Burada meşhur bir soru var. O da
şu:
Dua edilen husus kaderde
belirlenmişse, kul dua etse de etmese de o vuku bulacaktır. Eğer kaderde yoksa
kul dua etse de etmese de vuku bulmayacaktır.
Bazıları bu sorunun doğru
olduğunu sanarak duayı terketmiş ve "Duanın hiçbir yaran yok!" demişlerdir.
Bunlar aşırı cehaletlerinin ve sapıklıklarının yanısıra çelişkilidirler. Çünkü
bu düşünce genelleştirildiğinde hiçbir sebep ve vesileye tutunmamayı zorunlu
kılar ve o kişiye şöyle denir:
"Tokluk ve suya kanmışlık
hali senin kaderinde yazılmış ise yesen de yemesen de o gerçekleşecek, kaderde
yazılmamışsa, yesen de yemesen de vuku bulmayacaktır."
"Eğer kaderinde çocuk varsa,
sen hanımınla veya cariyenle cima yapsan da yapmasan da o olacaktır. Eğer bu
kaderinde yoksa o olmayacaktır... Öyle olunca evlenmeye de cariye edinmeye de
ihtiyaç yoktur" Örnekler çoğaltılabilir.
Böyle bir şeyi hiç akıllı biri
veya herhangi bir insan söyleyebilir mi?
Hatta hayvanlar bile hayatları
ve ayakta kalmaları neye bağlıysa o sebeplere tutunma fıtratı üzere
yaratılmışlardır. O halde hayvanlar, tuttukları yol itibariyle daha garip olan
bu insanlardan daha akıllılar.
Bazıları güya kurnazca fikirler
ileri sürerek şöyle demişlerdir:
"Duayla iştigal sadece bir
ibadettir. Allah dua edene sevap ve ödül verir. Fakat duanın, dua edilen hususun
gerçekleşmesinde hiçbir etkisi olmaz."
Bu akıllıya göre kalp ve dille
dua etmek ile etmemek arasında istenilenin vuku bulması açısından hiçbir fark
yoktur. Onlara göre dua sükût gibidir, ondan bir farkı yoktur.
Bunlardan daha akıllı bir grup
da şöyle demiştir:
"Bilakis dua, Allah'ın, kişinin isteğinin kaderinde
bulunduğuna ve dolayısıyla gerçekleşeceğine alâmetten ibarettir. Bu, kışın soğuk
bir günde siyah bir bulut görmen gibidir; bu yağmur (veya kar) yağacağının
delilidir.
Bunlar derler ki:
İbadet ve itaatlerin ödülle, küfrün ve günahların
cezayla ilişkisi de böyledir. Bunlar ödül ve cezanın sebepleri değil, onların
vuku bulacağına sadece işarettirler. Bunlara göre kırmak ile kırılmak, yakmak
ile yanmak, öldürmek ile canın çıkması
arasındaki bağlantıda böyledir. Bunların hiçbiri sebep değildir ve onlarla
sonuçlan arasında hiçbir bağ yoktur. Sadece alelade bir birliktelik sözkonusudur;
sebep yoluyla gerçekleşen etki değildir bu. Bunlar bu görüşleriyle hisse, akla,
fitrata ve diğer akıllılara muhalefet etmişler, diğer akıllıların kendileriyle
alay etmelerine yol açmışlardır.
İşin doğrusunu açıklamak için
deriz ki:
Durum soru soranın söylediği iki
kısımdan (=kader, dua) ibaret değildir. Bilakis üçüncü bir kısım (=bunlar
arasında bir irtibat) vardır. Onu da şöyle açıklayalım:
Kaderde belirlenen şeyler,
sebepleriyle birlikte belirlenirler. Bu sebeplerden biride duadır. Kaderdeki
şey, sebepten soyutlanmış şekilde değil, aynı zaman da sebebiyle birlikte
vardır. Sanki: şu sebebi yaparsa şu olacak, diye yazılmıştır kaderinde.
Dolayısıyla kul sebebi (=vasıtayı) yerine getirdiğinde kaderdeki vuku bulur;
getirmediğinde vuku bulmaz.
