Allah Teala:
"O halde Allah'a
kaçın" (Zariyat, 50) buyurmaktadır.
Firar lügatte bir şeyden bir başka şeye
kaçmak manasına gelir.
Firar said ve şakilerin firarı olmak üzere iki türlüdür.
Saidlerin firarı Allah'a kaçmak yani koşmak,
Şakilerin firarı ise Allah'tan uzaklaşıp
başkasına kaçmaktır.
Allah'tan yine O'nun zatına
kaçmak O'nun dostlarının firarıdır.
Nitekim "Allah'a kaçın" ayetini
İbn Abbas:
"O'ndan yine O'na kaçın, O'na itaat edin", tarzında tefsir ederken,
Sehl b.
Abdullah:
"Masivadan Allah'a kaçın demektir" diye
tefsirde bulunmuştur.
Bazı müfessirler de "Yani Allah'ın azabından,
O'na iman ve itaat ederek mükafatına kaçın demektir" demişlerdir.
Menazil müellifi bu konuda şöyle der:
"Firar fanilerden ezeli olana kaçmaktır.
Firar üç mertebedir.
Birincisi avamın firarıdır ki azim ve gayretle
cehaletten ilme, gayret ve azimle tembellikten çalışmaya, tevekkül ve ümit ile
darlıktan genişliğe kaçmaktır."
Müellif "fani" kelimesiyle
mahlukatı, "ezeli olan" ile de "Allah'ı" kasd etmektedir.
"Avam'ın azim ve gayretle
cehaletten ilme firar" cümlesini ele alalım.
Cehalet iki türlüdür:
1 - Hak ve faydalı olanı bilmemek ve bilmenin
gereği ve neticesine uygun olarak amel etmemek.
2 - Hem bilmemek, hem de bilmenin neticesine
uygun olarak hareket etmemek lügat, örf, şeriat ve hakikat noktasından
cehalettir.
Nitekim kendisine "Bizimle
alay mı ediyorsun?" diyen kavmine:
"Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"
(Bakara, 67) diyerek cevap veren Musa (a.s) cehaleti alay etmek manasında ifade
etmiştir.
Yunus (a.s) da:
"Eğer onların tuzağını benden savmazsan onlara
meylederim ve cahillerden olurum" (Yusuf, 33) yani kendilerine haram kılınan
şeyleri işleyenlerden olurum, demiştir.
Diğer taraftan Cenab-ı Allah:
"Allah'ın
kabul edeceği tevbe ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe
edenlerin tevbesidir" (Nisa, 17) buyurmuştur.
Katade der ki:
"Rasulullah (s.a.v)'ın
ashabı kendisiyle Allah'a isyan edilen her şeyin cehalet olduğu hususunda icma
etmişlerdir."
Bir başkası da şöyle demiştir:
"Sahabe-i kiram Allah'a isyan eden
herkesin cahil olduğu hususunda icma etmişlerdir".
Şairin biri de şöyle demektedir:
Şimdi, kimse bize bir cahillik
etmeye kalkmasın.
Cahillerin cehlinin üstüne
kalkıp bir cahillik de biz etmeyelim.
İlmin gereğinin yapılmamasına
cehalet denmesinin sebebi ya kişinin ilminden istifade etmeyip bir cahil gibi
davranması yahut da o fiilin sonundaki kötü akıbeti bilmemesi sebebiyledir.
Avamın bu noktadaki firarı her
iki cehaletten de kaçmak yoluyla olacaktır. İlimde cehaletten firar, marifet ve
basiret tarzında ilmi tahsil etmeye, amelde cehaletinden firar da gerekli çabayı
göstermeye, salih amel işlemeye çabalamaktır.
"Gayret ve azimle tembellikten
çalışmaya" gelince bu da tembelliğin sesine kulak vermekten amel ve gayret
sesine azim ve gayretle icab etmek suretiyle kaçmaktır.
Buradaki gayretle azim
arasındaki farkı şöyle ifade edebiliriz:
Gayret işi doğru yapmak, bu konuda
azami gayreti sarfetmektir. Azim ise iradeyi doğru tutmak ve onu tam olarak
kullanmaktır.
Nitekim Cenab-ı Allah da şu ayetlerde emirlerinin tereddüt ve
isteksizlikle değil, tam bir ihlas, azim ve gayretle ele alınmasını
emretmektedir:
"Size verdiğimizi kuvvetle tutun"
(Bakara, 63),
"Öğüte ve her şeyin
açıklanmasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalara yazdık. Öyleyse bunları
kuvvetle tut" ( A'raf, 145) ve
"Ey Yahya, Kitab'ı kuvvetle tut.."
(Meryem, 12).
Yani gayret, çaba ve azimle tut. Emirleri çekinerek
ve tereddütle tutanlar gibi tutma.
