FENA’NIN TARİFİ

 

Mutasavvıfların işaret ettikleri ve kullandıkları fena, kulun gözünden hadis olanların gitmesi, var olmadan önceki gibi yokluk ufkunda kaybolmasıdır. Ezelde olduğu gibi sadece hakkın baki kalmasıdır. Sonra aynı şekilde müşahadeyi yapanın şekil ve varlığı kaybolur. Böylece de onun ne sureti ve ne de varlığı kalır, sonra yine kulun müşahadesi kaybolur, sonra hak bizzat kendisini müşahade ettiği şey olur. Bu varlıkların yaratılmasından önceki durum gibidir. Fenanın hakikati daha önce olmayanın fani olması, ezeli olanın baki kalmasıdır.

Menazil yazarı fena hakkında şunları söyler:

“Fena önce ilim, sonra inkar, sonra Hakk bakımından, Hakkdan başkasının yok olmasıdır.

Fena üç derecedir:

Fenanın birinci derecesi, bilginin bilinende fenasıdır, bu ilim bakımından olan fenadır. Görmenin görünenlerde fenası, inkar itibariyle olan fenadır. Varlıkta fena olmayı istemek Hakk itibariyle fenadır.

İkinci derecesi, taleb müşahedesinin düştüğü fena, marifet müşahedesinin düştüğü fena, yine görme müşahedesinin düştüğü fenadır.

Üçüncü derece; Fenanın müşahedesinden fani olmaktır. Bu fena hakk itibariyle olan, göz aydınlanmasıyla görülen, beka yoluna girilerek, cem denizine binilerek gerçekleşen fenadır.”

Şimdi biz bu görüşlerin önce hakk ve batıl olan taraflarını açıklayarak sonra da fenanın kısımlarını inceleyeceğiz. Övülen fena ile -ki bu Allah’a yakın olan dostlarının fenasıdır- yerilen fena- bu da ilhad ehline ve vahdeti vücud görüşünde olanlara ait, kemal derecesinde noksan olanların fenasıdır- arasındaki farkları Allah’ın yardımı, kudreti ve teyidi ile göreceğiz.

Herevi, “Fena hakkdan başka her şeyin inkar yönüyle yok olmasıdır” sözüyle, varlık külli olarak yok olur demek istemiyor.-O ancak varlığın ilimde izmihlal bulmasını kasdediyor.

Böylece Allah’dan başka her şeyin batıl olduğunu, varlığının iki yokluk arasında bulunduğunu, onun varlığının sadece yokluk olduğunu, yokluğunun kendi varlığı sebebiyle, varlığının ise Allah’ın onu var kılmasıyla gerçekleştiğini bilir. Böylece kul onun ilminde yokluk halinde olduğu gibi fani olur. Kul onun ilminde fani olunca, bunun üzerindeki başka bir dereceye yükselir. Bu derece de Allah’dan başka herşeyi inkar ve reddetmektir. Bu birinciden daha yücedir. Çünkü bu kulun Allah’dan başkasından gayb olmasıdır, kul onların varlığını inkar etmediği halde onlar kulun idrak alanından çıkarlar. Bu ikincisi, masivanın inkar ve reddedilmesidir.

İşte bu noktada İttihadi işe karışır ve der ki:

Fenadan kasdedilen külli olarak Allah’dan başkasını inkar etmektir ve burada hiçbir şekilde başkası yoktur.

Şeyhü’l-islam bu ittihad ehlinin ilhadından uzaktır. Her ne kadar onun ifadeleri bunu iham ve ilham ettiriyor olsa da o bunlardan beridir.

Şeyhü’l-islam (Herevi) varlıktaki değil, müşahededeki inkarı kasdediyor. Yani O, varlığın müşahedesini inkar etmektedir, yoksa bizatihi harici varlığını değil. O varlığın ilim ve müşahede ile ilgili varlığını inkar ediyor, dıştaki maddi varlığını değil. Böylece önce kendi, şuhudi ve ilmi varlığından kaybolur, sonra ikinci olarak kendini ilminde inkar eder. İşte kulun inkar itibariyle izmihlali budur. Sonra kul bunun daha üstündeki bir dereceye yükselir. Bu da kulun hakikatte izmihlalidir. Bunun artık asla bir varlığı yoktur.

