma"
babından bir
yardımlaşmadır.
Aşığın maksadına ulaşırken
ortaya çıkan ve zararı başkalarına ulaşan zulüm ve haksızlık ise açık bir
şeydir. Çünkü maşukundan istediklerini elde ettiğinde maşukunun ondan birtakım
yardım talepleri olacak, o da bunları yapmak zorunda kalacak, böylece âşık ve mâşuğun her
biri, diğerine zulüm ve haksızlıkta yardımcılar haline dönüşecektir. Maşuk
aşığına, akrabaları, efendisi ve kocası gibi onunla bağlan olan kimselere
zulümde yardımcı olurken; aşık da maşuğuna, birlikteliklerinin zarar açacağı
kimselere zulümde destekçi olur. Sonuçta her biri diğerine, insanlara zulmü
içeren maksat ve hedeflerine ulaşmada yardımcı olur. Böylece bu zulümdeki
yardımlaşma sonucu ortaya çıkan çirkinlikler sebebiyle zulüm ve haksızlıklar
meydana gelir. Nitekim âşık ile maşuk arasındaki doğal ilişki olarak âşık
maşukuna zulüm, haksızlık ve taşkınlık içeren yardımlarda bulunur. Lâyık
olmadığı makama getirmeye çalıştığı, helâl olmayan yollardan kazanç sağlaması
için çalıştığı olur. Maşuku ile başkası birbiriyle çekişseler veya birbirlerini
şikâyet etseler, zalim olsun mazlum olsun maşuğundan yana olur. Maşuğuna
ulaştırmak için türlü türlü hilelerle insanların mallarını aldığı, bu yolda
hırsızlık, gasp, ihanet, yalan yemin, yol kesme vb. yollara başvurduğu, hatta
malını alıp maşukuna ulaştırmak için Allah'ın (c.c.) haram kıldığı cana kastedip
öldürdüğü olur.
Bu ve daha nice âfetler aşktan
doğar. Aşkın kişiyi apaçık küfre götürdüğü dahi olur. İslâm üzere yetişmiş, ama
aşkları yüzünden hristiyan olmuş insanlar vardır. Örneğin bir müezzin karşıdaki
damın üzerinde güzel bir kız gördü ve ona vuruldu. Hemen kızın yanına vardı ve
ondan murad istedi. Kız ise "Ben hristiyanım, dinime girersen seninle evlenirim"
dedi. O da kabul edip hristiyan oldu. Aynı gün evlerinde iken bir ara damlarına
çıktığında, düştü ve öldü. Bu hadiseyi Abdulhak "Kitab el-Âkibe"
eserinde
zikretmiştir.
Hristiyanlar ellerindeki esiri
hristiyan yapmak istediklerinde ona güzel kızlarını gösterir ve ona, adama ümit
verecek tarzda davranmasını emrederler. O esire Kızın sevgisi kalbinde yer
ettiği vakit, dinlerine girme şartıyla kızlarını verirler. İşte o anda:
"Allah
iman etmişleri dünya hayatında ve ahirette sağlam sözle sabit tutar ve Allah
zalimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar" (İbrahim, 27)
Aşkta âşık ve maşukun herbirinin;
hem fuhuşta yardımcı olması hasebiyle arkadaşına yaptığı zulüm ve haksızlığın
yanında hem de kendi nefsine yaptığı zulmü vardır. Böylece her iki taraf hem kendisine hem de
başkasına zulmeder. Daha önce geçtiği gibi bu zulümleri başkalarına da ulaşır.
Bunlardan en büyüğü de düştükleri şirk sebebiyle yaptıkları zulümdür. Böylece
aşk zulmün her çeşidini kapsar.
Maşuk Allah'tan korkmazsa
âşığını helâka sürükler. Ona süslenir, her türlü vesileyle kendisine meylettirir
ve bağlar. Sonunda elinden malını alır, ondan faydalanır, ama ihtiyacını görüp
tamahkârlığı sona erer korkusuyla kendisiyle ilişkiye girmesine izin vermez.
Böylece ona türlü türlü işkence yapar.
Âşık, özellikle başkasını kabul
ettiğinde maşuğunu öldürebilir. Aşk nedeniyle iki taraftan nice öldürülenler
olur. Aşk nicelerini nimetlerden mahrum etmiş, nice zenginleri fakir etmiş, nice
makamlardan alaşağı etmiş, nicelerini perişan etmiş, nice yuvaları yıkmış ve
çocuklarını perişan etmiştir. Zira kadın, kocasının bir kadına aşık olduğunu
gördüğünde o da kendisine bir maşuk edinir. Sonunda durum boşanma ile deyyusluk
arasında tercih noktasına varır. Kimisi ilkini, kimisi de ikincisini tercih
eder.
