Günahların bir cezası da kalbi
körleştirmesidir. Köreltmese bile mutlaka basiretini zayıflatır. Daha önce
zayıflatmasını açıklamıştık...
Kalp kirlenince ve zayıflayınca
doğru yolu bulmaktan, onu kendinde ve başkalarında uygulamaktan -basiretinin
zayıflığı ve kuvveti oranında- aciz kalır.
İnsani mükemmelliğin esası şu
iki şeydir:
1 - Hakkı batıldan ayırt etmek ve
2 - Hakkı batıla tercih etmek.
Kullarını
dünya ve ahirette Allah nezdindeki değerleri, bu iki husustaki durumlarına
göredir. Yüce Allah'ın şu âyette peygamberlerini övdüğü iki vasfı da budur:
"kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yâkub'u da an"
(Sâd, 45)
İlk kelime "eydî"
hakkı uygulama
gücüdür. "Ebsâr" ise dindeki basirettir.
Böylece Yüce Allah onları hakkı
mükemmel anlamak ve onu mükemmel biçimde uygulamakla nitelendirmiştir. İnsanlar
bu makamda dört kısma ayrılırlar. Bu zikrettiğimiz birinci kısımdır ve bunlar
Allah katında insanların en şerefli ve değerlileridirler.
İkinci kısım: Bunlar bir
öncekinin tam tersidirler. Bunların ne dinde basiretleri ne de hakkı uygulama
güç ve iradeleri vardır. İnsanların çoğu da bu kısımdandırlar.
Bunları görmek gözleri çöp
batmış gibi yapar, ruhları incitir, kalpleri hastalandırır!
Diyarları daraltır, fiyatları
yükseltirler. Bunlarla arkadaşlık insana ar ve utançlıktan başka bir şey
kazandırmaz.
Üçüncü kısım: Bunlar hakkı görme
basireti bulunan ve onu tanıyan, ancak onu uygulamada ve ona çağrıda zayıf ve
güçsüz kalan kimselerdir. Bu zayıf mü'minin halidir ve güçlü mümin daha hayırlı
ve Allah nezdinde daha sevimlidir.
Dördüncü Kısım: Bunların güç,
gayret ve azimleri vardır, fakat dinde basiretleri zayıftırlar. Bunlar Rahmanın
dostlarıyla şeytanın dostlarını neredeyse birbirinden ayırt edemezler. Aksine
bunlar her siyahı hurma, her beyazı iç yağı sanarlar. Şişi içyağı, faydalı ilacı
zehir sanarlar.
Bunlar arasında din hususunda
önderliğe ehil sade ve birinci kısımdır.
Yüce Allah:
"Sabrettikleri ve
ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru
yola ileten önderler yetiştirmiştik." (Secde, 24) buyurur.
Yüce Allah onların
dinde önderlik makamına sabır ve yakinle ulaştıklarını haber vermiştir. Yüce
Allah'ın ziyana uğrayanlardan istisna ettiği ve ikindi vaktine -ki o
kazananların da kaybedenlerin de çaba içerisinde olduğu bir vakittir- yeminle
onların dışındakilerin zarara uğrayanlar olduklarını haber verdiği kimseler de
bunlardır.
Yüce Allah öyle buyurur:
"Asr'a andolsun ki hakikaten insan ziyan
içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye
edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka."
(Asr, 1-3)
Onların hakkı bilip üzerinde
sabır-sebat etmeleri yeterli görülmemiş, birbirlerine tavsiye, teşvik ve irşat
etmedikçe ziyandan kurtulamayacakları belirtilmiştir.
Bunların dışındakiler ziyana
uğrayanlar olduklarına göre; bilindiği gibi günahlar ve masiyetler kalbi kör
eder, basiretini giderir böylece kalp hakkı gereği / olduğu gibi göremez. Gücünü
ve azmini zayıflatır, böylece hak üzere sebat edemez. Bu onun yaşantısına tekrar
yansır ve onu Allah'a, ahiret yurduna doğru yolculuğundan alıp dünya hayatına
razı ve onunla mutlu Allah'tan ve âyetlerinden gaflette olan, Allah'la buluşmaya
hazırlığı bırakan kötü nefislerin
yurduna doğru yolculuğa yönlendirir. Günahların tek cezası bu olsaydı, kişiyi
onlardan uzaklaştırmaya ve terkettirmeye yeterdi.
Yardım Allah'tandır.