Kulun varlığı ancak Hakkın varlığı ile kaimdir. Eğer Hakkın varlığı olmasaydı, kul da var olmazdı. Gerçekte ise var olan sadece hakktır. Var olanlar onun varlığının eseridir. Onların “mevcudatın asla bir varlığı ve eseri yoktur, bunlar yok olucu, fani ve izmihlale uğrayıcıdır” sözlerinin manası da budur.

İttihadi der ki; Salık sülukünün başlarında gerçekte Allah’dan başka fail olmadığını görür ve bilir. Bu ilmin tevhididir. Kul ilk merhalede bundan daha fazlasına güç yetiremez. Sonra buradan ikinci dereceye geçer. Bu da fiillerin sıfatlara, sıfatların zata döndüğünü müşahade etmesidir. Burada herşey zata döner. Böylece kul da zattan başka herşeyin varlığını külli olarak inkar eder. Bu da inkar itibariyle izmihlaldir. Buradan isimlerin, sıfatların ve fiillerin kaybolduğu denize dalma derecesine yükselir. Her hangi bir isim, sıfat ve fiille kayd altına alınamayan mutlak bir durum kalır. Burada her mana, kayd, sıfat ve varlık izmihlal bulur, onlara göre ilk seferin, yolculuğun gayesi ve son noktası budur. Sonra salik ikinci sefere çıkmaya hazırlanır. Bu da Beka halidir.

Herevi “birinci derece, marifetin marufda fenasıdır” sözü ile salikin marifetinin marufta (Allah’ın bilgisinde) izmihlali ve yok olmasını kasdediyor. Böylece kul maruf ile, marifetten kaybolur. Nitekim meşhuduyla kendine şahid olmaktan, onun zikriyle zikrinden,sevgili ile sevgiden, korkusuyla korkmaktan geçer, gayb olur. Bu halin imkanında ve meydana gelmesinde şüphe yoktur.

Kalb birşeyle dolunca,kalbede başkasını alacak hal ve yer kalmaz. Sen, sevgisine gark olan ve sevgisi, kalbinin bütün cüzlerine nüfuz eden sevgili müşahede eden adamın halini, ya da kalbi korkusuyla dolan kişinin korktuğu şeyi müşahade ederkenki halini biliyorsun. Onun sevgi ve korkusu nedeniyle kendi şuurundan geçip, dehşete düştüğünü biliyorsun. Çünkü sevdiği ya da korktuğu şeyin gücü ve etkisi onun kalbini kaplamıştır. Ve kesinlikle bunlardan başkasını görme, müşahade etme imkanını kaybetmiştir. Ne var ki bu kulun noksanlığından dolayıdır, kemalinden dolayı değildir. Kemal bu hallerin ötesindedir.

Salat ve selam üzerlerine olsun Allah’ın iki halilinden (İbrahim ve Muhammed) başka hiç kimse Allah’a daha çok muhabbet duymaz. Oysa bu iki Halil’in hali bu halden daha mükemmeldi. Kulluğun müşahedesi, mabudun müşahedesi ile kulluktan uzak ve gaib olmaktan daha mükemmel beliğ ve tamdır. Hem kulun ve hem de mabudun müşahedesi kamillerin derecesidir. Bunun birinden dolayı diğerinden gayb olmak eksiklik sahiplerine ait olan bir haldir. İbadetle mabuddan gayb olmak noksanlık olduğu gibi aynı şekilde mabudundan dolayı kulun ibadetinden gayb olması da noksanlıktır. Hatta Ariflerin bir kısmı bunu ibadetten bile saymışlardır. Ve böyle ibadetin varlığı ile yokluğunu bir görmüş “bu uyuyanın ve akılsızın ibadeti mesabesindedir, dikkate değer bir ibadet değildir” demişlerdir. Bu yabana atılacak bir söz değildir.

Hakk Teala’nın kulundan istediği, kulunun kulluk görevini yerine getirmesidir, kulluk görevinden kaybolması değildir. Kulluktan gayb haline geçerek amel eden, Allah’a kendi iradesinin istediği şekilde ve kendi hazzına göre amel ediyor, müşahade halinde fena ile nimetleniyor demektir, yoksa Allah’ın kendisinden istediği şekilde amel ediyor demek değildir. Bu ikisi arasında ise çok fark vardır.