İşte akıllı kimseye düşen, bu
zarar ve ziyanların hepsine, çoğuna veya bazısına uğramaması için güzellere
kapılıp âşık olmamasıdır. Bunu yapan kendisine karşı ihmalce davranmış,
kendisini aldatmış olur. Helak olursa bunu kendi eliyle yapmıştır. Şayet
maşukunun yüzüne tekrar tekrar bakışları, ona ulaşma tamahkârlığı olmasaydı aşkı
kalbinde yer etmeyecekti. Çünkü aşkın ilk basamağı ve sebebi, görüp veya duyup
karşıdakinden hoşlanmaktır. Şayet buna, karşıdaki ulaşma isteği eklenmez,
bilakis ümitsizlik hakim olursa onda aşk oluşmaz. Eğer kalbinde bir tamahkârlık
ve istek doğar, ama bu onu aklından atar, kalbini onunla meşgul etmezse aşk ona
yine bir şey yapmaz. Maşukun güzelliklerini uzun uzun hayallese bile, içinde bu
zevkten daha büyük cehenneme girmek, güçlü Allah'tan ve günah işlemekten korkmak
gibi bir korku bulunur, bu korku o ümit arzu ve düşüncelerine galebe çalarsa
onda yine aşk olmaz. Dini korkusu bulunmazsa, ama can ve malının kaybolması,
şerefinin gitmesi, insanlar nezdindeki kariyerinin kaybolması, değer verdiği
insanların gözünden düşmesi gibi korkuları olur ve bu korkuları aşka iten
etmenlere galebe çalarsa, yine onu defeder. Bunun gibi, maşuk'tan daha çok
sevdiği bir sevgilisini kaybetmekten korkar ve onun
sevgisini bu maşukun sevgisinin önüne geçirirse bu aşk yine ondan yok olur
gider. Bu etmenlerin hiçbiri bulunmaz ve maşukun sevgisi galebe çalarsa, işte o
vakit âşık olur. Kalp herşeyiyle bağlanır, nefis tamamiyle meyleder.
Soru: Aşkın afet, zarar, ve
olumsuzluklarını dile getirdiniz. Bir de kalbi yumuşatması, nefsi rahatlatması
ve ağırlığını gidermesi, nefsi terbiye etmesi, cesaret, cömertlik, mürüvvet,
yakınlara iyilik ve hoşgörü gibi güzel ahlâk meziyetlerine iletmesi gibi
faydalarından bahsetsenize!
Nitekim Yahya b. Muaz er-Râzî'ye
"Oğlun filan kıza âşık oldu" denildiğinde, "Onu insanoğlu fıtratına ulaştıran
Allah'a hamdolsun!" demiştir.
Bir zat: "Aşk cömert ve
asillerin gönüllerinin devasıdır." demiştir.
Bir başkası: Aşk ancak ya büyük
bir mürüvvet ve temiz bir ahlak sahibi kimseye veya güzel bir dil ile tam bir
iyiliğe sahip insana, ya da büyük bir ahlak ve göz alıcı güzelliğe sahip kimseye
yaraşır, der.
Bir diğeri: Aşk korkağı yürekli
yapar, aptalın zihnini cilalar cimrinin elini cömert hale getirir, hükümdarın
zorbalıklarını kırar, çirkin ahlâkı yok eder. O yalnızın yârânı, dostsuzun
dostudur, der.
Bir başkası şöyle der: Aşk
ağırlıkları giderir, ruhu zarifleştirir, kalbin bulanıklığını temizler, asilce
davranışlara iter. Şairin de dediği gibi:
Size çok şefkatli,
merhametlidir.
Aşkına bir zarar gelse
ölür-parçalanır.
Şereflidir, onu ancak sırrı
öldürür.
Senin hakkında sorulsa
bilmiyormuş gibi davranır.
Arzular ki hasta olarak
akşamlasa,
Bunu duyup onunla
haberleşsin.
Yüceleri elde etmek için
iyilik yapmaya can atar.
Bir gün Leyla'nın yanında
şerefi söner diye.
İşte bu aşk kişiyi güzel
ahlaka iter.
Hikmet ehlinden birisi: Aşk
nefsi arındırır, ahlâkı güzelleştirir. Açığa vurulması doğal, gizlenmesi ise
yapmacık bir harekettir, der.
Bir başkası şöyle demiştir:
Nefsi sesten ve güzel yüzden etkilenmeyenin fıtratı bozuktur, tedaviye ihtiyacı
vardır.
Şair derki:
Hiç âşık olmamış, aşk nedir
bilmemişsen
Senin dünya nimetlerinde
hiçbir nasibin yok demektir.
Bir şair de şöyle der:
Sen hiç âşık olmamış, aşk nedir
bilmemişsen,
Seninle çöldeki deve aynısınız.
Bir şair şöyle der:
Sen hiç âşık olmamış, aşk nedir
bilmemişsen
Git de otlan; zira sen eşeksin.
İffetli ve namuslu bir aşık
şöyle demiştir: İffetli olun ki şeref kazanasınız, âşık olun ki sahip olasınız.