Bu, tokluk ve suya kanmaklığın
yeme ve içmeyle birlikte takdir edilmesi (=kaderde belirlenmesi), olacak bebeğin
cinsel ilişkiyle birlikte takdir edilmesi, tahılın tarlaya tohum atmakla takdir
edilmesi, hayvanın canının çıkmasının boğazlanmayla takdir edilmesi, yine bunun
gibi, cennete girmenin salih ameller işlemekle, cehenneme girmenin kötü ameller
işlemekle birlikte takdir edilmesi gibidir. Asıl doğru olan tutum, bu
kısımlandırmadır. Soru soranın anlayıştan mahrum kaldığı ve iyi bir neticeye
ulaşamadığı nokta da budur.
Bu durumda; dua vesilelerin en
güçlülerindendir. Şayet kaderde belirlenen şey duaya bağlanmışsa, duayla
birlikte takdir edilmişse "Duada hiçbir fayda yoktur" demek doğru olmaz;
yeme, içme ve her türlü hareket ve eylemde hiçbir fayda yoktur demenin doğru
olmadığı gibi.
Sebepler arasında duadan daha
faydalı ve arzulananın meydana gelmesinde ondan daha etkili başka bir şey
yoktur. Sahabiler de bu ümmet arasında Allah'ı (c.c.) ve Peygamberi (Sallallahu
aleyhi ve sellem) en iyi
bilen, dinini en iyi tanıyan kimseler olduklarından bu sebebe en çok tutunan,
onun şartlarını ve âdabını en iyi yerine getiren kimselerdi. Hz. Ömer (r.a.)
düşmanlarına karşı duadan destek alırdı. Dua onun en büyük askeriydi.
Arkadaşlarına:
"Çokluktan
dolayı zafere ulaşamazsınız. Ancak gökten gelen yardımla zafere erişirsiniz"
derdi. Yine:
"Ben
duanın kabul olunmayacağı tasasını değil, dua etme tasasını çekiyorum. Çünkü
size dua etme ilham edildikten ve siz onu yaptıktan sonra, "kabul" zaten hemen
onunla birliktedir." derdi.
Şair de bu anlamı alıp şiire
dökmüş ve şöyle demiştir:
"Sen ellerinin cömertliğiyle
umduğuma ulaşmamı dilemeseydin, beni istemeye alıştırmazdın!"
Demek ki her kime dua ilham
edilmişse, onunla, duaya icabet ve duanın gereğinin olması istenmiştir. Zira
yüce Allah:
"Bana dua edin ki size icabet edeyim."
(Gâfir, 60)
"Kullarım sana benden
sorarlarsa (bilsinler ki); ben yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin duasını
kabul ederim." (Bakara, 86) buyurmuştur.
Sünen-i İbn Mâce'de geçen ve Ebû
Hureyre kanalıyla yapılan rivayette Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Allah'tan istemeyene O gazab eder"
Bu, Allah'ın hoşnutluğunun O'ndan istemede
ve O'na itaatte olduğu göstermektedir. Yüce Allah da hoşnut olmuşsa her türlü
hayır O'nun hoşnutluğundadır, her türlü belâ ve musibetin O'nun gazabında -
öfkesinde olduğu gibi.
Ahmed b. Hanbel'in "Zühd"
kitabında zikrettiği bir eser (sahabiî sözü) şöyledir:
"Allah şöyle der: Allah, benim!
Benden başka ibadete layık ilâh yoktur. Hoşnut ve razı olursam bereket veririm ve bereketim
sonsuzdur. Eğer kızarsam da lanet ederim."
Akıl, vahiy, fıtrat ve farklı
ırk, din ve inançtaki milletlerin tecrübeleri; âlemlerin Rabbı Allah'a
yakınlaşma ve hoşnutluğuna çabalamanın, yaratıklarına iyilik ve ihsanda
bulunmanın her türlü iyiliği getirici, en büyük sebeplerden olduğunu, bunların
zıddının da her türlü şerri ve kötülüğü celbedici en büyük sebeplerden olduğunu
gösterir. Allah'ın nimetlerini çekmede ve azabını defetmede, O'na itaat etmek ve
yaklaşmak, onun yaratıklarına iyilikte bulunmak gibisi yoktur.