Kulluğunun şuurunda olmadığı halde “Yalnız sana ibadet ederiz” diyen biri kulluğun hakikati ve özüyle meşgul olduğunu nasıl söyleyebilir?

Tam tersine “Yalnız sana ibadet ederiz” hakikati, ilim, marifet, kasd, niyyet, irade ve amelce gerçekleşir. Bütün bunlar fena vadisinde imkansızdır. Kimin zevki varsa fenayı da, bunu da iyi bilir, farklarını görür.

Herevi’nin “görmenin görünende fenası, inkar bakımından fenadır” sözüne gelince, bununla, şunu demek istiyor ki: Bilginin bilinende, (marifetin marufda) fenası, müşahadeden öncedir, dolayısıyla görme ve müşahade ilim ve marifetin üstündedir. Zira görmenin ilme nisbeti, görünenin ilme nisbeti gibidir. Bu derecede fena, salikin görmesinin görünen şeyde fenasıdır ve salikin eserinin silinmesi, varlığının yok olmasıdır.

Herevi “Salikin talebinin mevcudda fenası hakk bakımından fenadır”, sözüyle de, şunu demek istiyor: Bu müşahade sahibinin hiçbir istek ve arzusu kalmaz. Çünkü o mevcuduna ve matlubunua ulaşmıştır, bunları elde etmiştir ve artık mevcudu taleb etmek Allah’tan başkasını istemek muhaldir, imkansızdır. Çünkü artık mevcud değil, müşahede alanından kaybolan istenmektedir. Böylece salikin istediği şey görmesi ve müşahadesine karar kılınca, gerçekten de salikin isteği fani olur.

İkinci derece: Talebin kalkması için taleb müşahedesinin fenası, marifetin düşmesi için marifet müşahadesinin fenası ve görmenin kalkması için görme müşahadesinin fenası” sözü.

Herevi bu ifadesiyle demek istiyor ki artık salikin talebi ve isteği de ortadan kalkar. Böylece kul kendi yokluğunu (adem) müşahade eder. Kulun kendi yokluğunu müşahade etmesinde sırasıyla üç şey bulunur.

Birincisi; Salikin talebinin fenası ve ortadan kalkması, sonra, salikin talebinin ortadan kalkmasının müşahedesi, daha sonra da salikin müşahedesinin ortadan kalkması ve düşmesidir. İşte ortadan kalkmasından dolayı taleb müşahadesinin fenası budur.

Ortadan kalkmasından dolayı marifet müşahedesinin fenası ile, Herevi şunu demek istiyor ki; Marifet görme müşahedesinde düşer, zira görme müşahedesi marifetin üstündedir, müşahede derecesinde, marifetle müşahede fani olur.

Böylece salik ıyanda, marifet müşahadesinin ortadan kalktığını müşahede eder. Daha sonra salikin ıyandaki müşahedesi de ortadan kalkar.

Menazil yazarı Herevi marifetin ilim perdesiyle örtülü olduğunu görüyor ve bu perdenin ancak görme ve görünen alemde müşahede yoluyla ortadan kalkacağını söylüyor. İşte o vakit, bu müşahede de, marifetleri fani olmakta, salik bu marifetlerinin fenasını, düşüşünü müşahede ortadan kalkıncaya kadar marifet kalıntıları bulunmaya devam eder. Dolayısıyla arifte ancak Iyanda müşahede ile zail olabilecek ilimden bir kırıntı, kalıntı vardır. Görme makamındakinde de bir kırıntı vardır, bu müşahedenin ortadan kalkmasıyla zail olur. Sonradan bütün bu hallerin ortadan kalktığını müşahede etme durumu ortadan kalkar.

“Görülenin ortadan kalkmasıyla görmede müşahadenin fenasına” gelince, Herevi demek istiyor ki, aynı şekilde görme ve dış alemin kendisi de ortadan kalkar. Kul dış alemin ortadan kalktığına şahid olur. Sonunda müşahede edilen Allah’tan başka hiç bir şey kalmaz.