Tâat kalbi nurlandırır,
kuvvetlendirir, sabitleştirir ve sonunda silinmiş temizlenmiş ayna gibi saf ve
berrak hale gelir, nurla dolar. Şeytan yaklaştığında nuru ona, göklere haber
salmaya giden şeytanlara keskin ateşlerin çarpması gibi çarpar. Dolayısıyla
şeytan bu kalpten kurdun arslandan korkmasından daha çok korkar. Hatta bu kalbin
sahibi şeytana çarpar ve onu çarpılmış halde yere serer. Etrafına cinler
toplanırlar ve birbirlerine "ne olmuş?" diye sorarlar. "Ona bir insan çarptı ona
bir insan nazar etti" derler.
İşte! Hür ve nurlu bir kalbin
bakışı Neredeyse nurundan şeytanı yakacak.
Bu kalp ile her tarafı karanlık,
çeşit çeşit şehvet ve hevâsı bulunan, şeytanın vatan edindiği bir kalp aynı olur
mu?
Her sabah sevinçle yeni hayata
başlarken der ki şeytan:
Dünya ve ahiretinde iflah
olmayan arkadaşa can kurban Dünyada, sonrasında haşirde arkadaşınım. Sen her
mekânda benimle berabersin Bedbahtlık diyarında mesken tutulmuşsan eğer. Ben ve
sen, birlikte zillet içindeyiz.
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Kim Rahman'ın zikrini görmezlikten gelirse ona bir şeytan sardırırız; artık o onun
arkadaşı olur. O (şeyta)nlar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru
yolda olduklarını sanırlar. Nihayet (zikrimize karşı körlük edip yoldan çıkan o
adam) bize geldiği zaman (kötü arkadaşına) der ki: "Keşke benimle
senin aranda iki doğu (doğu ile batı) arası kadar uzaklık olsaydı (seni hiç görmeseydim),
meğer. ne kötü arkadaş (mışsın sen.)" (Böyle söylemeniz) bugün size bir fayda
sağlamaz; çünkü zulmettiniz. Siz, azab (çekme) de ortaksınız"
(Zuhruf, 36-39)
Yüce Allah zikri, yani
peygamberine indirdiği Kur'an'ı her kim görmezlikten gelir, ondan yüz çevirirse
basireti, anlayışı,
Allah'ın kastettiğini anlama ve
tefekkür etmesi körleşirse, Kur'an'dan yüz çevirmesinin bir cezası olarak
Allah'ın ona bir şeytan göndereceğini; şeytanın artık onun oturmasında,
kalkmasında, yürümesinde hiç yanından ayrılmayan bir arkadaşı, dostu ve ahbabı
-ki o ne kötü dost, ne kötü ahbabtır- olacağını haber vermektedir.
Bir annenin memesini paylaşıp
birlikte emdiler. Karanlığın siyahlığını bölüşüp "hiç ayrılmayalım"
dediler.
Yüce Allah sonra şunu haber
verdi:
Şeytan arkadaşını ve dostunu Allah'a ve cennetine ulaştıran yoldan
çevirir. O doğru yoldan engellenmiş kişi ise kendisinin doğru bir yol üzere
olduğunu sanır. Nihayet kıyamet günü geldiğinde biri diğerine:
"Keşke seninle
aramda iki doğu arası uzaklık kadar mesafe olsaydı. Bana dünyada ne kötü
arkadaşlık yapmışsın. Bana hidayet geldikten sonra beni aldattın ve hak yoldan
engelledin. Bugün de benim için ne kötü bir arkadaşsın." der.
Başı belâlı kişiye başka birisi
aynı belâda ortak olduğunda, bu, kişide bir teselli ve azabını hafifletici etki
yapar. Ancak Yüce Allah cehennem azabında ortak olanlar hakkında böyle
olmayacağını, azap gören kişinin, arkadaşının gördüğü azaptan az da olsa bir
rahatlık ve sevinç hissetmeyeceğini haber vermektir. Halbuki dünyadaki
musibetler genel olduğunda bu kişiye teselli verir.
Nitekim kadın şair Hansa,
kardeşi Sahr hakkında şöyle der:
Etrafımda, kardeşlerine
ağlayanların çokluğu olmasaydı,
Kendimi öldürür, katlederdim
Onlar kardeşime ağlamıyorlar
ama,
Onlara bakarak kendime teselli
veriyorum
İşte Yüce Allah cehennemlikleri
bu kadar rahatlamadan da mahrum etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"(Böyle söylemeniz)
bugün size bir fayda sağlamaz; çünkü zulmettiniz. Siz, azab (çekme) de
ortaksınız." (Zuhruf, 39)
Günahlar insanın düşmanına
gönderdiği bir yardım, düşmanını kendiyle savaşında onunla güçlendirdiği bir
ordudur...
