Salikin gafletten uyanışı gerçekleştikten sonra
düşünce uyanışını gerçekleştirmesi gerekir. Bu da kalbin önce özet olarak
kendisine ulaşmaya hazırladığı maksadına yönelmesidir, maksadının ayrıntısı ve
O’na götürecek yolu bilmesi daha sonra gelir.
Salikin fikri sahih olunca, basiret gerekir. Basiret
Allah’ın dostları ve düşmanları için hazırladığı cennet ve cehennemi, va’d ve
vaidini görmesini sağlayan kalbdeki bir nurdur. Basiret sahibi bir kimse
insanların Allah’ın çağrısı üzerine korkarak kabirlerinden çıktıklarını,
göklerden meleklerin inip onları çepe çevre sarmalarını, hüküm için, Allah’ın
huzurunda hazırlandığını Allah’ın nuruyla yeryüzünü aydınlattığını, kitabın
ortaya konup nebiler ve şehidlerin getirildiğini, mizanın kurulup, sahifelerin
uçuştuğunu, hasımların toplandığını, borçlunun alacaklının boğazına yapıştığını,
havz ve şeffaf kadehlerin parıltılarını, susuzluğun artıp, gelen - gidenin
azaldığını, geçmek için köprü kurulup, insanların O’na doğru sevkedildiğini,
köprünün aydınlatıldığını, altında katmer katmer ateş tutuşturulduğunu, ateşe
düşenler, kurtulanlardan kat kat fazla olduğunu bütün bunları görür ve düşünür.
Onun kalbinde bütün bunları gören bir göz açılır.
Onun kalbinde ahiret ahvaline açılan bir pencere olur, ona ahireti ve ahiretin
devamlılığını; dünyayı ve dünyanın süratle gelip - geçici olduğunu gösterir.
Dolayısıyla “Basiret”; Allah’ın kalbe koyduğu bir
nurdur, bu nurla rasüllerin, haber verdiği şeylerin hakikati bilinir. Salik
gören bir gözle ahireti müşahade ediyor gibi olur.
Bununla birlikte bunun
faydası ancak rasüllerin davet ettiği şeylere uymakla hasıl olur, rasüllerin
getirdiği hususlara muhalafet etmek bu nura zarar verir. Ariflerden birinin
“Basiret öyle bir şeydir ki faydası bir hususla hasıl olur ve zarar da yine
onunla gerçekleşir” sözünün manası da budur.
Ariflerden bir diğeri “basiret,
seni şüpheden iman ya da görmekle kurtaran şeydir” der.
Basiretin üç derecesi vardır, bu üç dereceyi
tamamlayan basiretini kemale erdirmiş olur.
1 - Allah’ın isim ve sıfatlarındaki basiret,
2 - Emir ve nehyindeki basiret,
3 - Vad ve vaiddeki basirettir.
İsim ve sıfatlardaki basiret;
Allah’ın
kendisini nitelediği ve Rasülünün bildirdiği sıfatlar hakkında ortaya çıkan bir
şüphenin imanını etkilememesidir. Dahası bu yüzden sende beliren şüphe, Allah’ın
varlığı konusunda duyulan şüphe ve şekk gibi olur. Basiret sahiplerince şiddet
itibariyle hem zattaki ve hem de sıfattaki şüphe birdir.
Bu basiret şöyle gerçekleşir:
Kalbin;
- Allah Teala’nın arşına istiva ettiğini,
- Emir
ve nehiyleri konuştuğunu,
- Ulvi - süfli alemin bütün hareketlerini
şahıslarını ve zatlarını gördüğünü,
- Onların bütün seslerini işitip sırlarına,
gönüllerine vakıf olduğunu,
- Bütün ülkelerin kendi idaresi altında bulunduğunu,
- Herşeyin O’ndan
gelip,yine O’na döneceğini,
- Allah’ın kudretindeki meleklerin, O’nun emirlerini
hükmünün ulaştığı her yerde uyguladıklarını,
- O’nun kemal ve celal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu,
- Bütün ayıp ve noksan sıfatlardan ve benzeri bulunmaktan
münezzeh olduğunu;
kabul ve ikrar etmesi, bunlara şehadet etmesidir.