"Tevekkül ve ümitle darlıktan
genişliğe kaçmaya" gelince bunun manası da şudur:
Bu dünyada kişi insanın bizzat
kendisiyle ilgili olan veya kendisi ya da ilgilendiği kimselerin yararları ile
ilgili olan, malına, bedenine, ailesine ve düşmanına yönelen olaylar sebebiyle
üzüntü, keder ve korkular duyar ve böylece göğsü daralır (içi sıkılır). İşte
insan bu noktada bütün bunlardan doğan darlıktan (iç sıkılmasından) Allah'a
dayanma, O'na güvenme, O'nun kendisine iyilik edeceğini umma, lütuf ve merhametini ümid etme
tarzındaki genişliğe kaçmalıdır.
Avamın "Allah ile olunca hiçbir keder kalmaz"
sözü ne güzeldir. Cenab-ı Allah 'in şu fermanı da bu hususu gayet açık olarak
ifade eder:
"Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış
(yolu) yaratır. Ve onu
ummadığı yerden rızıklandırır." (Talak, 2-3)
Bu ayetin tefsiri sadedinde Rabi b.
Huseym şöyle demiştir:
"Allah insanlara zor gelen herşeyde bir çıkış yolu
yaratır."
Ebu'l -Aliye de şöyle demiştir:
"Buradaki 'çıkış yolu', her türlü
zorluktan, dünya ve ahiret zorlukları ve sıkıntılarından çıkış yolu demektir.
Çünkü Allah kendisinden korkan kimse için, insanların dünya ve ahirette başlarına
gelmesinden korktukları her türlü zorluk ve sıkıntıdan çıkış yolu yaratır."
Hasan Basri ise, bu ayette geçen çıkış yolunun Allah'ın yasaklamış olduğu şeylerden
çıkış yolu olduğunu söyler.
Öte yanda Allah Teala:
"Kim Allah'a güvenirse O, ona
yeter" (Talak, 3) yani kendisine güvenenin dert ve tasalarını, onu üzen şeyleri
defetmeye kafidir, buyurmaktadır. Ayette geçen:
"hasb" kelimesi "yeter, kafi"
manasınadır.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen "Hasbünallah"
(Tevbe,58) kelimesi
de "Allah bize yeter" manasınadır.
Kul, Allah'a karşı hüsnü zan
beslediği, O'na iyi ümit beslediği, O'na doğru olarak güvendiği sürece, Allah
onun kendi zatı hakkındaki düşüncesini asla boşa çıkarmaz. Çünkü O, hiç kimsenin
ümidini boşa çıkarmaz, hiç kimsenin amelini zayi etmez.
Müellif Allah'a güvenme
ve O'nun hakkında hüsnü zan besleme halini "genişlik" olarak ifade etmiştir.
Allah'a imandan sonra kalp için Allah'a güvenmek, O'na karşı iyi ümit beslemek
O'nun hakkında hüsnü zan taşımaktan daha fazla bir genişlik hali yoktur.
Menazil müellifi şöyle devam
eder:
"Havassın firarı haberden müşahedeye,
şekillerden özlere,
hazlardan tecride kaçmaktır."
Bunun manası şudur:
Havastan
olan müminler imanlarının salt habere dayalı olmasına razı olmazlar; haberden,
kendisinden haber verileni müşahede etme makamına yükselir; haberle ilgili
yakinî ilimden (ilme'l- yakin), müşahede ile yakini görme (aynel-yakin)
mertebesine yükselmek isterler.
Nitekim Hz. İbrahim (a.s) de:
"Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster,
demişti. Allah bana inanmıyor musun dedi. (O da) hayır (inandım),
fakat kalbim kuvvet bulsun diye (görmek istiyorum) dedi"
(Bakara, 260) mealindeki ayette belirtildiği üzere, Allah'tan
ilmel- yakin
derecesinden ayne'l-yakin derecesine yükselmeyi talep etmiştir.
Hz.
Peygamber (s.a.v)'in:
"Biz şüphe duymaya, Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster diyen İbrahim'den daha müstahakız" (Buhari, Ehadisu'l- enbiya, 11;
Müslim, iman, 238) hadisiyle ifade etmek istediği mana da budur.
Aksi halde haşa
ne Hz. Muhammed (s.a.v) ve ne de İbrahim (a.s) bir şüpheye sahip değillerdi.
Binaenaleyh, Hz. Peygamber sadece bu terakkiyi ifade buyurmuştur.
Yukarıdaki hadis-i şerifin izahı
sadedinde bir ikinci görüş daha vardır. Buna göre hadis olumsuzluk manası ifade
etmektedir. Yani:
"İbrahim söylediği o sözü
söylerken şüphe içinde değildi, biz de şüphe içinde değiliz. Şayet onun o isteği
bir şüpheden dolayı olsaydı, biz o hususta ondan daha önce gelirdik. Ne var ki
o, isteğini, taşıdığı bir şüpheden dolayı değil, kalbi kuvvet bulması için
istemiştir" demektir.
