Bu bakış altıncı bakış açısının tamamlayıcısı ve alt
bölümü mesabesindedir. Kulun bu esası görmeye ihtiyacı bulunduğu ve onun için
çok yararlı olduğu için ayrı bir bakış açısı olarak zikredilmiştir.
Ma’rifet ehli olan kimseler:
tevfıki; “Allah’ın kulunu nefsine terketmemesi”,
hızlanı ise; “kulu nefsiyle başbaşa bırakması” olarak tarif etmişlerdir.
Gerçekte kullar
Allah’ın tevfik ve hızlanı arasında gider gelirler. Hatta kul kısa bir zaman
için her ikisinden de nasibini alır.
Allah’ın tevfikiyle O’na itaat eder, O’na
şükreder, O’nu zikreder, razı eder.
Sonra yine onun hızlanıyla O’na isyan eder,
muhalefette bulunur, O’ndan gafil olur ve O’nu kızdırır. Kul daima O’nun tevfik
ve hızlanı arasında dolaşır durur. Şayet Allah, kuluna tevfik (yardım) ederse
lütuf ve rahmetiyle eder; hızlan verirse adalet ve hikmetiyle verir. Her iki
halde de O’na hamdedilir. En büyük hamd ona aittir. O, kulun hakkı olan hiçbir
şeyi O’ndan esirgemez. O ancak salt lütuf ve ihsanı olan şeyi O’na
vermemektedir. O lütuf ve ihsanını nasıl ve nerede kullanacağını iyi bilir.
Bu hakikati görüp hakkını veren kul aczini, her
nefes ve her an Allah’ın tevfıkine olan ihtiyacının şiddetini, iman ve tevhid
inancının onun elinde olduğunu yakinen bilir. Şayet bir an için Allah’ın
tevfıkinden mahrum kalacak olsa tevhid tahtının yıkılacağını, iman semasının
yere ineceğini idrak eder. İman semasının yıkılmasını önleyenin dünya semasının
yere inmesini önleyen zattan başkası olmadığını bilir. Onun kalbinden çıkarmayıp
dilinden düşürmediği virdi şu olur:
“Ey kalpleri çeviren Allah, kalbimi dininde
sabit kıl. Ey kalpleri yönlendiren zat, kalbimi taatine yönlendir.”
O şöyle dua eder:
“Ey hayy ve kayyum olan Allah’ım, ey göklerin ve yerin eşsiz varlığı, ey
celal ve ikram sahibi, senden başka ibdete layık bir ilah yoktur. Senin rahmetine
sığınıyorum. Benim bütün hallerimi iyi kıl. Beni bir an olsun ne nefsime, ne de
başka bir yaratığına bırakma.”
Kul bu bakış açısından bir taraftan Allah’ın
rububiyet ve yaratmasını müşahede ederken, öte yandan O’nun tevfık ve hızlanını
aynen görür, çaresiz bir insan gibi O’ndan tevfikini talep eder. İmdat isteyen
bir insanın sığınması gibi hızlanından O’na sığınır.
Başı açık, boyun eğer ve
zillet içinde, kendine bir zarar veya yarar verme, yaşama veya dirilme konusunda
hiç bir gücü olmayan bir kimse gibi kendini O’nun önüne atar, kapısına yapışır,
oradan ayrılmaz.
Tevfik Allah’ın, kulunun yararına olan şeyi onun için murad etmesi,
onu kendisini razı edecek olan fiili isteyerek, tercih ederek işlemeye kadir
kılmasıdır. Bu, tamamıyla Allah’ın fiili olup kul sadece onun mahallidir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Fakat Allah size imanı sevdirdi ve
onu sizin kalplerinize güzel gösterdi ve size küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin
gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. (Bu, size) Allah’tan bir
lütuf ve nimettir. Allah bilendir, hakimdir.” (Hucurat,
7-8)
Binaenaleyh Allah bu lutfa yaraşan ve yaraşmayan kimseleri bilir.
