Günah işleyen kula, düşmanı
saldırma cesareti bulmaya başlar. Şeytanlar ona eziyet etme, aldatma, vesvese
verme, korkutma, üzme ve hatırlamasında
yararı, unutmasında zararı bulunan şeyleri unutturma gibi şeylerde de cesaret
bulurlar. Yine onu zayıf gördüklerinden kendilerine güvenirler ve onu günaha
iterler.
İnsî şeytanlar onun yanında veya
gıyabına yapabildikleri eziyeti yapma cür'etkârlığında bulunurlar. Ailesi,
hizmetçisi, evlatları ve komşuları hatta hayvanlar ona karşı cesur ve küstah
olurlar.
Nitekim seleften bir zat:
"Vallahi
ben Allah'a karşı bir günah işliyorum ve bunu hanımımdan ve bineğimin huyundan
hissediyorum." demiştir.
Yöneticiler de ona ceza vermede
katı olurlar. Ki zaten adilce davrandıklarında Allah'ın belirlediği hadleri ve
cezaları uygularlar.
Kişinin nefsi de ona karşı
cesurlaşır; ona arslan kesilir, inatçı olur. Bir hayır işlese dinlemez ve itaat
etmez. Aksine kişiyi istese de istemese de helaka sürükler.
Çünkü itaat Yüce Allah'ın
kalesidir; ona giren güvencede olur, terkedince yol kesiciler ve başkaları göz
dikerler. Kendisini onlara karşı koyacak hiçbir şey bulunmaz. Zira Allah'ı
zikretmek, itaat etmek, sadaka, cahili aydınlatmak, iyiliği emir, kötülükten
nehiy yapmak kuldan belâları defeden birer koruyucudurlar. Bu, hastalığı kovan
ve onunla savaşan bedenlerin direnç gücüne benzer. Bu güç düştüğünde hastalık
mikrobu gelip vücudu istila eder ve sonuç ölüm olur. Öyleyse kulun, kendisini
müdafaa eden bir şeyi bulundurması şarttır. Zira iyiliklerin ve kötülüklerin
neticeleri bunların insanda bıraktıkları duygular birbirleriyle hep kavga
halindedirler ve daha önce açıkladığımız gibi söz bunlardan güçlü olanın olur.
İyilikler tarafı ne kadar güçlü olursa kötülüklere karşı koymak o kadar kolay
olur. Zira Allah iman etmiş kimseleri kötülüklere, günahlara vs. karşı korur,
kollar.
İman ise söz ve eylemdir. İman
ne kadar güçlü olursa Allah'ın koruyup kollaması o kadar çok olur. Allah'tan
yardım dileriz.
Günahın cezalarından biri de
nefsine en çok ihtiyaç duyduğu vakitte kulu yüz üstü bırakmasıdır. Çünkü herkes
dünya ve ahirette kendisine yarar ve zarar verecek şeyleri öğrenmeye ihtiyaç
duyar. İnsanların en bilgini bunu detayıyla bilendir.
İnsanların en güçlüsü ve
akıllısı ise nefsine ve iradesine karşı güçlü olan ve onu yararına kullanıp
zararına olacak şeyden men'edendir.
İşte insanların bilgileri,
gayretleri ve seviyeleri burada farklılık gösterir; onların en bilgilileri
mutluluğu ve mutsuzluğun sebep ve yollarını bilendir.
Masiyetler bu bilginin aklına
gelmesini, iki dünyada kendisi için en iyi ve en faydalı olanla meşgul olmasını
engeller ve orada perde olurlar.
Kişi bir günaha düşecek olsa ve
ondan kurtulmaya ihtiyacı olsa kalbi, nefsi ve organları onu yüz üstü
bırakırlar. Bu şu kimsenin haline benzer:
Adamın kılıcı iyice paslanmış ve
kınına yapışıp kalmış, çıkarılamaz hale gelmiştir. Aniden düşmanı gözükür; onu
öldürmeye gelmektedir. Hemen kılıcına sarılır ve çıkarmaya çalışır, ama nafile.
O arada düşman gelir onu öldürür.
Bunun gibi kalp de günahlardan
paslanır hastalıktan sertleşir. Düşmanıyla savaşma istediğinde de yanında hiçbir
şey bulamaz. Kul sadece kalbiyle savaşır, saldırır, hücum eder. Uzuvlar kalbe
bağlıdır. Bağlı bulunduğu şeyde güç yok ise uzuvlar ne yapabilir?
Nefis de öyledir; şayet nefis
mutmain nefis ise şehvetlerle ve masiyetlerle kirlenir. Nefs-i emmare ise
güçlenir ve arslanlaşır. Kişinin nefs-i emmaresi ne kadar güçlenirse nefs-i
mutmainnesi o kadar zayıflar, sonunda hakimiyet ve tasarruf nefs-i emmareye
kalır.
Nefs-i mutmainne ise hemen hemen
ölür. Çünkü insana fayda vermeyecek, ama sadece elem ve ızdırapları hissedecek
kadar cansız kalır.
Anlatılmak istenen şudur:
Kul
bir sıkıntı veya belâya duçar olduğunda kalbi, dili ve azaları onun için en
faydalı şeyleri yapmayıp onu yüz üstü bırakırlar.
Kalbi onu Allah'a tevekküle, tevbeye, O'na yönelmeye, yalvarıp önünde boyun bükmeye, zelil olmaya çekmez.
Dili onu Allah'ı anmaya itmez. Dili zikretse bile kalbiyle dilini bir araya
getiremez. Kalbini diline hapseder ama ikisini birden zikredilen zâta
hapsedemez.