Bu da isabetli bir görüş ve izah tarzıdır.
Dolayısıyla, bu husustaki
mertebeler üçtür.
1 - Kul önce haberle ilme'l- yakin elde eder.
2 - Sonra kendisinden haber
verilen şeyin asıl mahiyeti kalp veya gözüyle müşahede eder, böylece o husustaki ilme'l yakin'i
ayne'l-yakin olur.
3 - Daha sonra, insan o şeyle bir araya gelir ve
ona dokunur; böylece ilme'l- yakin, hakka'l- yakin mertebesine yükselir.
Mesela
bizim şu anda cennet ve cehennemle ilgili bilgimiz ilme'l- yakindir. Mahşer
günü cennet müttakilere, cehennemde isyankarlara gösterilip de onu gözleriyle
gördükleri zaman, ilme'l-yakin mertebesinden ayne'l- yakin mertebesine geçilmiş
olur.
Nitekim:
"Sonra onu yakin gözüyle (açıktan açığa)
göreceksiniz" (Tekasür,
6-7) mealindeki ayet-i kerime bunu ifade etmektedir.
Daha sonra, cennet ehli
cennete, cehennem ehli de cehenneme girdikleri zamanki bilgimiz ise hakka'l-yakin mertebesidir.
İleride yeri geldiği zaman bu konu hakkında inşaallah daha geniş bilgi vereceğiz.
"Şekillerden özlere kaçmak"
sözüne gelince, müellif burada şekiller kelimesiyle ilim ve amellerin
zahirlerini, özlerle de iman hakikatlerini, zevk ve meyvelerini, kalbi hallerini murad etmektedir.
Kul burada, doğru ilim ve amel icra etmekten marifet ve huşua,
sırra firar eder. Çünkü zühd yolunun kararlı yolcuları, amellerin maddesi ve
zahirleriyle yetinmez, ancak onların ruh ve hakikatlerine önem verirler.
Onları
ancak Allah'ı bilmek tatmin eder. Bu onların ibadettteki hedefleridir.
Allah'ı bilmek bazı yol kesici
(eşkiya) ve Sofiyye zındıklarının iddia ettikleri gibi, ibadetin zahirini terk
etmeyi gerektirmez, aksine onların ibadetlerinin hakikatlerini, kulluğun
sırlarını, Allah'a itaatin ruhunu öğrenmelerini sağlar.
Bu mertebede bulunan
kimselerin ibadetten elde ettikleri şey, konuşan bir kimsenin ne demek
istediğini açıkça, ima, tenbih ve işaret yollarından her biriyle anlayan
kimsenin elde ettiği şeye benzer.
Bu seviyeye gelmeyenlerin ibadetlerden payı ise bir
şeyi anlamadan, ne manaya geldiğini bilmeden, ezbere okuyan kimsenin o fiilinden
elde ettiği pay gibidir. Onlar ibadete daha muhtaçtırlar. Çünkü o bilgi ve
hakikatlere ancak bu yolla ulaşabilmişlerdir.
Binaenaleyh ilim, marifet ,amel ve hal olarak O'na
kullukta bulunmayı sürdürmeleri zorunludur, onun yerine başka bir şeyi ikame
etmeleri asla söz konusu değildir.
Ancak sofiyyeye intisap etmiş olan zındık ve yol
kesiciler (eşkıya), bu çizgiden sapmış bulunmaktadırlar. Çünkü o kimseler
ibadetlerin suret, şekil ve zahirlerinin değil, hakikat ve ruhlarının önemli
olduğunu iddia ederek şöyle demeye koyulmuşlardır:
"Biz bütün gücümüzle ibadetlerin hakikat ve amacına
yöneliyoruz. Bizim, ibadetlerin şekil ve zahirlerine ihtiyacımız yoktur. Hatta
ibadetlerin şekil ve zahirleriyle meşgul olmak, araçla oyalanarak amaca
ulaşamamak, dolaylı olarak matlup olan bir şeyle oyalanıp bizzat matlup olanı
kaçırmak demektir."
Bunlar şu noktada yanılmışlardır. Sadece ibadetlerin
şekil ve zahirini icra eden, onların hakikat, ruh ve maksatlarına nüfuz edemeyen
kimseleri görmüş, öte yandan kendilerini de onlardan daha şerefli, hedeflerinin
daha yüksek olduğunu; onların kabukla, kendilerinin ise özle meşgul olduklarını
düşünmüşlerdir. Onların eksikleri ve bunların da aşırılıklarından doğan sonuç
ise inkar olmuştur.
Kısacası;
Birinciler ibadetin sır, maksat ve
hakikatini,
İkinciler ise şekil ve suretini kaldırmışlardır.