Allah Teala kitabında kendini vasfettiği gibidir ve
mahlukatının kendini nitelediği sıfatların ötesinde ve münezzehtir.
O,ölmeyen, Hayy (diri) uyumayan Kayyum,
göklerde ve yerlerde zerrece hiç bir-şey O’na gizli kalmayan Alim,
karanlık gecelerde kara kayanın içinde kara karıncanın devinmesini görecek kadar
haşirdir. Farklı dillerin farklı ihtiyaçlarına göre bütün sesleri
işitendir, semidir. O’nun bütün kelimeleri doğruluk ve adaletçe kemale
ermiştir.
Allah’ın sıfatları; benzerlik ve misli itibariyle
yaratıklarının sıfatlarına kıyaslanmaktan yücedir. Varlığına hiç birşeyin
varlığı benzememek bakımından da varlığı yücedir.
Allah’ın fiilleri; adalet,
hikmet, rahmet, ihsan, lütuf bakımından yaratıkları kuşatmıştır.
Yaratmak ve
emretmek nimet ve lütuf, hükümranlık ve hamd, övgü ve yücelik sadece ve sadece
Allah’a aittir.
Allah kendinden önce hiçbirşey olmayan Evvel,
kendinden sonra hiçbirşey bulunmayan Ahir’dir. Kendinden öte birşey bulunmayan
Zahir, kendinden içre bir şey bulunmayan Batın’dır.
O’nun bütün isimleri medhdir, hamddır, senadır ve
yüceliktir. Bundan dolayı da:
- O’nun isimleri güzeldir,
- Sıfatlarının hepsi kemal, hepsi celal,
- Fiillerinin hepsi hikmet, rahmet, maslahat ve
adalettir.
Bütün yaratıkları O’nun alametidir, gören göze
ayettir. Gökleri ve yeri boş yere yaratmamış insanı başıboş bırakmamıştır.
Mahlukatı tevhidi ve kendine ibadeti yerine getirmek için yaratmış, nimetleriyle
yaratıklarını bezemiş, nimetleri arttırmak için şükrünü vesile yapmış, kendisini
çeşitli şekillerde kullarına tanıtmış, onları ayetlerine yöneltmiş, türlü
şekillerde kendisini sevmeye davet etmiştir. Kulları ile kendisi arasında ahdi
olarak en güçlü sebebleri koymuştur. Kullarına olan nimetlerini tamamlamış,
onlara karşı hüccetini ortaya koymuş, onlara bol bol nimetler akıtmış, kendi
üzerine rahmeti yazmış, yazdığını “rahmetim gazabımdan üstün geldi” şeklinde Kur’an’ın muhtevasına koymuştur.
İnsanlar, nebevi nasları bilmeleri ve anlamaları
oranında, ve nasların hakikatlerine muhalif olan müfsid şüpheleri bilmeleri
nisbetinde bu basirette farklılık arzederler.
Basireti en zayıf kimseler olarak selefin yerdiği
batıl kelamcıları bulursun, çünkü bunlar nassları ve manalarını bilemezler,
kalblerinde batıl şüpheler yerleşir. Bu kelamcılarıın çoğuna göre mümin bile
olmayan halkın halini düşünürsen, bunların basiretinin onlarınkinden daha tam,
imanlarının daha güçlü, hakka inkiyadlarının ve vahye teslimiyetlerinin onlardan
daha fazla olduğunu görürsün.
Basiretin İkinci Derecesi
Bu Allah’ın emir ve yasakları hususundaki basirettir
ki tevil,taklid ve heva gibi şeylerle nasslara ters düşmekten kurtulmak
demektir. Basiret sahibi bir kulun kalbinde:
- Allah’ın emir ve yasaklarının
bilgisine aykırı bir şüphe,
- Emir ve yasakları uygulamaya ve onlara sarılmaya
mani olacak bir şehvet ve
- Nassların nurundan hükümleri alma konusunda gayret
sarfetmekten alıkoyacak bir taklid asla yerleşemez.
Basiret sahibi alimler,basiret sahibi olmayanlardan
bu şekilde ayrılırlar.
