İyice bilinmesi gereken bir husus da şudur:
Büyük günahlardan duyulacak haya, bazen Allah korkusu ve günahı önemseme, bu
günahın küçük günah gibi işlem görmesine; küçük günahtan hayanın azlığı,
önemsememe, korku duymama ve küçümseme halleri de onun büyük günah gibi, hatta
ondan daha şiddetli ceza görmesine sebep olur.
Bu, kalpte olana yönelik bir durumdur. Salt fiilin
üstünde bir şeydir.İnsan kendi içinden veya başka şeyden bunu anlar.
Ayrıca seven ve büyük ihsan sahibi olanlar,
diğerlerinden daha çok affedilir ve başkalarına gösterilmeyen müsamaha bunlara
gösterilir.
Şeyhülislam İbn Teymiyye’nin şöyle dediğini
işittim:
Musa (a.s)’a bak. İçinde Allah’ın kelamı bulunan levhaları atıp
kırdı, kendisi gibi bir peygamber olan Harun’un (a.s) sakalını çekti, Azrail’e
bir tokat vurup gözünü çıkardı, İsra gecesinde Muhammed’in (s.a.v) kendinden daha
yüksek mertebede olduğunu Rabbine şikayet etti, buna karşılık Rabbi bütün
bunlara sabretti, onu sevdi, ona ikramda bulundu ve ihtimam gösterdi. Çünkü
Allah ona bu büyük mertebeleri, kendi düşmanlarına karşı düşmanlık etmesi,
Allah’ın emirlerini yayması, Kıptileri ve İsrailoğullarını tam manasıyla ıslah
etmesi karşılığında vermiştir. Bu işler denizdeki kıl kadar incedir.
Bir de Yunus (a.s) ‘a bak. Musa’da bulunan makamlar
kendisinde bulunmadığı için bir seferinde Rabbine kızdı. Allah da onu tuttu bir
balığın karnında hapsetti. Musa’ya gösterdiği müsamaha yı ona göstermedi.
Bir günah işleyip bunu affettirecek bir iyiliği
olmayanın durumu ile günah işlediğinde ona şefaat edecek iyiliği bulunanın
durumu farklıdır. Nasıl ki bir beyitte.
Sevgilinin yaptığı bir hataya karşılık.
Bunu örtecek bin bir güzellikleri vardır,
denilmiştir.
Ameller Alah katında sahibi için şefaat eder, zor
durumda onu hatırlar.
Yüce Allah Zünnun (Yunus (a.s) )için:
“Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı kıyamet
gününe kadar balığın karnında kalacaktı” (Saffat,
143-144) buyurmuştur.
Firavun kendisine şefaat edecek bir şeyinin
olmadığını anlayınca:
“İsrailoğullarının inandığından başka Tanrı
olmadığına inandım” (Yunus, 90) dedi.
Cebrail de Firavun’a:
“Şimdi inandın, daha önce baş kaldırmış ve
bozgunculuk etmiştin” (Yunus, 91) şeklinde
karşılık verdi.
Müsned’de yer alan bir hadise göre Rasulullah (sav):
“Allah’a tesbih, tekbir, tahmid şeklinde yaptığınız zikirler, arşın etrafında döner, arı sesi gibi
uğultularıyla sizi anarlar. Herhangi biriniz kendisini anan birisinin olmasını
istemez mi?” (İbn
Mace, Edeb, 56) buyurmuştur.
Buna göre kim iyiliklerini kötülüklerine oranla
arttırırsa kurtuluşa erer, azab görmez ve iyilikleri sebebiyle kötülükleri
bağışlanır. Bu sebeble şirk ehline uygulanmayan mağfiret, tevhid ehline yapılır.
Çünkü kendisi bağışlanmasını sağlayan Allah’ın sevdiği işleri yapmış, Allah da
müşrikler, göstermediği müsamahayı ona göstermiştir. Kişinin tevhiddeki
samimiyeti ne kadar çok olursa Allah’ın mağfireti de o ölçüde fazla olur.
Allah’a hiç bir şekilde şirk koşmadan kavuşan kimsenin, elbette Allah bütün
günahlarını ne olursa olsun affeder ve onlardan dolayı azab etmez.
Ehl-i Tevhid’den hiç kimse Cehenneme girmez,
demiyoruz. Aksine günahları yüzünden birçoğu cehenneme girecek, günahı kadar
azab görecek, sonra çıkacaktır. Daha önce söylediklerimizi bilenler için bu iki
durum arasında bir çelişki yoktur.
Konunun önemi ve duyulan ihtiyaç yüzünden ilave
izahat yapmak istiyoruz:
Bil ki: “Lailaheillallah” kelimesinin ışığı,
günah sis ve pasından ışığın zayıf veya kuvvetli olması ölçüsünde sıyrılır. Bu
kelimenin nuru vardır. Tevhid ehli sadece Allah’ın bileceği bu nurun kuvvet veya
zayıflığı nisbetinde farklılık gösterir.