Yüce Allah, Kur'an'ında dünya ve
ahiretteki hayırların oluşmasını, amellere, hareket ve eylemlere bağlamıştır.
Hayır ve şerrin amellerin sonucu oluşunu, cezanın şartın sonucu, ma'lûlün
illetin sonucu, müsebbebin sebebin sonucu oluşu gibi olduğunu beyan etmiştir.
Bu, Kur'an'da binden fazla yerde seçmektedir.
Yüce Allah bazen kendisinin
yaptığı bir şeyi veya kullarına verdiği şer'î emri, ona uygun bir durum ve sebep
üzerine bina eder. Şu âyetlerde olduğu gibi:
"Kibirlerinden dolayı
kendilerine yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince onlara "Aşağılık maymunlar
olun" dedik." (Araf, 166)
"Ne zaman ki bizi kızdırdılar;
onlardan öc aldık, hepsini boğduk" (Zuhruf, 55)
"Hırsızlık eden erkek ve
kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin" (Mâide,
38)
"Müslüman erkekler ve müslüman
kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler
ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah'a saygılı
erkekler ve Allah'a saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren
kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler
ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok
zikreden kadınlar; (işte) Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat
hazırlanmıştır." (Ahzab, 35)
Bunun örneği pek çoktur. Yüce
Allah bunu bazen "şart ve ceza" (=şöyle olursa böyle olur, veya şöyle olursa
böyle yapılsın türünden ifadelerle) kipiyle zikreder. Şu âyetlerde olduğu gibi:
"Ey inananlar. Allah'tan
korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi
örter ve sizi bağışlar" (Enfâl, 29)
"Eğer tevbe ederler, namazı
kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler."
(Tevbe, 11)
"Şayet asıl yolda gitselerdi
onlara bol su verirdik (=rızıklarını bollaştırırdık.)"
(Cin, 16)
Şu âyetlerde olduğu gibi, bazen
bunu illet-sebep bildiren lâm ile zikreder.
"Onu sana indirdik ki âyetlerini
düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar"
(Sâd, 29)
"Böylece sizi orta bir ümmet
yaptık ki, insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun"
(Bakara,
143)
Bazen bunu illet bildiren "Key"
edatıyla zikreder:
"... Ta ki (=ganimetler), içinizden yalnız zenginler arasında
dolaşan bir şey olmasın" (Haşr, 7)
Bazen sebebiyet bildiren Bâ
edatıyla zikreder:
"Bu sizin ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır"
(=AI-i
İmran, 182)
"Kazandıklarınızdan ötürü" "Bu
onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ... dolayı idi"
(Âl-i İmran, 112)
Allah (c.c.) bazen açık veya gizli
bir "mef 'ûl lieclih" (sebep bildiren mef'ûl) ile zikreder:
"Eğer iki erkek yoksa razı
olduğunuz şahitlerden bir erkek, iki kadın şahitlik etsin. Ta ki kadınlardan
biri unuttuğunuzda diğeri ona hatırlatsın" (Bakara,
282)
"Kıyamet günü "biz bundan
gafildik" deme meniz için" (Araf, 172).
"Sizin 'Kitab yalnız bizden önce iki
topluluğa indirildi' dememeniz için" (En'am, 156)
Son iki ayette, "en teqûlü
=demeniz" den önceki gizli "kerahet" "mef'ûlün lieclihi"dir.
Bazen bunu sebebiyet bildiren "fe"
edatıyla zikreder:
"Onu (Salih'i) yalanladılar,
deveyi kestiler. Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı
dümdüz etti." (Şems, 14).
"Rabblerinin elçisine karşı geldiler. O da onları
şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı!"