Basiretin Üçüncü Derecesi: Va’d ve vaidle ilgilidir
Bu basiret, dünyada ve ahirette, amel ve karşılık
yurdunda Allah’ın her nefsi, hayır ve şerr olarak kazandığıyla hesaba
çekeceğine, bazılarına mühlet verip bazılarına da hemen ceza vereceğine, bunun
Allah’ın İlahlığının, Rabblığının, adalet ve hikmetinin gereği olduğuna şehadet
etmendir.
Dolayısıyla bu konuda her hangi bir şüphe Allah’ın Rabb ve ilah
oluşundan, dahası Allah’ın varlığından şüphe duymak demektir. Allah için
bunların aksi düşünülemez. Allah’a mahluklarını atıl yaratmış ve onları başı
boş bırakmış olduğunu nisbet etmek yaraşmaz. Allah bu nevi zanların çok ötesinde
ve yücedir.
Aklın ceza gününe şehadeti, Allah’ın vahdaniyetine
şahadetiyle birdir. Bu bakımdan ahiret günü akılla bilinir demek doğrudur.
Ahiretin ayrıntıları ise ancak vahyle bilinir. Bu yüzden, Allah Teala ahiretin
inkarı ile kendisinin inkarını bir tutmuştur. Çünkü ahiretin inkarı O’nun
kudretinin ve ilahlığının inkarı demektir. Bunların inkarı ise, kendisin inkar
etme neticesini doğurur. Allah buyurur ki:
“Eğer (onların seni
yalanlamalarına) şaşıyorsan, doğrusu asıl ‘biz toprak olmuşken mi yeniden
yaratılacağız?’ sözleri şaşılacak şeydir, îşte onlar rabblerini inkar
edenlerdir, onların boyunlarında zincirler vardır, onlar cehennem ehlidirler ve
orada ebediyyen kalacaklardır”. (Rad, 5)
Bu ayet hakkında iki görüş vardır.
Birincisi: Eğer sen onların “biz toprak iken
mi yeniden yaratılacağız” sözlerine hayret ediyorsan, onların bu sözüne şaşmakta
haklısın! Hayret ki, onlar bunu nasıl inkar ediyorlar. Oysa hiç birşey değilken
topraktan yaratılmışlardı.
İkincisi: Eğer sen onların Allah’a şirk
koşmalarına, Allah’ın tevhidine ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmadan ibadet
etmeye yanaşmamalarına şaşıyorsan onların dirilişi inkarları ve “biz toprak iken
mi yeniden yaratılacağız” sözleri daha çok şaşılacak bir şeydir.
Her iki değerlendirmeye göre de ahiretin inkarı
insanı şaşırtan, hayrete düşüren birşeydir.
Ahireti inkar etmek, RabbTeala’yı
inkar ve reddetmektir. O’nun ilahlığının, kudretinin, hikmetinin, adlının ve
hükümranlığının inkarı demektir.
Menazil yazarının ise basiret konusunda başka bir
izah tarzı vardır. O’na göre:
“Basiret seni şaşkınlıktan, hayretten kurtaran
şeydir. Üç derecesi vardır.
Birincisi: “safiyetinden endişe edilmeyen bir
kaynaktan gelen ve şeriatça bildirilen haberi bilmektir. Bu bilginin hakkını
vermek onu yakinen tatbik etmen, kızdığında da O’nun için gayrete gelip
kızmandır.”
Sözün manası şudur: Rasülullah (sav)’in haber
verdiği şeyler sadık bir kaynaktan sadır olmuştur, O’na uyan hoşa gitmeyen
şeylerden korkmaz, bilakis bu kaynağa uyanlar, O’nun neticesinden emin olurlar,
zira bu kaynak hakktır, Hakka uyanın, asla bir korkusu yoktur. Bu haberin senin
üzerindeki hakkı da şudur:
O kaynaktan gelen emrolunduğun şeyi seksiz ve
şüphesiz eda edersin. Onu en iyi şekilde yerine getirirsin. Bu öyle bir haktır
ki ancak O’nun emirlerine imtisal etmeye çalışmakla vebalinden kurtulursun ki, o
tasdik edilmiş ve şüphe karışmamış haktan sadır olmuştur. O’na muhalefet edene,
hakkın zayi olması hakk tarafının ihmal edilmesi endişesiyle gayretinden dolayı
kızarsın.