Çünkü Yüce Allah insana bir
düşman musallat etmiştir. Bu düşman ondan bir an olsun ayrılmaz, uyumaz, bir an
ondan gaflette olmaz. O ve adamları onu görürler, insan ise onları görmez.
Onunla her koşulda savaş hususunda büyük çaba sarfeder. Ona ulaştırabileceği her
türlü tuzak ve hileye teşebbüs eder. Ona karşı hem kendi cinsinden, yani cinni
şeytanlardan ve başkalarından, hem de insi şeytanlardan yardım alır, onları
kullanır. Bu düşman insanın olduğu bölgeye ağlar dikmiş, her türlü belâyı oraya
getirmiş, etrafını duvarlarla çevirmiş ona tuzak ve kapanlar kurmuştur.
Adamlarına da şöyle demiştir:
"Sizin ve atanızın düşmanı bu adamı gözünüzden hiç
kaçırmayın. Sizin nasibiniz cehennem iken onun nasibi cennet olmasın, sizin
payınız lanet, iken onun payı rahmet olmasın. Onun sebebiyle ve ondan dolayı
benim ve sizin başınıza gelen Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmamızı ve rezil-rüsvaylığımızı
biliyorsunuz. Öyleyse onların da aynı belâda bize ortak olmaları için
gayretinizi ortaya koyunuz. Nitekim onların salihlerini bunda bize ortak
edemedik ve onlar cenneti hak ettiler."
Yüce Allah da düşmanlarımız
hakkında bunların tümünü haber vermiş ve ona karşı tedbirimizi almamızı,
hazırlığımızı yapmamız emretmiştir.
Yüce Allah, Âdem ve oğullarının
başına bu düşmanın müptela olduğunu, onu onlara musallat ettiğini bildiğinden,
insana hissesine düşen asker ve ordu yardımı yapmış, düşmanına da payına düşen
asker ve ordu yardımında bulunmuştur. Bu yurtta, bu ömür süresinde -ki o ahirete
oranla bir nefes gibidir-bir cihad pazarı kurmuştur. Mü'minlerden cennet
karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır; Allah yolunda savaşır, ölür
ve öldürülürler. Yüce Allah, bunun, en şerefli kitaplarında Tevrat, İncil ve
Kur'an'da bildirilmiş kesin bir vaad olduğunu haber vermiştir. Ayrıca vaadine
kendisinden daha sadık kimsenin olmadığını belirtmiştir. Sonra onlara bu
anlaşmaya sevinmelerini emretmiştir.
Onun değerini öğrenmek isteyen
müşterinin kim olduğuna, bu mal karşılığında ortaya konan paranın miktarına, bu
akdin kimin elinde gerçekleştiğine bir baksın. Bundan daha büyük bir kazanç,
daha kârlı bir ticaret var mıdır?
Yüce Allah sonra bunu
vurgulayarak şöyle buyurmuştur:
"Ey inananlar, size, sizi acı azaptan kurtaracak
bir ticaret göstereyim mi?
Allah'a ve elçisine
inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer
bilirseniz sizin için en iyisi budur (Böyle yapınız ki Allah) sizin
günahlarınızı bağışlasın ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn
cennetlerinde güzel konutlara koysun. İşte büyük başarı budur. Seveceğiniz bir
şey daha var; Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih... Mü'minleri müjdele"
(Saf, 10-13)
Yüce Allah bu düşmanı
yaratıkları arasında en çok sevdiği kulu olan mü'min kuluna musallat etmesi,
sadece, cihadın O'nun en çok sevdiği şey, cihad ehlinin katındaki en yüksek
dereceli ve O'na en yakın kişiler olmasından dolayıdır.
Yüce Allah bu savaş
sancağını kullarını kurtarmak için kaldırtmıştır. Hedefi, kendisini tanıma, sevme
tevekkül edip yönelme mekânı olan kalbi (şirkten, günahtan vs.) kurtarmaktır.
Yüce Allah bu savaşı insana
yüklemiş onu yanlarından hiç ayrılmayan melek askerleriyle desteklemiştir:
"O (insa)nın
önünde ve arkasında birbirlerini takip eden (melek)ler vardır, onu korurlar."