İttihadiler: “Bu sözler şeyhin vahdet-i vücud mezhebine dahil olduğunun delilidir. Çünkü ıyan (harici alem) ancak cem (bir olma) fenasıdır. Böylece kul dış alemi müşahede etmekten fani olur ve müşahedesiyle müşahedesinden gayb olur. Çünkü şeyhin amacı, görenle görünen arasındaki başkalığın, ayrılığın fenasıdır. Varlığın gerçekliğinin değil de, müşahedesinin ortadan kalkaması. Ne var ki bu durum mülhidlerin girmesine imkan sağlayan bir kapıdır. Bir şeyin ilmi ve müşahede derecesinden düşmesiyle, harici, zati varlığın ortadan kalkması arasında fark vardır.

Şeyhül- islam ve özellikle kelamcı mutasavvıflar Fena kavramıyla bunu demek istiyorlar.

Vahdet-i vücudçulara gelince onların demek istedikleri şudur: Cem ve Vahdet hali müşahede ve varlıkta bütün kayıt ve sayılan yok eder. Şöyle ki bu cem halinde bilgi, bilen ve bilinen bir tek varlıktan ibaret kalır. Hatta tek varlığın ta kendisidir. İlim, akıl ve marifet ancak biri diğerinden daha katı perdelerdir. Salik ilim, marifet ve akıl perdesini delmedikçe gerçeğe ulaşamaz. Eğer delerse salik, işte ancak o zaman hiç bir kayd altına alınamayan ve hiçbir özellikle vasıflanmayan bu perdelerin gerisindeki mutlak vahdete ulaşır ve müşahede eder.

Üçüncü derece, fenayı müşahede etmekten fani olmak” şekllindeki görüşü ile Herevi şunu demek istiyor:

Salik, Hakkın varlığında Hakktan başka her şeyin fenasını müşahede eder. Sonra aynı şekilde fenanın da fani olduğuna şahid olur. Sonra da salik fenanın müşahedesinde fani olur. İşte Hakk olan Fena budur.

“Varlık şimşeklerini gözetler” sözüne gelince, demek istiyorki:

salik cem halini araştırır, ne zaman uzaktan onun parıltılarını görse bu bakışından cem denizinin dalgalarına intikal eder. Salikin cemi denizinin dalgalarına açılması cem fena bulmasıdır.

Herevi Cem kavramıyla şunu demek istiyor: Bütün ayrılıkların kendisinde toplandığı kader ve kevni hakikat ve saliklerin müşahede etmeye ve kendisinde fena bulmaya ve gark olmaya gayret ettikleri kevni hakikattir. İşte bu hakikat mutasavvıflara göre sülük ve marifetin gayesidir ve son noktasıdır.

İnşaallah daha sonra da zikredeceğimiz gibi bu fena ve müşahede hali ile kul, Allah’a yakın olan has ve dost kullarından ve müminlerden olmak şöyle dursun, İslama bile giremez.

Bu durum diğer din mensuplarıyla, puta tapıcıların kabul ettikleri müşterek bir keyfiyetin müşahedesidir ki Allah’tan başka yaratıcı olmadığını onlar da kubul ederler.

Allah Teala buyuruyor ki:

“Eğer sen onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan şüphesiz Allah derler.” (Zümer, 38).

“Eğer onlara kendilerini kim yarattığım sorsan şüphesiz Allah derler” (Zuhruf, 87).

 

Öyle ise bu kadar bir müşahede halinde fena ve istiğrak, İslama girmelerini sağlamadığı halde, müşriklerin bile kabul ettikleri Rububiyetin tevhidini gerçekleştirmektedir.

Fakat asıl olan, Rasüllerin davet ettiği, ilahi kitabların getirdiği, Allah’ın dostları ile düşmanlarının ayrıldığı uluhiyet tevhidini gerçekleştirmektir.

Bu da Allah’dan başkasına ibadet etmemek, ondan başkasını sevmemek, ondan başkasına güvenmemektir.

Daha sonra da geleceği gibi Uluhiyet tevhidinde fena olmak has ve mukarreb kulların fenasıdır.  

 

İÇİNDEKİLER