Hikmet sahibidir; lütfunu ona layık olan yere ve ehli olan kimselere bahşeder;
onu, layık olanlardan esirgemez, layık olmayana ise vermez. Bunun içindir ki
daha önce:
“Bilin ki, Allah’ın elçisi, içinizdedir. Şayet o, birçok işlerde
size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz” (Hucurat, 7)
buyurmuş, peşinden istidrak (ayırım) harfiyle başlayarak “fakat Allah size imanı
sevdirdi” tarzında devam etmiştir.
Bu ayetlerde Cenab-ı Allah mealen şöyle buyurmaktadır:
Sizin imanı
sevip onu istemeniz, onun kalbinizde süslenmesi, sizin kendi eseriniz değildir.
Bunu yapan Allah’tır. Siz ondan sonra imanı tercih ettiniz, ona razı oldunuz.
Bundan dolayı peygamberimin önüne geçmeyin, o söylemedikçe söylemeyin, o
emretmedikçe birşey yapmayın. Size imanı sevdiren, kullarının yararına olan
şeyleri sizden daha iyi bilir. Şayet O’nun tevfiki olmasaydı, siz imanı kabul
etmezdiniz. Dolayısıyla, taşıdığınız iman sizin çabanız, kendi tevfikinizle
olmuş değildir. Siz onu elde etmekten acizsiniz. Eğer peygamberim arzu ettiğiniz
birçok şeyde size tabi olsaydı sıkıntıya düşer, helak olurdunuz; rahatınız
bozulurdu da farkında bile olmazdınız. Sakın iman konusunda olduğu gibi,
nefislerinizin sizin iyiliğinizi istediğini sanmayın. Eğer ben size imanı
sevdirmeyip onu kalbinizde süslemeseydim, onun zıddını da size çirkin
göstermeseydim siz iman etmezdiniz, nefsiniz size bu imkanı vermezdi.
Tevfik ve hızlanı daha iyi anlatmak için şöyle bir misal anlatılır:
Hükümdarın biri memleketlerinden birinin halkına bir elçi göndermiş.
Elçisiyle gönderdiği fermanında düşmanın yakında saldırıda bulunacağını,
memleketlerini harap edip, halkı kılıçtan geçireceğini, kendilerine yeterli
miktarda mal, binek, azık, araç ve gereç, lazım olan herşeyi gönderdiğini
bildirmiş, bu arada bazı görevlilerine de şu talimatı vermiş; falana gidin
elinden tutup bineğe bindirin. Orada kalmasına izin vermeyin. Filan ve filana da
gidip aynı şeyleri yapın. Diğerlerine karışmayın. Çünkü onlar benim şehrimde
oturmaya layık değiller. Özel görevliler getirilmesi istenen kimselerin yanına
gitmiş, onların bekleşip kalmalarına izin vermemişler. Onları bineklerine
bindirip hükümdarın huzuruna getirmişler. Bu arada düşman saldırmış, şehirde
kalanların bazısını öldürmüş, bazısını da esir almış.
Acaba bu hükümdar şehirde kalanlara zulüm mü etmiş olur, yoksa onlara
karşı adaletle muamele etmiş mi sayılır?
Evet, bir kısmını ihsan ve inayetine mazhar ederken, diğerlerini etmemiştir. Çünkü Allah’ın fazilet lütuf konusunda
herkese eşit davranması gerekmez. Aksine bu O’nun bir ihsanıdır, onu dilediğine
verir.
Kaderiyye’nin Cebriyyeci kolu tevfiki, taatı yaratmak; hızlanı ise
günahı yaşatmak olarak tefsir etmişlerdir. Ancak bu görüşlerini sebep ve
hikmetleri kabul etmemek olan fasit prensiplerine bina etmiş; meseleyi sebep ve
hikmet olmaksızın sırf iradeye bağlamışlardır.
Buna karşılık inkarcı Kaderiyye ise tevfiki; genel bir açıklama,
genel bir hidayet, taat ve ona yönelme imkanı, bunun sebeplerini hazırlama
olarak tefsir etmişlerdir. Oysa bu durum kendisine hüccet ulaşan ve iman etme
imkanı olan müşrik olsun kafir olsun herkes için söz konusudur.