Menazil yazarı Şeyhü’l- İslam’a göre dini gayret
basiretin kemalindendir. Çünkü kulun hakkı bilmesi O’na sevgisi, hakkını vermesi
ve yüceltmesi ölçüsünde gayreti ve hakkı zayi edenlere öfkesi bulunur. İşte bu
gayret ve endişe kulun hakk sahibini sevmesinin, onu yüceltmesi ve hürmet
göstermesinin bir alametidir. Bu basiret gözüdür. Nasıl, Hakk’ın emirlerine
gereği gibi sarılmada şüphe göstermek basiret gözünü köreltirse, aynı şekilde
Allah’ın hakkı zayi olup, haramları çiğnendiğinde, Allah için gazablanıp gayret
duymamak da, basiret gözünü köreltir.
Menazil yazarı devamla şöyle der:
İkinci derecesi: “Hakkın hidayet vermesi ve saptırması konusunda adaletin gerçekleştiğine,
varlıkların muhtelif çeşitte olmalarında iyiliğe riayet ettiğine, doğruyu ortaya
koymada kendine ulaştıracak kopmaz ipi gösterdiğine şehadet etmendir”.
O, Allah’ın hidayete erdirdiğinin hidayetinde,
sapıttığının dalalinde adalet olduğuna şehadetle iki şeyi demek istiyor:
1 - Yaratmada, hidayet verme veya sapıtmada
Allah’ın tek olduğuna işaret etmek istiyor.
2 - Hidayet ve dalaletin Allah’dan, hikmet ve
adaletle sadır olduğunu söylemek istiyor. Buna göre O’nun hidayeti herşeyi yerli
yerine koymaktan uzak sırf bir dileme ile değil, bilakis, hidayetin kendisini
temizleyeceğini, onu kabul edip, şükredeceğini, fayda vereceğini bildiği
kimselere vermesini gerektiren bir hikmetle gerçekleşir. AllahTeala asaletinin
asi ve miras (esas ve tabi) itibariyle kime vereceğini en iyi bilendir. Allah
Teala şöyle buyurur:
“Böylece biz onları birbirleriyle sınadık da onlar’
Allah aramızdan bula bula şunlara mı lütufda bulundu?’dediler. Allah Teala
şükredenleri en iyi bilenlerdir.” (Enam, 53)
Şükredenler Allah’ın verdiği hidayet nimetinin kıymetini bilendir. Onlar
Allah’a hidayetinden dolayı şükrederler, onları kendi ehlinden kılmasından
dolayı Allah’ı severler ve Allah’a hamd ederler.
Allah Teala hidayet verdiğine hidayet, sapıttığına
dalalet verme hususunda adalet ve ihsanının gereğini yerine getirmiştir. İkram
ve hidayete ve kendine yaklaştırmaya layık olanı kapısından kovmamış ve kendi
canibinden uzak tutmamıştır. Bilakis, Allah ancak uzaklaşma ve kovulmaya layık
olanı kendi canibinden uzak tutmuştur. Allah’ın hikmeti ve adaleti, layık
olmayan birisine ikram etmeye, kendisine yaklaştırmaya, onu kendi ehlinden, dost
ve has kullarından kılmaya aykırıdır.
Geriye şöyle bir itiraz kalır: Öyle ise Allah bu
durumda olan kişiyi niçin yarattı?
Bu soru, cahaletinde, zulmünde ve dalaletinde ileri
giden cahilce, sapıkça ve zalimce bir sorudur.
Her şeyi karşılıklı ve zıd
şekilde yaratmak,O’nun Rabblığının kemalindedir, gece-gündüz, sıcak-soğuk,
tatlı- acı, hayır-şer ve cennet- cehennem gibi.
“Varlıkları çeşitlendirmesinde iyiliği gözetmiştir”
sözüyle mallar, kuvvetler, ilimler ameller, sanatlar vb. şeylerin cins, miktar
ve nitelikçe farklılıklarını kasdetmektedir. Allah bunları iyilik ve maslahata
göre kısımlara ayırmış, her birine kendisi için en uygun ve faydalı olanı lütuf
ve ihsanı olarak vermiştir.