(Ra'd,
11)
Yani: birisi giderse yerine başkası, o giderse bir başkası gelir. Böylece
birbirlerini takip ederler. Onun ayaklarını sabitleştirir, hayrı emredip ona
teşvik ederler. Ona Allah'ın ihsan ve nimetlerini hatırlatarak sebat ettirirler
ve:
"Bu belli bir süre için sabırdır. Sonrasında ise ebedî bir
istirahate
çekileceksin" derler.
Yüce Allah insanı daha sonra
vahyi ve kelamıyla destekledi; ona peygamberini gönderdi, kitabını indirdi.
Böylece gücüne güç, yardımına yardım, teçhizatına teçhizat kattı.
Bununla
birlikte onu; veziri ve yönlendiricisi olarak akılla, nasihat edicisi ve irşad
edicisi olarak Allah'ı tanımakla (marifet), sebat ettirici, destekleyici ve
yardımcı olarak imanla, ona her şeyin hakikatinin perdesini açıcı olarak yakinle
destekledi.
Öyle ki o Allah'ın, düşmanlarıyla cihad karşılığında dostlarına ve
taraftarlarına vaad ettiği şeyleri gözleriyle görür müşahade eder gibi olur.
Akıl, insanın ordusunu düzene koyar, marifet savaş işlerini, araçlarını ve
bunların konulacakları uygun yerleri gelirler, iman ona sabır ve sebat verir,
onu güçlendirir, yakîn ise onu düşmana yöneltip ciddi saldırılar yapmasını
sağlar.
Yüce Allah daha sonra bu savaşı
yapanları görülür ve görülmez gözlerle destekledi; gözü gözcüsü, kulağı
haber alıcısı, dili tercümanı, elleri ve ayakları yardımcıları yaptı. Melekleri
ve Arş'ını taşıyanları ona mağfiret dilemeleri, onu kötülüklerden koruması ve
cennetine koyması için dua etmeleri için dikti. Onu koruyup kollanmayı ve
müdafaa etmeyi ise bizzat kendisi (c.c.) üstlendi ve
"Bunlar benim
taraftarlarım, asıl başarıya ulaşacaklar Allah taraftarlarıdır." dedi.
"İşte
onlar Allah'ın taraftarlarıdır. Muhakkak ki başarıya ulaşacaklar onlardır"
(Mücadele, 22) buyurdu.
"Onlar benim askerlerim" dedi ve "Şüphesiz bizim
askerlerimiz, hakikaten asıl galipler onlardır." (Saffat, 173) buyurdu:
Yüce Allah bu savaşın ve cihadın
nasıl olacağını kullarına öğretmiş ve bunu şu dört kelimede toplamış, şöyle
buyurmuştur:
"Ey inananlar, sabredin, direnin, ve Allah'tan korkun ki, başarıya
eresiniz" (Al-i İmran, 200)
Cihad ancak bu dört şeyle
gerçekleşir.
Sabır ancak düşmana karşı
direnmeyle, yani ona karşı koyma, mukavemet göstermeyle gerçekleşir.
Düşmana karşı direndikten sonra
kişi başka bir şeye, nöbete ihtiyaç duyar. O da düşmanın oradan sızmaması için
kalbin gediklerinin başında durup nöbet tutmak, göz, kulak, dil, mide, el ve
ayak gibi düşmanın hücum edebileceği gediklerden bir an ayrılmamaktadır. Düşman
bu gediklerden içeri sızar ve her tarafı gezip yapabildiği kadar yakıp-yıkma ve
harap etme eylemi yapar. Öyleyse nöbet bu gediklerden ayrılmamak düşmanın,
fırsat bilerek içeri girmesine izin vermemek için orayı hiç boş bırakmamaktır.
İşte Rasûlullah'ın arkadaşları
sahabiler, peygamberlerden ve Rasullerden sonra insanların en hayırlıları olan,
şeytandan en korunmuş, muhafaza olunmuş bu kişiler Uhud savaşı günü
emrolundukları halde bir yeri boş bırakmaları sonucu düşman oradan girmiş ve
olan olmuştu.
Bu üç şeyin direği takvadır,
Allah'dan sakınmadır. Sabır da, direnme de, nöbet tutma da ancak takvayla fayda
verir. Takva ise ancak sabır ayağı üzerine kurulur.