(Hakka, 10)
"Onları (=Musa ile
Harun'u) yalanladılar da helak edilenlerden oldular"
(Mu'minûn, 48)
Bazen, vurgu edatı olan, ama
makama göre sebep de bildiren "inne" yle zikreder:
"Hakikaten onlar hayırlarda
yarışırlardı" (Enbiyâ, 90)
"Ve ayetlerimizi yalanlayan
kavimden öcünü almıştık. Hakikaten onlar kötü bir kavim olmuşlardı, biz de
onların hepsini boğduk." (Enbiya, 77)
Yüce Allah bazen bunu, öncesini
sonrasıyla irtibatlandıran "levlâ: şayet olmasaydı" edatıyla zikreder:
"Eğer
tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar onun
karnında kalırdı" (Sâffât, 143, 144)
Bazen de şart edatı "lev"
ile zikreder:
"Şayet onlar nasihat
edildikleri şeyi yapsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu." (Nisa, 66)
Özetle, Kur'an, başından sonuna
cezanın (=sonucun) hayır ve şer üzerine, ilâhî kanunların ve şer'î hükümlerin
sebepler üzerine bina edilmesi, hatta dünya ve ahiret hükümlerinin kısaca
insanın leh ve aleyhine olanlar her şeyin sebeplere ve amellere bina edilip
onlarla ilintilendirilmesi hususunda açıktır.
Bu meselede hakkıyle düşünen ve
anlayan kimse çok istifade eder; cehaleti, acziyeti, ihmalkârlığı ve fırsatları
zayi ederek, kadere yaslanmaz; böylece tevekkülünü acziyet acziyetini tevekkül
yapmaz. Aksine meseleyi iyice anlayan kişi kaderi kaderle geri çevirir, kaderi
kaderle defeder, kadere kaderle karşı koyar. Hatta insan ancak bununla
yaşayabilir; zira açlık, susuzluk, üşümek, her türlü korkular ve sakınılan şey
kaderdendir. Halk bu "kaderi kaderle def etmek" ten gafildirler.
Böyledir... Allah'ın anlamaya
muvaffak kıldığı ve doğru yolu gösterdiği kimse uhrevî cezalarla ilgili kaderini
tevbe, iman ve salih amelleri içeren kaderiyle defeder. Kaderin ölçüsü budur;
dünyada korkutucu şeyler de bunların zıtları da birdir. Çünkü dünya ve ahiretin
Rabbı birdir. O'nun (c.c.) hikmeti de birdir; bir biriyle çelişmez, biri diğerini
iptal etmez.
Bu, değerini bilen ve ona
hakkıyla riayet eden kişi için en şerefli meselelerdendir. Ancak Allah'tan
yardım dileriz.
Fakat, kişinin mutluluk ve
kurtuluşunun onunla tamamlanacağı iki husus var.
Birincisi: Kişi hayır ve şerrin
sebeplerini ve yollarını detaylıca bilir. Dünyada gözlemlediği, kendinde ve
başkalarında tecrübe ettiği, eski ve yeni milletler hakkında duyduğu şeylerden
ötürü kendisinde bir basiret oluşur.
Bu hususta en faydalı çalışma,
Kur'an'ı tefekkür etmektir. Zira o bu hususu en mükemmel şekilde sunmaya
kefildir. Hayır ve şerrin tüm vesile ve yolları onda ayrıntılı ve açıklamalı
şekilde mevcuttur.
Sonra Sünnet gelir. Bu da ikinci vahiydir. İhtimamını onlarda
yoğunlaştıran kişi onlarla yetinir, başkasına gerek duymaz. Bunlar hayır, şer ve
bunların yollarını onları gözünle görüyormuşçasına sana gösterir.
Bundan sonra
kişi, milletlerin tarihini ve Allah'ın (c.c.), itaatkârlar ile âsîler hakkındaki sünnetini, onlara
neler yaptığını düşündüğünde bu malûmatın Kur'an ve Sünnette öğrendiklerinle
örtüşdüğünü görür.
Tarihte, Allah'ın haber verdiği ve vaad ettiği şeyleri
görürsün. Âfâkta (=dış alemde) gördüğün ilâhî âyetler ve mucizeler sana
Kur'an'ın ve Rasûl'ün hak olduğunu, Allah'ın vaadini mutlaka yerine getirdiğini
gösterir.
Şu halde tarih Allah ve Rasûl'ünün bize öğrettiği hayır ve şerrin
genel-küllî yollarının ayrıntılarının teker teker açıklanmasıdır. Bu yüzden
tarih önemlidir.