Günah işleyen kul kendini nefsini korumaktan en aciz
olan bir varlık, bu noktada en zayıf bir mahluk olarak görür, ancak Rabbinin
lütfetmesi halinde bir güç, kudret ve kabiliyet kazanabileceğini idrak eder.
Kalbini rüzgarın sağa sola sürüklediği çöle atılmış bir tüy gibi görür. Kendini
rüzgarın sallayıp dalgaların kendisiyle oynadığı, bir yükseltip bir
indirdiği, kaderin hükümlerini icra ettiği bir gemi yolcusu olarak düşünür. Bu
kimse sahibinin huzurunda atılmış bir çöp, kapısına gelmiş, eşiğine yüz sürmüş
bir varlık gibidir. Kendi kendine ne bir fayda, ne bir zarar, ne ölüm, ne hayat
ve ne de dirilme sağlayabilir. Nefsine yaptıkları sadece o cehalet, zulüm ve
bunların doğurduğu neticelerden ibarettir.
Helak ona ayakkabısının bağından daha yakındır.
Kurtlar ve yırtıcı hayvanlar arasına düşmüş olan bir koyundan farksızdır. O’nu
bu düşmanlardan ancak çobanı kurtarıp koruyabilir. Çoban bir an için kendisini o
düşmanlarının eline bırakacak olsa onu parça parça ederler.
İşte kulun Allah ile insan ve cin şeytanlarından
meydana gelen düşmanları arasındaki hali yukarıdaki misale benzer. Eğer Allah
kulunu bu düşmanlarına karşı korur ve onların kendisine ilişmelerine mani olursa
düşmanları ona yaklaşamazlar. Şayet onu korumaz ve bir an dahi olsa kendisini
nefsiyle başbaşa bırakacak olsa düşmanları onu parçalar, her parçası birinin
elinde kalır.
Bu bakış açısına sahip olan kul hem kendini, hem de
Rabbini tam olarak tanımış olur.
Bu hal “Nefsini tanıyan rabbini tanır”
mealindeki meşhur sözün en ciddi te’villerinden biridir. Bu söz bir hadis
olmayıp, aslı:
“Ey insan, kendini tanı, rabbini tanırsın” şeklinde olan bir rivayetitr.
Bu sözün üç türlü te’vili vardır:
Birincisi:
- Zayıf olduğunu bilen
insan rabbinin güçlü olduğunu;
- Aczini bilen, rabbinin kudretini;
- Zilletini
bilen, rabbinin izzetini bilir;
- Cehlini bilen kişi Rabbinin ilmini bilir.
Çünkü :
- Cenab-ı Allah mutlak, hamd, sena, şeref ve zenginliği zatına ayırmıştır.
- Kul ise
fakir, eksik ve muhtaçtır. Şahsındaki eksiklik, kusur, ihtiyaç, zillet ve
zayıflığı ne kadar çok bilirse rabbindeki kemal sıfatlarını da o nisbette çok
bilir.
İkincisi:
Kendi kendine bakıp ta sahip olduğu
kuvvet, irade, konuşma, dileme ve hayat gibi güzel sıfatları gören insan bunları
kendisine lütfeden ve yaratan Allah’ın bu sıfatlara daha layık olduğunu idrak
eder.
Kemal sıfatlarını veren zatın O’na en fazla layık
kimse olduğunu bilir. Kul diri, konuşan, işiten, gören, murat eden, bilen ve
ihtiyarıyla iş yapan bir kimse olsun da O’nu yaratan ve yoktan var eden zat bu
özelliklere ondan daha layık olmasın, bu hiç mümkün müdür? Bu en büyük bir
muhaldir. Aksine yaratan zat konuşan bir varlık olmaya ondan daha layık olur.
İnsanı diri, bilen, iş yapan ve güç yetiren biri olarak yaratan bir zat bu
özelliklere öncelikle sahiptir.
Birinci tevil zıdlık, ikincisi ise daha layık olma (evleviyet)
açısından yapılmıştır.
Üçüncüsü:
Olumsuzluk açısından yapılan bir tevildir. Buna göre
de manası şu olmalıdır:
“Ey insan, sen nasıl ki kendine en yakın varlık olan
nefsini tanımıyor, ne hakikatini, mahiyetini ve ne de keyfiyetini bilmiyorsun;
öyleyse bunun gibi rabbini ve onun sıfatlarının keyfiyetini de bilemezsin.”
Özetle bu bakışa sahip olan kul aciz ve zayıf
olduğunu anlar; benlik yalanları ve birtakım şeylere malik olma iddiaları kalmaz.
Hiç bir şeye malik olmadığını idrak eder. Sahip olduğu şeyin sadece mağlubiyet, acz ve zayıflıktan ibaret olduğunu farkeder.
|