Bazı insanlar var ki, kalbinde bu kelimenin nuru
güneş gibi parlar.
Bazılarının kalbinde bu nur parlak bir yıldız
gibidir.
Diğer bazılarının kalbinde büyük bir aleve benzer.
Bazılarının kuvvetli bir ışık gibi,
Bir kısmının da zayıf bir ışık gibi olur.
Kıyamet gününde bu nurlar, müslümanların sağ
taraflarında ve önlerinde, kalplerindeki bu kelimenin nuru ölçüsünde, ilim,
amel, marifet ve yaşayışlarının yansıması olarak ortaya çıkar.
Bu kelimenin nuru ne kadar büyür ve kuvvetlenirse,
şüphe ve şehvetleri o ölçüde kırar. Bazen öyle bir hale gelir ki artık onda ne
şehvet ne de günah görülür, bütün bunları yok eder.Tevhidinde samimi olan, yani
Allah’a hiç birşeyi ortak koşmayanın hali böyledir. Hangi günah, şehvet veya
şüphe bu nura yaklaşırsa onu yakar. Bu kişinin imanının seması iyiliklerini
çalacak şeylere karşı yıldızlarla korunmuştur. Hırsız ancak, her insanın başına
gelebilecek dalgınlık ve gafletten istifade ederek yaklaşabilir. Fakat nur
sahibi uyanıp kendisinden çalınanı öğrenince ya hırsızın elinden bunları
kurtarır, ya da çalışarak bunun kat kat fazlasını elde eder. Cin ve insanların
bu tür hırsızlık teşebbüsleri için de böyledir. Nur sahibi bunlara hazinelerini
açan ve kapısına sırtını çeviren gibi değildir.
Tevhid, puta tapanların müşrik oldukları halde ikrar
ettikleri şekilde kişinin Allah’tan başka yaratıcı olmadığını, Allah’ın herşeyin
Rabbi ve meliki olduğunu sadece ikrar etmesi değildir.
Aksine Tevhid, Allah’a olan muhabbet, boyun eğme,
tevazu gösterme, son derece itaat etme, ibadetindeki ihlas ile bütün söz, fiil,
engelleme, bağış, sevgi ve nefretinde sadece O’nun yüce rızasını dilemesinden
dolayı, tevhid sahibi ile günaha götüren sebebler ve günahta süreklilik arasına
engeller koyar.
Bunu bilen, Rasulullah’ın (s.a.v):
“Allah, Lailaheillallah
deyip bundan sedece Allah’ın rızasını gözeten kişiye Cehennem’i haram eder.”
(Buhari, Salat, 46) ve
“Lailaheillallah diyen
Cehennem’e girmez” (Müslim, İman, 148)
sözlerini ve bunların çoğu insana müşkil gelen anlamlarını da bilir. Öyle
ki bazıları bu hadisi mensuh saymış, bazıları emir ve nehiylerin başlaması ve
şeriatın istikrar kazanmasından önce varid olduğunu söylemiş, bazıları
hadislerdeki cehennemi müşrik ve kafirlerin cehennemi diye izah etmiş, diğer
bazıları da “ebedi cehennemde kalmaz” manasında cehenneme girmeyi,
ebedi kalma diye te’vil etmişlerdir. Bunlara benzer daha bir çok yakışıksız te’viller
yapmışlardır.
Şari’ (s.a.v) tevhidi sadece dille söylemekle hasıl
olacak bir şey de kılmamıştır. Böyle bir şey kesinlikle İslam dininde yoktur.
Çünkü münafıklar dilleriyle söylüyorlarsa da inkar edenlerden daha aşağıda
cehennemin en alt derecesini boylayacaklar. Bu yüzden kalp lisanı şarttır.
Kalp lisanını ise: bilmek, onu tasdik etmek,
nefiy ve ispatla ilgili içine aldığı hakikatları kavramak ve de Allah’tan
başkasından reddedilmiş ve sadece, O’na has, başkasına olması mümkün olmayan
uluhiyet hakikatlarını anlamaktır. Bu mananın kalpte bulunması, söyleyenin
ateşten korunmasını gerektiren şeyin ilim, marifet, yakin ve hal derecesinde
olmasıdır.