Allah’ın gerçeği ortaya koymada, kendine ulaştıran
ipi göstermesi sözüyle şunu demek istiyor.
Allah sana itaati ihsan etmek ve nefsinden çekip
kurtarmakla seni kendisine yaklaştırmak istiyor. Burada nefsinden çekip
kurtarmayı tevfikten, kendisine ulaşmayı yaklaştırmaktan istiare yapmıştır. İple
de seni Allah’a ulaştıracak sebebi kasdetmiştir.
Böylece yazar, bununla, Allah’ın sana başarı
verdiğini, nefsine sahib ve kendince yaklaştırmak üzere, seni kendi ipini
tutunmaya muvaffak kıldığını göstermeni ister. Seninde bu duruma şükür etmen ve
muhabbetin daha güçlü olması için çalışman, kullukta samimiyetini arttırman
gerekir. Bütün bunlar basiretin tam olması için gereken şeylerdir.
Öyle ise kim basiretsizse o, bütün bunlardan
uzaktır.
Menazil yazarı devamla şöyle der:
“Üçüncü, marifeti
fışkırtan, işareti tesbit eden, firaseti bitiren bir basirettir.”
Burada keşf ve müşahede basiretiyle kalbden bilgi
kaynaklananın fışkırmasını kasdetmektedir. Burada “ilim fışkırır” demedi, çünkü
onlarca marifet ilimden daha hususidir ve marifetin ilme nisbeti, ruhun cesede
nisbeti gibidir ve marifet ilmin ruhu ve özüdür.
Allah rahmet eylesin yazar doğru söylüyor. Bu
basiret sayesinde, sahibinin kalbinden marifet pınarları fışkırır, bunlar eğitim
ve öğretimle elde edilmezler. Bu, kalbindeki basiret derecesine göre, Allah’ın
din ve kitabı konusunda kuluna vermiş olduğu anlayıştır.
“İşareti tesbit eder” sözüne gelince işaretle,
(Tasavvuf ehlinin) işaret ettikleri haller, menziller ve sülük ehli olmayanın
yadırgayacağı, basiret ehlinin kabul ettikleri zevkleri kasdetmektedir. Bu hal,
zevk ve menzillerin pekçoğu saliklere varid olur. Dolayısıyla eğer salikin
basireti varsa, basireti bu halleri tesbit eder, onda bu halleri gerçekleştirir
ve bu zevkin ayrıntılarını ona öğretir, eğer salikin basireti yok da tam tersine
cahilse kendisine varid olan şeylerin ayrıntılarını bilip onları tesbit edemez.
Şeyhin “Firaset bitirir” sözüne gelince.
Demek istiyor ki basiret kalbin toprağında gerçek ve
doğru firaseti bitirir,yeşertir, bu firaset Allah’ın kalbe koyduğu bir nurdur,
ki si bununla hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırır.
Allah Teala buyurur ki:
“Doğrusu bunda mütevessimler için deliller vardır”
(Hicr, 75)
Mücahid, buradaki
mütevessimleri firaset sahihleri olarak tefsir etmiştir. Tirmizi’nin Ebu said
el- Hudri’den rivayet ettiği bir hadiste Nebi (s.a.v) şöyle der:
“Mü'minin fırasetinden sakınınız, şüphesiz o, Allah Azze ve Cellenin nuruyla bakar” sonra Rasulullah (s.a.v):
“Şüphesiz bunda mütevessimler için ayetler vardır” ayetini
okudu. (Tirmizi, Tefsiru’l- Kur’an, 16)
“Tevessüm” sima kelimesinden gelir, bu da alamet ve
işaret demektir. Bu sebeple firaset sahibine mütevessim denmiştir. Çünkü o gayb
aleminden şahid olduğu şeylerle istidlalde bulunur. Müşahede ettikleriyle imana
ulaşır. Bu sebeple Allah, kevni ayetlerini ve bunlardan istifade etmeyi bu
kullarına has kılmıştır. Çünkü onlar müşahade ettikleri ayetlerle rasullerin
haber verdikleri emr, nehiy, sevab ve ikab gibi şeylerin hakikatlerine
istidlalde bulunurlar.