Âşığın birine "Sevdiğinle
başbaşa kaldığında ne yaparsın?" diye sordular. "Göz uçlarımı yüzünde
nazlandırır, kalbimi onunla sohbet etmek ve konuşmak suretiyle rahatlatır,
açılmasını istemediği şeyi örter, kötü hareketlerde bulunarak aramızdaki misakı
bozmam" dedi. Sonra şu şiiri söyledi.
Başbaşa kalırım ama dokunmam
ona.
Şerefimden ve dinî
korkularımdan dolayı.
Ben o aşıklardan değilim.
Susuzluğunun zevkini yaşayan,
ama sabredip tatmayan
Kimsenin elindeki su gibi o.
Ebû İshâk b. İbrahim
şöyle der:
Âşıkların ruhları şeffaf ve hoş
kokulu, bedenleri ince ve hafiftir. Onlarla birliktelik yalnızlığı giderir, sözleri ölülerin
kalplerini diriltir, akıllarını artırır. Aşk ve sevda olmasaydı dünya
nimetlerinin tadı olmazdı.
Bir başkası şöyle der:
Yiyecekler ve bedenlerin gıdası olduğu gibi aşk da ruhların gıdasıdır: Tamamen
terkedersen zarar verir, çok alırsan öldürür.
Bu hususta şair şöyle demiştir:
Dostum! büyük lezzet vardır,
sevgide,
Hem dâimi şifalar ve hem
kederler vardır, Onda;
Onsuz hayat hoş olmaz.
Yaşam ancak sevgiliyle
tatlıdır.
Aşksız dünyada hayır yoktur.
Sevgilinin olmadığı
nimetlerde de,
Harâitî, Ebû Gassân'dan şu olayı
nakleder:
Hz. Ebû Bekir şu şiiri söyleyen bir cariyenin yanından geçti:
Aşık oldum o selvi boylu
delikanlıya
Büyüledi beni, aklımı başımdan
aldı.
Ebû Bekir (r.a.)
"Sen hür müsün
cariye misin?" diye sordu. O:
Cariyeyim, dedi. Hz. Ebû Bekir'in yemin ettirmesi
üzerine cariye şöyle dedi:
Ben aşkın kalbiyle oynadığı,
Kasım oğlu Muhammed'in, Sevgisinin kurbanı bir zavallıyım.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir onu
efendisinden satın aldı ve Cafer-i Tayyar'ın torun olan Muhammed b. Kâsım'a
gönderdi ve:
"Bunlar erkekler için fitne ve belâdır. Vallahi onlar yüzünden nice
asiller ölmüş, nice sağlamlar sakatlanmıştır." dedi.
Bir cariye Hz. Osman'a geldi ve
ensardan olan efendisi hakkında şikâyette bulundu. Osman ona "Hikâyen nedir?"
diye sordu. O:
"Ey mü'minlerin emîri, onun yeğenine aşık oldum. Ama o bize hiç
kulak asmıyor" dedi.
Hz. Osman adamı çağırttı
ve:
"Ya onu yeğenine hediye et.
Ya da sana kendi malımdan parasını vereyim" dedi. Adam:
Ey mü'minlerin emîri,
seni şahit kılıyorum ki onu yeğenime verdim.
Biz fuhşa yol açan aşktan
bahsetmiyoruz. Dinî duygular iffet ve şerefi harama müsaade etmeyecek, Allah'la
ve maşukuyla olan güzel ilişkisini kirletmeyecek kadar güçlü olan zarif insanın
iffetli aşkından bahsediyoruz. Bu ise değerli selefin ve önder insanların
aşkıdır. Örneğin yedi büyük fakihlerden biri olan Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe
b. Mes'ud aşık olmuş, aşkı her yerde duyulmuş, ancak onu tenkit eden olmamış, o
da kendisim ayıplayanı zâlim saymıştır.
Bir şiirinde şöyle der:
Aşkını gizledin, zarar
gördün.
Seni yerenler oldu, yermeleri
bir zulüm.
Düşmanların yerdi, karaladı
seni,
Nefsin de yermişti; gizlemek
fayda verir mi?
Günah sayarak sevgiliye
yaklaşmaktan kaçındın.
Hayır asıl sevgiliden ayrı
durmak günah
Hicranın acısını tad bakalım:
Onu bir erdem sayardın.
Ama iyi bil ki: zan bazen
yanılır.
Bir başka örnek Ömer b.
Abdülaziz'dir. Onun hanımı Fatıma'nın cariyesi ile olan aşkı meşhurdur. Söz
konusu cariye son derece güzeldi ve Ömer ondan hoşlanıyordu. Onu hanımından
istiyor, kendisine hibe etmesi için gayret gösteriyor, ama hanım bunu kabul
etmiyordu. Cariye Ömer'in gönlünde yer etmişti bir kere. Ömer halife seçilince
hanımı cariyeye kendisine çeki düzen vermesini emretti. Cariye emsalleri
arasında güzellikte örnek gösterilirdi. Kadın, kocası Ömer'in yanına gitti ve:
"Ey mü'minlerin emiri! Filan cariyemden hoşlanıyordun! Onu benden istemiş, ben
de reddetmiştim. Şimdi ise onun senin olmasına gönlüm razı oldu" dedi.