Bunlara göre tevfik hem kafir ve hem de mü’min için ortak olan bir
husustur. Çünkü güçlü kılma, imkan verme, gösterme ve açıklama her iki grubu da
içine almaktadır. Allah bunlara göre kendisine iman edecekleri bir tevfik ile
mü’minlere ayrıcalık vermemiş, iman etmelerine engel olan bir hızlan ile de
kafirlere farklı muamelede bulunmamıştır. Çünkü bunlara göre böyle bir davranış
bir kayırma ve zulüm olur.
İnkarcı Kaderiyye, bu temel görüşlerinden hareket ederek bazı tali
görüşler daha ileri sürmüşlerdir. Ancak bu görüşleri, onların İslam uleması
tarafından tenkit edilmelerine sebep olmuştur. Fakat onlar bu tenkitlere karşı
kendilerini yeterince savunamamışlardır. Sonunda ilim erbabı onların sözlerinin
çelişkilerle dolu olup görüşlerinin yanlış olduğunu açıkça ortaya koymuşlardır.
Nihayet bu mezhebin İslam aleminde bulunan mezheplerin en batıl ve en fasidi
olduğu anlaşılmıştır.
Allah, iman edenleri ihtilaf edilen bu konuda hak olan düşünceye
muvaffak kılmıştır. Çünkü Allah dilediğini doğru yola iletir. Bunlar ne inkarcı,
ne de cebirci Kaderiyyenin gittikleri yoldan gitmemişlerdir. Her iki yolun da
doğru yoldan ayrıldığını görmüşler, kaza ve kaderi, Allah’ın dilemesinin bütün
kainata şamil olduğunu, sebepleri ve hikmetleri, gaye ve maslahatları kabul
etmişlerdir. Allah’ın mülkünde O’nun dilemediği bir şeyin olmasından veya kendi
kudret ve dilemesi dışında bir şeye mahlukatını muktedir kılmasından yahut da
kullarının herhangi bir fiilinin O’nun irade ve seçimi olmadan meydana
gelmesinden Allah’ı tenzih etmişlerdir. Bunu aksini söyleyen kimse ise rabbini
bilmemiş, ona tam bir rububiyet tanımamış olur, demişlerdir.
O’nu abes iş yapmaktan, çirkin fiilden, başı boş bir şey yaratmaktan,
fiillerin hikmetsiz olmasından tenzih etmişler, her şeyin yaratılmasında bir
hikmet, bir sebep, bir gaye olduğunu kabul etmişlerdir. O’nun yarattığı ve
hükmettiği her şeyde büyük bir hikmet bulunduğuna hükmetmişler, bu hikmetin
Allah’ın zatıyla kaim bir sıfat olduğunu, gerçekte kader ve hikmeti inkar eden Kaderiyyenin iddia ettiği gibi mahluk olmadığını benimsemişlerdir.
Doğru yolda olanlar her iki gruptan da uzaktırlar. Sadece onların
görüşlerinde bulunan bazı hakikatler noktasında onlara muvafakat eder, her
birine hak ettiği şekilde muamele ederler. Bazı batıl sözlerinden dolayı
kendilerinde bulunan hak görüşleri reddetmezler. Onlar, Allah’ın bütün gruplar
üzerindeki şahitleri, mutemedleri, onlar arasındaki hakemleri, onlar hakkındaki
hakimleridirler. Hiçbir grup, istikamet ehli olanlar üzerinde hakim olamaz.
Bütün grupların dindeki yerlerini bilirler. Bunu ancak peygamberin getirdiği
nassı anlayarak bilen, onunla diğerleri arasındaki farkı kavrayan ve şüpheye
düşmeyen kimseler bilebilir. Onlar insanlığın tek, seçkin ve öz varlıklarıdır.
Dinlerini ayırıp ayrılıkçılık yapanlardan, aklına güvenip ona bağlanarak
ihtilaflar çıkaran kimselerden uzak; aksine rablerinden gelen bir delil ve iman
basiretine, insanların sahip oldukları bilgilere de sahip olan kimselerdir.
Muvaffak kılan Allah’tır.
|