(Yine uluhiyetin manasını bozan ve onu
yıkan şeyleri bilmek de kalbi imanın gereklerindendir. Müşriklerin saygı
gösterdikleri hurafeler, putlar, bunlardan edindikleri ve mukaddesattan özür
dilemeler, Allah’a isyan hususunda ruhban ve bilginlere iltifat etmeler hep
uluhiyeti bozan şeylerdir. Hz. Ömer şöyle der: “islam’da cahiliyeti bilmeyenler
zuhur ettiği zaman, islam’ın saflığı azar azar bozulmaya başlar.” Tevhidi bozan
söz ve fiilleriyle yıkanlar ancak körükörüne taklid ve dininde hidayetsiz ve
basiretsiz olma sebebiyle yıkarlar.)
Şari’in sevapla nitelendirme yaptığı her sözünde
kastedilen aslında kavl-i tam (tam bir şekilde dille söyleme) dir. Rasulullah’ın
(sav):
“Kim bir günde yüz
defa “Sübhanallah” ve bihamdihi” derse deniz köpüğü kadar da olsa günahları
affedilir” (Buhari,Daavat, 65; Müslim,
Zikr, 28) sözünde bu böyledir. Hadiste yalnızca dil ile söyleme
kastedilmiştir.
Evet, manasına gafil, üzerinde, düşünmekten aciz
biri bunu söyler, ama kalbi diline iştirak etmez, ölçü ve hakikatini bilmez,
buna karşılık sevabını umarsa kalbinin durumu ölçüsünde günahları düşer.
(Şirk
de küfür de ancak bu gafleti düşünmemek ve tevhidi bozan şeylerden sakınmamaktan
gelir. Batıl cahiliyye dini de ancak bu gaflet ve yüzçevirme ile ortaya çıkar.
Sevab zannıyla boş kuruntular ve gurur peşinde koşmak bu gafleti daha da
arttırır.)
Çünkü ameller görünüm ve sayıları yönünden kıymet
kazanmaz, kalplerde bulunana göre değerlenir. İki amel sureten aynı olabilir,
ama aralarında yerle gök kadar fark vardır. İki kişi aynı safta namaz kılabilir
fakat namazları arasında dağlar kadar fark bulunur.
Amel defteri hadisini düşün.
(Tirmizi, İman, 17; İbn Mace, Zühd, 35; Müsned, II,
213,222)
Bu defter bir kefeye, doksandokuz amel defteri de karşı kefeye
konur. Her bir amel defterinin uzunluğu bir göz erimi kadardır. Böyle olduğu
halde bir defter ağır gelir ve bu defterleri kaldırıp atar. Böylece o kul azab
görmez. Her müminin böyle bir deftere sahip olduğu malumdur. Müminlerden bir çoğu
da günahları yüzünden cehenneme girerler. Fakat o şahsın defterini ağır bastıran
ve amel defterlerini kaldırıp atan o sır, neden diğer defter sahipleri için
gerçekleşmemiştir de o kişinin defteri ağırlık bakımından tek olmuştur?
Bu manayla ilgili daha fazla izahat istiyorsan,
kalbi senin sevginle dolu olan birinin sendeki hatırasını düşün, bir de senden
yüz çeviren, sana karşı ilgisiz olup seni unutan, başkasıyla meşgul olan, kalbi
başkası için çarpan ama yükü senin üzerinde olan bir diğerinin zihnindeki
tasavvurunu düşün. İkisinin zihnindeki hayali bir midir? Yahut bu durumdaki iki
çocuğun, iki hizmetçinin veya iki hanımın değeri senin yanında bir midir?
Yüz kişinin katili olan köye gitmekten vazgeçmeyen
kişinin kalbindeki iman hakikatlarını da düşün. Bu halde kendisine ağır geleni
taşıtmış ve ölüm hastalığı ile mücadele etmiştir. Bu başka bir durum, apayrı bir
imandır. Şüphesiz bu kişi salih bir köye ulaştırılacak ve oranın ehline dahil
edilecektir.
Buna benzer bir hadise de, susuzluğundan nemli
toprağı yiyen, köpeği gören ve duygulanan günahkar insanın kalbine gelenlerdir.
Yanında herhangi bir araç bulunmadığı, yardımcısı ve göreni olmadığı halde,
(kalbi incelen günahkar insan) canını tehlikeye atarak kuyuya inip ayakkabısına
su doldurmayı göze almış ve köpeği ölüme terketmemiştir. Su ile dolu bir şekilde
ayakkabılarını ağzı ile taşımış, böylece kuyudan çıkabilmiş, genellikle
insanların dövdüğü bu hayvanın önüne suyu koymuş, herhangi bir karşılık
beklemeden suyu içinceye kadar ayakkabıyı eliyle tutmuştur. Bu tarzdaki tevhid
nurları daha önce bu adamın yaptığı günahları yoketmiş ve adam affedilmiştir.
Ameller ve amel sahipleri Allah katında böyledir.
Tonlarca bakır amelin üstüne bir zerresi düştüğü takdirde altına dönüştürecek bu
kimyevi iksirden gafil kalan kişi gaflettedir.
|