Bunu
söyler söylemez. Ömer'in yüzünde sevinç belirdi ve "Öyleyse hemen getir" dedi.
Cariyeyi getirdiğinde ondan daha
da hoşlandı. "Elbiseni üzerinden at" dedi, o da yaptı. Sonra ona:
"Yavaş, yavaş... Bana anlat
bakalım: kimin cariyesiydin, Fatıma'ya nereden geldin?" dedi.
Cariye şöyle anlattı:
Haccâc Kûfe'deki valisine bir takım cezalar verdi. Ben de
o valinin cariyesiydim. Haccâc beni aldı ve Halife Abdulmelik'e gönderdi, o da
Fatıma'ya verdi.
Ömer. "O vali ne oldu?" dedi.
Cariye "Öldü" dedi.
"hiç bir
çocuk bıraktı mı ardında?" diye sordu,
"Evet" dedi.
"Durumları nasıl?" dedi.
"Kötü" diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ömer ona "Elbiseni giy ve yerine git"
dedi.
Sonra Irak'taki valisine "Bana postayla filan oğlu filanı gönder" dedi.
Genç gelince ona "Haccâc'ın babandan aldığı herşeyi söyle" dedi.
Ne söylediyse
hepsini ona verdi. Sonra ona cariyenin verilmesini emretti, "Sakın ona yaklaşma;
baban ona dokunmuş olabilir" dedi.
Genç "O senin olsun ey mü'minlerin emîri"
dedi.
Ömer "Ona ihtiyacım yok" dedi.
Genç "Öyleyse onu benden satın al" dedi.
Ömer "O durumda nefsini heva ve heveslerinden alıkoyan kimselerden olmam" dedi.
Cariye oradan ayrılırken "Aşkın nerede ey mü'minlerin
emiri?" dedi.
Ömer "Önceki gibi, o daha da
arttı" dedi. Ömer o cariyeyi ölene kadar unutmadı. Allah ona rahmet eylesin.
Bir örnek de Fıkıh, Hadis,
tefsir ve Edebiyat gibi ilim dallarında isim yapmış, büyük âlimlerden Ebû Bekir
Muhammed b. Davud Zâhirî'dir. Onun aşkı da meşhurdur.
Nıfteveyh der ki:
Ölüm
hastalığında ziyaretine gittiğimde "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordum.
"O bildiğinin sevgili beni bu hale getirdi" dedi.
"Elinde olduğu halde ondan
nazlanmanı engelleyen nedir?" dedim. Şöyle dedi:
Hazlanma iki türlüdür. Birisi
mubah yüze bakmak, diğeri ise yasaklanmış hazlanma. Mubah yüze bakmak... Beni bu
hale o getirdi zaten! Yasaklanmış hazlanmaya gelince; beni ondan engelleyen
babamın bana Ebû Süveyd b. Saîd'den, onun Mesher'den, onun Ebû Yahya el-Kattâb'tan,
onun Mücahid'den, Onun İbn Abbas'tan, onun da Allah Rasûlü'nden aktardığı şu
hadis:
"Her kim âşık
olur, onu gizler, iffetini korur, sabrederse Allah onu bağışlar ve cennetine
koyar."
Sonra şu şiirini söyledi:
Bak gözlerine; büyü akıyor
içinde.
Şu iri ve siyah gözlere bak.
Yanaklarına sarkmış şu saçlara
bak:
Fildişi üzerinde yürüyen
karıncalar sanki
Sonra şu şiirini söyledi:
Ne diye yanaklarındaki siyahlığı
bir kusur sayıyorlar da
Dallardaki gülü garipsemiyorlar.
Yanağının kusuru saçlarının
soğukluğu ise,
Gözlerin kusuru da
kirpikleridir!
Ona: Fıkıh'ta kıyası reddedip,
şerli şeylerde kabul mü ettin? dedim. "Aşkın galebesi ve nefsin duyguları itti
beni ona" dedi. Sonra o gece öldü. Kitabu'z Zehra (Çiçek kitabı) isimli kitabını
maşuku için yazmıştı.
Şu söz ona aittir: Her kim âşık
olduğu kimseden ümidini keser ve o anda ölmezse perişan olur. Bu ümitsizlik
dehşeti duygusunun ilk basamağıdır, kalbi hazırlıksız halde yakalar. İkinci kez
uğradığında ise kalp ona biraz alışmıştır.
O ve Ebû Abbâs b. Seriyye, vezir
Ebû Hasan Ali b. İsa'nın meclisinde karşılaştılar. İslâm hukukundaki bir konu
hakkında tartıştılar. Ebû Abbas ona:
Sen "Gözlerini dikip bakanın pişmanlıkları
çoğalıyor" diyen değil misin? O sahadaki sözlerin Fıkıhtaki sözlerinden daha
ustaca, dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir Zahirî şöyle dedi:
Öyleyse şunları da işit benden:
Gözlerimi güzellikler
bahçesinden korur,
Nefsimi haram işlemekten
men'ederim.