Bilakis dua ve zikrini gafil, dikkatsiz ve
oyun-oynaştaki bir kalple yapar. Kul azalarından ibadet etmek suretiyle
kendisine yardımda bulunmalarını ister de onu dinlemez itaat etmezler.
Tüm bunlar günah ve masiyetlerin
eseridir. Bu kimse şu komutana benzer: komutanın, düşmanlara karşı, kendisini
müdafaa eden bir ordusu vardır. Onları ihmal eder, zayıf ve sahipsiz bırakır,
irtibatını keser. Sonra düşmanın saldırdığı bir vakitte onlardan kendisini
korumaları için -güç ve kuvvetleri olmadığı halde- her şeylerini ortaya
koymalarını emreder.
Bu böyle... Bir de bundan daha
korkunç ve tehlikeli bir durum var. O da ölüm ve Allah'a yolculuk anında
kalbinin ve dilinin onu yüz üstü bırakmaları. Bazen bir çoğunda da görüldüğü
gibi- kişi diliyle şehadet söyleyemez.
Birisine "Lâilahe illallah, de"
denilmiştir de, o "aah, Söyleyemiyorum" demiştir.
Diğer birisine böyle
söylenmiştir de, o "Şah, rah" gibi anlamsız sözler söylemiş ve ölmüştür.
Başka birine "Lâilâhe illallah,
de" denilmiş o ise şu şiiri söyleyip hemen ölmüştür:
Ey soran yorgun-bitkin kadın;
Rahatlatan hamama giden yol
nerede? diye.
Bir başkasına "Lâ ilahe illallah
de" denmiştir de, o "Tatana Lannana..." diye şarkı söyleye söyleye ölmüştür.
Bir başkasına ölüm anında böyle
söylendi, o "Söylediğin şey bana fayda vermez. Günah bırakmayıp işledim"
dedi ve şehadet getiremeden can verdi.
Bir diğerine söylendi, o "O bana
fayda vermez. Allah için bir kez namaz kıldığımı dahi hatırlamıyorum" dedi ve
söylemedi.
Bir başkasına böyle dendi, o ise
"Karşındaki söylediğin şeyi inkar ediyor" dedi ve öldü.
Birisine böyle söylendi, o "Onu
her söylemeye çalışmamda dilim tutuluyor" dedi.
Bir dilencinin ölüm anında
yanında bulunan birisi bana onun "Allah için bir para. Allah için bir para" diye
diye öldüğünü anlattı.
Bir tüccar bana, bir yakını
ölürken ona "Lâilahe illallah" telkin ettiklerini, ancak onun
"şu parça ucuzdur,
şu müşteri iyidir. Bu şöyledir..." diye diye öldüğünü anlatır.
Sübhanallah! insanlar böylesi
nice ibret verici olaylara şahit olmuşlardır. Ölüm vakti gelmiş bu kimselerin
insanlara gizli kalanı ise daha büyük, daha büyüktür.
Kul zihnî anlayışı, kavrayışı ve
gücü varken şeytan onu ele geçirmiş ve ona istediği günahları işlettirmiş,
kalbini Allah'ı zikirden gafil yapmış, diline Allah'ı zikirden azalarını O'na
tâat ve ibadetten uzaklaştırmışken, gücünün bittiği, kalbinin ve bedeninin canın
çıkması elemiyle meşgul olduğu bir anda şeytan ona neler yaptıramaz ki?
Üstelik şeytan ondan son
arzusuna kavuşabilmek için tüm güç ve enerjisini toplamış, elinden gelen tüm
imkanlarını seferber etmiştir. Artık bu, şeytanın onda yapacağı son işidir. O
vakit, şeytanın onun karşısında en güçlü, onun da şeytan karşısında en güçsüz
olduğu bir vakittir. Acaba o gün kim selamete çıkabilecek?
İşte orada:
"Allah,
inananları, dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tesbit eder (o sözden
asla ayrılmazlar, daima o tevhid sözüyle Allah'ın birliğini haykırırlar). Allah,
zalimleri de saptırır ve Allah, dilediğini yapar." (İbrahim, 27)
Allah'ın, kalbini zikrinden gafil
bıraktığı, onun da hevasına uyduğu ve her işi tefrit olan kişi hüsnü hatime
(güzel ölüme) nasıl muvaffak kılınır. Ona nasıl yardım edilir?
Kalbi Allah'tan
uzak ve O'ndan gaflette olan, nevasının kalesi, şehvetlerinin esiri, dili
Allah'ın (c.c.) zikrine kuru, azaları tâatinden uzak ve masiyetiyle meşgul.
Kimsenin güzel biçimde ölüme muvaffak kılınması uzak ihtimaldir.
Sanki o zalim günahkârlar güven
için akit yapmış, imza almışlar:
"Yoksa sizin istediğiniz hükmü verebileceğinize
dair kıyamete kadar sürecek andlarınız mı var üzerimizde? Sor onlara: Onların
hangisi buna kefil olacak?" (Kalem, 39, 40)
Şairin dediği gibi:
Ey kötü eylemleriyle birlikte
güven içinde olduğunu sanan!
Yoksa sana gelmiş imzalı bir
güvence mi var?
İki şey birden var sende
korkusuzluk ve hevaya uymak.
Oysa bunların biri dahi
kişiyi helak eder.
Müttakiler korku yolunda
yürüdüler
Sen ise o yola hiç girmedin
Sendeki en tuhaf şey ise
senin,
Yakında terkedeceğin hayat
için ebedi yurdu önemsemeyişin
Allah aşkına söyle kim aptal?
Sen mi,
Yoksa alış-verişinde aldanmış
zavallı adam mı?