Menazil müellifi devamla diyor ki:
“Allah’a nefsini ıslah ederek dönmek ancak şu üç
şeyi gerçekleştirmekle mümkün olur:
Cezalardan kurtulmak, hatalardan dolayı üzülmek ve
kaçırdıklarını telafi etmek,”
Cezalardan kurtulmak, kul ile Allah arasındaki
hukuka taalluk eden günahlarda onlardan tevbe etmek, kul hakkına taalluk eden
günahlarda ise o hakları sahiplerine iade etmek suretiyle olur. Hatalardan
dolayı üzülmek ise muhtemelen şu iki manaya gelir:
Birincisi, günah işlediği zaman bundan dolayı kalben
ve vicdanen rahatsızlık duymaktır. Bu hal onun Allah’a yöneldiğine delalet eder.
İşlemiş olduğu günahtan dolayı herhangi bir üzüntü duymayan kimse ise Allah’a
dönmemiş olur. Ve o hali onun kalbinin bozulmuş ve ölmüş olduğunu gösterir.
İkincisi ise bir mü’min kardeşi günah işlediği zaman
sanki o günahı kendisi işlemişçesine üzülmesi, onun başına gelen bu günaha
sevinmemesidir. Bu durum onun kalbinin yumuşaklığına ve Allah’a yöneldiğine
delalet eder.
Kaçırdıklarını telafi etmek ise işleyemediği taat ve
kullukları onlar ayarında yahut da daha büyük taatler işlemek suretiyle telafi
etmektir. Kul özellikle Allah’a kavuşmanın yaklaştığı ömrünün son zamanlarında
bu tür gayretlerini arttırmalıdır. Çünkü geçmişte kaçırılan fırsatların telafi
edilmesine, öldürülen zamanların diriltilmesine, kullanılmadığı takdirde
mü’minin son demlerdeki ömrünün hiç bir katkısı olmaz.
Menazil müellifi şöyle devam eder:
“Allah’a söz
vererek dönme ancak şu üç şeyle gerçekleşir.
1 - Günah lezzetinden kurtulmak,
2 - Kendisinin kurtulacağı, gafillerin ise ateşe gideceğini düşünerek
onları
küçümsemeyi terketmek,
3 - Hizmetlere arız olan hastalıklar hususunda son
derece dikkatli olmak.”
Bu sözlerin izahı şudur:
İnsan tamamıyla rabbine yöneldiği zaman günahlarını
hatırlamaktan aldığı zevklerden kurtulur, onun yerine o günahlarını hatırladığı
zaman üzüntü ve acı duyar. Kişi daha önce işlemiş olduğu günahları hatırladığı
zaman bunlardan zevk aldığı sürece Allah’a dönüp yönelmesi tam olmaz.
Şöyle bir soru akla gelebilir:
Hangi hal daha iyidir? Kalbinde günah lezzeti duyup
da Allah için ondan kurtulmaya çalışmak ve Allah’tan korktuğu, O’nu sevdiği
için, O’nu ululamak için günah lezzetini terk etmek mi, yoksa kalbinde günah
lezzetini öldürmüş olup onun yerine üzüntü ve acı duymak, Allah’a dayanmak,
O’nun muhabbeti ve zikriyle lezzet almak mı?
Buna şöyle cevap verilir:
Günahlardan lezzet
almamak, onları hatırlayıp üzülmek, Allah’ı sevmek ve O’nu zikretmekle lezzet
bulmak hali bu noktaya gelmek için mücadele vermekten daha kamil ve daha
yücedir. Bu mücahedeyi veren kimse de bu makama ulaşmak için çalışmaktadır. O da
onun hemen peşinde ve yakınında bir makamda bulunur.
Burada şöyle bir soru daha akla gelebilir:
“Peki
günahtan lezzet alan kulun mücahede ettiği şeyleri Allah rızası için terk etmek
ve Allah’ın rızasını kendi arzularına tercih etmek gibi amellerinin mükafatı ne
olacak?
Bunlar karşılıksız mı kalacak?
Nitekim bu nokta da ehl-i sünnete göre
insan cinsinin melek cinsinden daha üstün ve yaratıkların en hayırlısı olduğu
noktadır. Kalbi sükun bulan kimse ise bu mücahede külfetinden kurtulmuştur.
Dolayısıyla, bu iki sınıf insan arasında musibete müptela olan insan ile
sağlıklı insan arasındaki kadar fark olmalıdır.”
Cevap: Nefsin üç hali vardır;
1 - Günahı emretmek,
2 - Günahtan dolayı kınayıp pişmanlık duymak
ve
3 - İlahi huzura erip bütünüyle O’na
yönelmek.
Bu son hal nefsin en yüce ve en yüksek halidir. Mücahede eden insan işte bu hale erişmek için çalışır. İnsanın elde ettiği
mücahede ve sabır sevabı işte bu ilahi huzura erişme derecesine ulaşmak için
çalışmasından dolayıdır. Böyle bir insan Ka’be’ye gidip tavaf etmek ve onu
görmek suretiyle kalbini huzurlu kılmak için çölleri geçmekte ve zorluklara
katlanmakta olan bir kimse, diğeri ise Ka’be’ye varmış, onu tavaf eden, orada
namaz kılan, Allah’ın huzurunda başka hiç bir şeye iltifat etmeksizin meşgul
olan kimse gibidir. Bu iki insandan biri gaye ile diğeri ise vesile ile
meşguldür. Onların ikisinin de elde edeceği mükfatlar vardır. Ancak gaye ile
vesile mükafatı arasında da büyük bir fark vardır.
Huzur bulan insanın elde etmiş olduğu haller,
ubudiyet ve iman, Allah’a itaat konusunda nefsiyle mücahede eden kimsenin elde
ettiklerinden daha yücedir. Nefsiyle mücahede edenin ameli her ne kadar daha
çoksa da, bütünüyle Allah’a yönelen ve huzur bulan kimsenin amelinin değer ve
niteliği daha yücedir. Bu husus Allah’ın bir lütfü olup onu dilediğine bahşeder.
Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a) diğer sahabelere amel çokluğuyla daha üstün
olmamıştır. Çünkü onlar içerisinde oruç, hac, Kur’an okuma ve namaz kılma
bakımından kendisinden daha çok amel işleyenler vardı. Ne var ki o, haiz olduğu
dereceyi kalbinde taşıdığı başka bir şeyle elde etmişti. Sahabenin en önde
gelenleri onunla yansırlar, ancak onu daima önlerinde bulurlardı.
Şu kadar ki, günah lezzeti ve şehvet hususunda
nefsiyle mücahede eden kimsenin kulluğu bazan huzur bulmuş olanınkinden daha zor
ve meşakkatli olabilir. Ancak bunun meşakkatli olması-ötekinden daha üstün bir
derecede olmasını gerektirmez. Nitekim en faziletli amel Allah’a iman etmektir.
Cihad etmek ise ondan çok daha meşakkatli ve derece bakımından ondan sonra
gelir. Sıddıkların dereceleri de Allah yolunda cihat eden ve şehit olanların
derecelerinden daha yüksektir.
Nitekim Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde Abdullah
b. Mes’ud’dan rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah Efendimiz şehitlerden
bahsederken şöyle buyurur:
“Ümmetimden şehit
olanların çoğu yatakta ölen kimselerdir. Oysa iki saf arasında öldürülen
niceleri vardır ki onun niyetini ancak Allah bilir.”
(Müsned, 1,397)
|