Aşkın öyle bir ağır yükü var
ki üzerim de.
Yalçın kayalara düşse
paramparça ederim.
Gözlerim gönlümdekilerin
tercümanı.
Onun aşkını çalmamış olsaydım
dile gelir konuşurlardı.
Bakıyorum da herkes aşk
iddiasında
Ama doğru-düzgün hiç bir
sevgi göremiyorum.
Bunun üzerine Ebû Abbâs
ona şöyle dedi:
Bana neyle övünüyorsun? İstersem
ben de söylerim, işte dinle:
Sesi saf bal gibi tatlı.
Nefsimi hazlarından
menediyorum.
O güzellik, tatlılık ve hoş
sohbet.
Gözlerimi yanaklarına
bakmadan alıkoyuyorum.
Ebû Abbas şöyle dedi:
Buna cevabım senin şu sözüne
cevabın gibi:
Gözlerimi güzellikler
bahçesinden korur.
Nefsimi haram işlemekten menederim.
Bunun üzerine vezir güldü ve
"Bugün tüm zerafet ve nüktedanlığınız üzerinizde" dedi. Bunu Hatib-i Bağdadi,
Tarih'inde zikretmiştir.
Bir gün sonra fetva sorusu
içeren şu şiir ulaştı:
Ey Davud'un oğlu, ey Irak'ın
fakihi
Öldüren bakışlar hakkında bize
fetva ver.
Onun bu hareketi günah mı
Yoksa helâl mi ona aşıkların
kanı!
Davud da bu beyitlerin altını şu
beyitleri yazıp gönderdi:
Aşıkların sorularına bende
cevaplar var.
Dinle onları yüreği yara ve
hasretliden,
Aşktan sual edince beni
heyecanlandırdın.
Akmayan göz yaşlarımı akıttın.
Bir maşuk bir âşığa acı
çektiriyorsa
O, aşıkların en şanslısıdır.
"Menâzilu'l-Ahbâb"
kitabının yazarı Şihâbuddîn Muhammed b. Selmân b. Fehd -ki aynı zamanda
"Kitabu'l -İnşâ" kitabının yazarıdır- derki:
Ben de bu iki şiire cevaben,
aynı kafiyeyle şu beyitleri yazdım:
Bakışlarını sual edene deki
Onlar âşıkları yermekle
meşguller.
insanların elindeki kılıcın
bir günahı yok,
Dökülen kanı durdurmak için
çekilmişse.
Bakış kılıçları affedilmeye
daha layık
Aşıklara yaptığı
cinayetlerinden.
Zira, öldürülenler hepsinde şehiddirler.
O yüzden hayattadır; ama
kurtlar yemiş bitirmiştir mezarda
Bunun sebebi zamanın Hanbelî
mezhebinin önde gelenlerinden Ebû Hattab Mahfuz b. Ahmed el-Kelûzânî'ye gelen şu
sorudur:
Sor İmam Ebû Hattab'a bir
mesele.
Fetvaya lâyık yok ondan başka.
Gönlüne takıldığından beri bir
güzel
Namazında gevşemiş adam
hakkındı.
Ebû Hattab kağıdın altına şunu
yazıp gönderdi.
Onu dinlediğimde gönlüm
sevindi.
Kulluğundan uzaklaştığın zat
Büyük bir zattır; eğil
önünden onun.
Tevbe eder, kulluğunu yerine
getirirsen
Allah'ın rahmeti günahlarını
da maşukunu da kuşatır.
Abdullah b. Muammer el-Kıysî
der
ki:
Hacca gitmiştim. Bir gece Rasûlullah'ın kabrini ziyaret için Mescid-i
Nebevî'ye gittim. Kabir ile minber arasında otururken birden bir inilti işittim.
Kulak verdim, şöyle diyordu:
Sidr güvercinlerinin
feryatları tasalandırdı,
Sadr bülbülleri endişelendirdi seni.
Yoksa uykunu genç
kız mı kaçırdı,
Sana hayaller, vesveseler hediye eden.
Ey uyuyamamaktan ve
tükenen sabrından
Şikâyetçi ağır hastaya uzadıkça uzayan gece!
Âşığı teslim
ettin öylece
Ateş gibi yanan o aşk ateşine
Bedir de şahid ki ben
Bedir gibi birine aşık ve
tutkunum
Sanmazdım hiç âşık olacağımı.
Bilmezdim; tutulunca anladım.
Sonra ses kesildi. Nereden
geldiğini bulamadım. Biraz sonra ağlama ve inleme sesleri tekrar başladı ve şu
şiir söylendi.
Seni misafir hayâlin kokusu
üzdü.
Gece siyah perçemli,
bulanık...
Senin yangınını aşk
tutuşturdu.
Gözlerini o misafir hayal
fırlattı dışarı.
Karanlık bir okyanus
gibiydiler.