Şüphesiz Allah Teala bu bilgiyi Adem’e (a.s) ilham etti,
her şeyin ismini ona öğretirken bunu da öğretti, Adem’in çocukları ise ondan
türeyen benzerleri ve halifeleridir.
Dolayısıyla kalbde bir kuvve vardır, hüccet
bu yetenekle kaimdir, ibret bununla hasıl olur, delalet bununla doğru ve muteber
olur. Allah, peygamberlerini vahy ve iman nuruyla bu istidadı hatırlatıcı,
uyandırıcı ve kemale erdirici olarak gönderdi. Bu vahy ve iman nuru firaset ve
istidad nuruna eklenince, nur üstüne nur olur, basiret güçlenir, nur büyür, nur
maddesinin artması ve devamlı olması dolayısıyla nur da devamlı olur. Bu nur
artmada öyle bir dereceye gelirki, yüzde, duyularda, konuşmada ve amellerde
görünün hale gelir.
Kim Allah’ın hidayetini kabul edip baştacı yapmazsa kalbi
bir kılıf ve kutu içine girer, dolayısıyla da kapkaranlık kesilip basireti de
körelir. Böylece de o kalb iman hakikatlerine karşı perdelenmiş olur. Netice
itibariyle de hakkı batıl, batılı hakk, rüşdü azgınlık, azgınlığı da rüşd
olarak görür.
Nitekim Allah Teala da:
“Hayır hayır! Onların kalplerini kazanmış
oldukları şeyler kararttı, örttü” (Mutaffıfın, 14)
buyurur.
Bu ayetteki “reyn” ve “ran” kelimeleri
kalbi, hakikati görüp, hakikate uymaktan alıkoyan kalın perde manasına
gelmektedir.
Basiretin zayıf ve güçlü oluşuna göre firaset iki
kısma ayrılır.
Yüce şerefli ve iman ehline hass olan firaset, düşük
değersiz ve müminle kafir arasında müşterek olan firasettir. Bu firaset, açlık,
şehvet ve halvet ehlinin kalplerini meşgalelerden tecrid edenlerin firasetidir.
Bu grup firaset sahiplerinin firaseti, keşfi ve ihbarı kendileri için herhangi
bir kemal, arınma, iman ya da marifet ifade etmeyen, değersiz bazı gaybi şeyleri bildirmekle bazı
şekilleri keşfetmekten ibarettir. Onların bu firasetleri bu süfli ve dünyevi
şeylerin ötesine geçmez, çünkü onlar hakka karşı perdelidirler. Dolayısıyla
onların firaseti Allah’ın düşmanları ile dostlarını, bunların yollarını
birbirinden ayırmaya yeten bir firaset değildir.
Allah’ı ve Allah’ın emrini bilen sadıkların,
ariflerin firasetine gelince: Onların bütün himmetleri, Allah sevgisi, marifeti,
O’na kulluk ve insanları basiret üzere Allah’a çağırmaktan ibarettir. Onların firaseti sürekli Allah’la irtibat halinde, iman nuruyla birlikte vahyin nuruna
bağlıdır.
Dolayısıyla sadıklar ve arifler, Allah’ın sevip sevmediği varlık, söz
ve amelleri birbirinden ayırd edebilirler, pisle temizi,hakk olanla batıl olanı,
doğru ile yanlışı birbirinden ayırırlar. Bununla Allah yolunda suluk edenlerin
istidadlarının ölçüsü bilinir ve her insana ilim, irade ve amelce ve istidadı
ölçüsünde sorumluluk yüklenir.
Bunların firaseti daima peygamberin yolunu keşfetme
onu tanıma ve diğer yollar arasından O’nun yolunu bulup çıkarma, nefsin
kusurlarını görme, peygamberlerin yoluna girmeye engel olan amellerin afetlerini
bulma etrafında dolaşıp durur. İşte bu, firaset ve basiret nevilerinin en
şereflisi, kula dünya ve ahirrette en faydalı olanıdır.
|