İçinde coşkun dalgaların
çarpıştığı
Bedir gökyüzünde yürüyordu.
O bir kral, yıldızlar ise
birer asker gibi.
Karanlıklar içinde danseden
sevgilinin dansıyla
Üzerinde açık bir sarhoşluk
vardır.
Ey gece çok uzattın aşığa.
Yok onun yardımcısı ve
destekçisi sabahtan başka.
Cevap verdi gece: Düş ve öl,
yok ol.
Bil ki aşk hâli hazırda
yaşadığın zilletindir.
Beyitleri söylemeye başladığında
yanına gitmiştim.
Beni ancak yanına varınca farketti. Karşısındaki gözyaşları iki yanağı üzerinde iki çizgi yapmış bir
delikanlıydı.
Selâm verdim. "Otur, kimsin sen?" dedi.
"Abdullah b. Muammer el-Kaysî"
dedim.
"Bir isteğin mi var?" dedi.
"Evet, Ravza'da oturuyordum, sesinle
irkildim. Kurbanın olayım, neyin var?" dedim.
Başladı anlatmaya:
Ben Utbe b.
Habbâb b. Münzir b. Camüh el-Ensârî. Bir gün Ahzab camisine gidip namaz
kıldım. Sonra biraz yakınında bir yere çekilip oturdum. Birden kayakuşu gibi
salınarak yürüyen bir grup kadın gözüktü. Ortalarında son derece güzel ve tatlı
bir genç kız vardı. Kız gelip başımda durdu ve "Ey Utbe! Seninle buluşmayı
arzulayana ulaşmak istemez misin?" dedi ve gitti. Ardından gittim, aradım. Fakat
ne hakkında bilgi edinebildim, ne de izine rastlayabildim. Şimdi ise şaşkınım;
sürekli gezinip duruyorum" Delikanlı birden çığlık attı ve bayıldı. Sonra
uyandı. Yüzü boyayla boyanmış gibi kıpkırmızıydı. Şu şiirini söyledi.
Uzaktayım ama sizi kalbimle
görüyorum
Acaba siz de kalbinizle beni
uzaktan görüyor musunuz?
Gönlüm ve gözüm sizin
hasretini yaşıyor.
Ruhum sizinle, hep
aklımdasınız.
Sizi görmedikçe hiç bir
şeyden zevk alamayacağım.
Hatta Firdevs'te ebedî cennette olsam da.
Ben "Yeğenim! Rabbine tevbe et
ve günahlarından dolayı bağışlanma dile." dedim.
"Onunla buluşmadıkça gönlüm
durulmayacak" dedi.
Sabaha dek onunla konuştum. Sabah olunca "Hadi kalk, Ahzab
camisine gidelim. Belki Allah seni bu dertten kurtarır" dedim.
"İnşallah, umarım
ki senin itaat ve ibadetlerinin bereketiyle dediğin gibi olur" dedi.
Birlikte Ahzab camisine gittik. Yine şiir söylüyordu:
Yazık oldu adamlara o
çarşamba günü
Yasaklanmışken ne bu neşe, ne
bu zevk
Onun bir sesi dahi beni
öldürmekte.
Ahzab camisine yüzü örtülü
gelmekte.
İnsanlara söylüyor tek
derdinin menfaati olduğunu.
Sevap kazanma kastıyla
gelmediğini.
Şayet sevap için gelseydi
böbürlenerek
Misk sürülü ve boyalı
gelmezdi.
Camide oturduk. Sonra namaz
kıldık. O sırada kadınlar gözüktüler, ama aralarında o kız yoktu. Kadınlar gelip
başında dikildiler ve:
"Ey Utbe sana kavuşmayı isteyen o kalbini kaplamış kız
hakkında ne düşünüyorsun?" dediler.
"Hâli nicedir?" dedi.
"Babası aldı ve
memleketine, Semâve'ye götürdü" dediler.
Ben kızın adını sordum, "Selam
kabilesinden Gatrîf'in kızı Reyyâ" dediler.
Utbe başını kaldırdı ve kadınlara
şöyle dedi:
Dostum, Reyyâ! Olur ya belki
bulurum onu.
Belki Semave beldesinden
ondan gayrisi gitmiştir.
Dostum! Ben ağlamaktan
gözlerimi yitirdim.
Her hangi bir kimsede göz var
mı acaba, ödünç alayım
Gence "Büyük miktarda bir malım
var. Onu namuslu kimselere infak etmek istiyorum. Vallahi arzuna ulaşana ve
tamamen razı olana kadar onu sana harcayacağım. Hadi birlikte Ensar camisine
gidelim" dedim.
Kalkıp birlikte camiye gittik.
Bir grup insan yaklaşıp selam
verdik, selamımızı aldılar. Ben "Ey millet! Utbe ve babasını nasıl bilirsiniz?"
dedim.
"Arapların efendilerindendirler" dediler.
"O bir aşka düşmüş. Sizden tek
ricam Semâve beldesine ulaşmamıza yardımcı olmanız" dedim.
"Başımız üstüne,
pekâlâ" dediler.
Bineklere bindik, onlar da bindiler, Semâve beldesine doğru yol
aldık. Süleym oğullarının evlerine vardığımızda Gatrif'e bizim geldiğimizi haber
verdiler. Gatrîf hemen bizi karşıladı ve "Hoş geldiniz, selam ey efendiler"
dedi.
"Sana da selam, bizi misafir
eder misin?" dedik.
Hoş geldiniz, en cömert eve buyurdunuz" dedi. Sonra
seslendi!
"Ey köleler!. Konukları indirin, eve yerleştirin"
Sergiler, kilimler,
yastıklar serildi, hayvanlar kesildi. Biz "İsteğimizi yerine getirmedikçe
yemeğinden tatmayacağız" dedik. "İsteğiniz nedir?" dedi.
"Değerli kızınızı Münzir oğlu Habab oğlu Utbe'ye istiyoruz" dedik.
"Talip olduğunuz kız dilediğini
seçmekte serbesttir. Gidip haber vereyim" dedi.
Sonra sinirli halde kızının
yanına gitti.
Kızı "Babacığım! ne oldu, kızgın görüyorum seni?" dedi.
Babası "Ensardan
birileri geldi sana talip oldular" dedi.
Kız "Değerli, cömert insanlar. Allah Rasûlü'nün Allah'tan mağfiret dilediği insanlar... Kim için talip oldular?"
dedi.
"Habbâb oğlu Utbe" dedi.
Kız
"Vallahi Utbe hakkında duyduklarım onun vaad ettiğini yerine getiren,
niyetlendiğini gerçekleştiren biri olduğu istikametinde" dedi.
Adam "Onunla
konuşmalar görüşmeler yapmış olduğun belli. O yüzden vallahi seni onunla
evlendirmeyeceğim!" dedi.
Kız "Öyle bir şey olmadı. Fakat yemin ettiğine göre o
"Ensarın kötü bir cevapla çevrilmesi uygun olmaz. Onlara güzel biçimde cevap
ver!" dedi.
Adam "Nasıl?" dedi.
Kız "Çok miktarda mehir iste, o durumda kabul
etmez, bundan vazgeçerler" dedi.
Adam "Ne de güzel söyledin!" dedi. Sonra
yanlarına çıktı.
"Kabilenin söz konusu kızı razı oldu. fakat onun için emsali
kızların mehrini istiyorum. Kim ödeyecek mehrini?" dedi.
Abdullah b. Muammer
"Ben, şimdi istediğini söyle" dedi.
Adam "Bin mıskal altın, yüz elbise ve beş
küp anber esansı" dedi.
Abdullah "Söylediklerinin hepsini kabul ediyorum, kabul
ettin mi?" dedi.
Adam "Evet" dedi. Abdullah devamla şöyle anlatıyor:
Ensardan
bir grup insanı Medine'ye gönderdim, istenenlerin hepsini getirdiler. Sonra
düğün ziyafeti verildi. Bir-kaç gün kaldık.
Sonunda babası "Gelininizi alın
ve götürün" dedi.
Sonra onu tahtırevana bindirdi. Vedalaştık ve
hazırladığı otuz deve yükü eşya ve hediyeyle yola çıktık. Medineye az bir mesafe
kala önümüze Süleym kabilesinden olduklarını sandığım bir grup atlı eşkiya
çıktı. Utbe üzerlerine saldırdı ve onlardan birini öldürdü, birkaçını yaraladı.
Sonra yanımıza döndü. Kan fışkıran bir yarası vardı. Yere düştü, yanağı toprağa
değdi. Atlılar dönüp gittiklerinde utbe ölmüştü.
"Aah Utbe!" diye bağırdık. Bizi
işiten kız kendini deveden atlı ve içi parçalanırcasına çığlık attı ve şu
şiirini söyledi:
Sabretmedim, sabır mücadelesi
verdim.
Nefsime hep "ona
kavuşacaksın" diye teselli verdim.
Ruhum insaf etseydi,
Hemen ölür giderdi.
Benden ve senden sonra kimse
dostuna insaf etmez.
Ve hiçbir can bir canla
uyuşmaz.
Sonra çığlık attı ve öldü. Biz
kabire kazdık ve ikisini de ona defnettik. Sonra Medine'ye döndüm. Yedi yıl
memleketimde kaldıktan sonra Hicaz'a ve Medine'ye gittim. Medine'deyken "Vallahi
Utbe'nin kabrine gidecek ve ziyaret edeceğim!" dedim. Kabrine vardığımda
üzerinde biri kırmızı, diğeri sarı iki örtü bulunan bir ağaçla karşılaştım. Orada
oturanlara:
"Bu ağaç nedir?" dedim.
"Gelin-Güveyi ağacı" dediler.
Aşkı sert dille yeren hadislere
karşı, hasen senetlerle gelen ve aşka izin veren tek şu hadis yeterlidir:
Süveyd
b. Saîd, Ali b. Müshir'den, o Ebû Yahya el-Katât'tan, o Mücahid'den, O da ibn
Abbas'tan, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Her kim âşık olur ve
iffetini koruyup gizler ve ölürse şehid olarak ölür."
Bunu Süveyd ayrıca ibn
Müshir'den, o Hişam b. Urve'den, o babasında, o da Âişe'den gelen rivayette
nakletmiştir.
Hadisi aynı zamanda Hatîb-i Bağdadî, Ezherî'den, o Muâfî b.
Zekeriyyâ'dan, o Kutbe'den, o İbn Fadl'dan, O Ahmed b. Mesruk'tan gelen
rivayetle; Zübeyr b. Bekkâr da Abdulaziz b. Macişûn'dan, o Abdulaziz b. Ebî
Hazım, o İbn ebî Nüceyh, o da Mücahid, o da İbn Abbas'tan, o da Rasûlullah'tan
rivayet etmiştir.
İşte ilklerin ve sonların
efendisi, âlemlerin Rabbi'nin elçisi Hz. Muhammed, kölesi Zeyd b. Hârise'nin
nikâhı altındaki Cahş kızı Zeyneb'e bakmış ve "Kalpleri evirip çeviren Allah'ı
tenzih ederim" demişti. Onu boşamaya niyetlendiğinde Zeyd'e "Allah'tan kork ve
eşini boşama" demiş, o boşayınca da Yüce Allah Zeyneb'i yedi gök
üzerinden, onunla elçisi Muhammed'le evlendirmişti. Zeyneb'in evlendirme velisi Allah idi.
Nikâhını arşının üzerinden kendisi yapmış ve peygamberine şu âyeti indirmişti:
"Hani sen Allah'ın kendisine
ihsan buyurduğu, senin de iyilik ettiğin kimseye "Eşini yanında tut (boşama)
ve Allah'tan kork" diyor. İnsanlardan korkuyor ve içinde Allah'ın açığa vuracağı
şeyi gizliyordun. Oysa Allah kendisinden korkmana daha layıktır." (Ahzâb, 37)
Zühri der ki:
İslâm'daki ilk
sevgi Rasûlullah'ın (Sallallahu aleyhi ve sellem) Âişe'ye sevgisiydi. Mesrûk, Âişe'den
(r.a.) "Allah Rasûlünün sevgilisi" diye bahsederdi.
Abdullah b. Amr'ın kölesi
Ebû
Kays anlatır:
Abdullah b. Amr beni "Rasûllah (Sallallahu aleyhi ve sellem) oruçlu iken hanımlarını öper
miydi?" diye sormam için peygamberin eşi Ümmü Seleme'ye gönderdi.
Ümmü Seleme
"Hayır" diye cevap verdi.
Abdullah:
"Ama Aişe (r.a.), "Rasûlullah oruçlu iken beni
öperdi dedi" deyince, Ümmü Seleme: "Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve
sellem) Aişe'yi gördüğünde
sabredemezdi" dedi.
Saîd b. İbrahim, Âmir b.
Sa'd'dan, o da babasından şöyle rivayet etmiştir:
Halil İbrahim (a.s.) Hacer'e
olan sevgisinden ve ondan ayrılığa sabredememesinden her gün burak üzerinde Şam
diyarından Mekke'ye giderdi.
el-Harâitî kitabında şu hadiseyi
anlatır:
Abdullah b. Ömer (r.a.) Rum cariye satın aldı. Onu çok seviyordu. Bir gün
Abdullah'ın katırından düştü. Abdullah hemen yüzünün tozunu sildi ve öptü.
Cariye zaman zaman ona "Ey Efendi! Sen kalonsun" der, bununla
"Ey efendim! Sen
çok iyi birisin" demek isterdi. Sonra bu cariye ondan firar etti. Buna çok
üzülen Abdullah şu şiirini söyledi:
Kendimi kalon sanıyordum. Ama
çekip gitti o
Bugün anlıyorum ki ben hiç de kalon değilmişim.
İbn Hazm der ki:
Bir çok râşid
halife ve imam âşık olmuştur. Adamın biri Hz. Ömer'e "Ey mü'minlerin emiri! bir
kadın gördüm, ona âşık oldum" dedi.
Hz. Ömer
"O senin elinde olmayan birşeydir"
dedi.
Cevap: Bunu söyleyen kişiye,
cevaben Allah'dan muvaffakiyet dileyerek deriz ki.
Bu konuda konuşurken evvelâ
vakıada olanla caiz olanı, faydalıyla zararlıyı birbirinden ayırt etmemiz, yerme
ve reddetmeyi, kabul ve methetmeyi genelleştirmememiz gerekir. Aşkın hakikati ve
hükmü onunla ilintili şeylere göre açıklık kazanır. Yoksa aşk aşk olarak övülmez
de yerilmez de. Şimdi biz faydalı sevgiyi, sonra zararlı, zalim ve haram sevgiyi
anlatalım.