İkinciler ibadetin
şekil ve zahirini icra etmeksizin, onun hakikatine ulaşacaklarını sanmışlar,
fakat ancak küfür ve zındıklığa ulaşabilmiş, peygamberlerin Allah katından
getirmiş oldukları kesin olarak bilinen esasları inkar etmişlerdir. Bunlar
kafir, zındık ve münafıktırlar, ötekiler ise eksik ve kusurludurlar.
Ancak bu
iki unsuru, şekille özü birleştirenler ilahi teklifin organlardan önce kalbe
yöneldiğini, organların olduğu gibi kalbin de yapması gereken kulluklar
bulunduğunu, kalbin kulluğunu icra etmesiyle organların kulluğunu ifa etmesinin
aynı şeyler olduğunu; kulluğun en olgun derecesinin hem melikin hem de onun
askerlerinin kulluklarını yerine getirmeleriyle mümkün olduğunu kabul ederler.
(Melik ile kalbi, onun
askerlerin ile de vücuttaki organları kasdetmektedir. Nitekim hadiste de "Şunu
bilin ki, bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur, o
bozuk olursa bütün beden bozulur, işte o kalptir" buyurulmuştur. (Buhari, İman,
39; Müslim, Müsakat,107)
İşte bu iki şıkkı birleştirenler iman, ilim ve
marifet ehlinin havassıdırlar.
"Hazlardan tecride kaçmak" sözüne
gelince bununla nefsin her türlü zevklerinden kaçmak murat edilmektedir. Aslında
nefsin zevklerini ancak Allah'ı, O'nun muradını, kul üzerindeki hakkı ile nefis,
nefsin hal ve marazlarını bilmeye önem veren kimseler bilebilirler.
Burada şunu da belirtelim ki, bazı kimseler için
birer yüce maksat olan nice fiiller, bazı kimselerin kendilerinden Allah'a
istiğfar ettiği, Allah'a sığındığı, kendileri ile maksatları arasında engel
olarak gördüğü zevklerdir.
Özetle, zevk her ne olursa
olsun, Allah'ın kuldan istemiş olduğu dini hususların dışında kalan şeylerdir.
Zevk, haram, mekruh Allah'ın yapılmamasını daha çok sevdiği mubah ve müstahap
fiiller olmak üzere çeşitlere ayrılır.
İnsan buradaki inceliği ancak Allah,
O'nun emirleri; nefis, O'nun sıfat ve hallerine dair derin bilgi sahibi olmak
makamına yükseldiği zaman fark edebilir. İnsan bu makama çıktığı zaman zevki,
haktan ayırır; zevkten soyutlanmaya çalışır. Pek çok insan bunu başaramaz. Çünkü
onlar Allah'a kendi zevkleri ve O'ndan elde etmek istedikleri muratları için
ibadet ederler.
Salt kulundan istediği için Allah'a ibadet etmeye
gelince şair bunu şöyle dile getirmiştir:
O, insanlardan peygamber ve
sıddıklar dışında kimseye verilmemiş bir makam dır.
Gerçek zühd, bize bazı şeyleri
mubah kılan muhkem ayetlerde gösterilenlerde değil, o makamda gösterdiğin zühddür.
Sıdk,
sırf Allah emrettiği için yapmadaki bağlılığın; ihlasda, basiret sahibi biriysen onu kurtarmandır.
Keza basiret sahiplerinin
tevekkülü amellerini o lekeden temiz tutmalarıdır.
Onların tevbeleri de böyledir.
Onlar daima tevbe ederler veya çukura düşerler.
Özet olarak, tecrid sahibi olan mümin;
Allah'tan başka hiçbir şeye kanaat etmez,
Allah'tan başka nail olduğu
hiçbir şeye sevinmez,
O'ndan başka kaybettiği hiçbir şeye üzülmez.
Herhangi bir
şerefli makamla, kendisi ve insanların nezdinde ne kadar büyük olursa olsun,
kifayet etmez; ancak Allah ile kifayet eder,
Ancak O'na muhtaç olur,
Ancak O'nun rızasına muvafakat etmekle sevinir,
Ancak O'nun bir teveccühünü kaybettiği için üzülür;
Ancak O'nun gözünden düşmekten, O'nun kendisinden
gizlenmesinden korkar.
Onun bütün işi Allah ile, O'nun için ve O'nunla beraber olur.
Daima O'na doğru
yürür. Karşısına O'nun bayrağı dikilmiştir, O'na doğru koşar.
Sırf O'nun isteğini
görür ve O'nun için amel eder.
Zevkler " bana gel.." diye onu çağırır. O ise
"ben
öyle birini istiyorum ki, onu kazandığım zaman, her şeyi kazanırım onu
kaybettiğimde ise herşeyi kaybederim" diye cevap verir.
O, Allah ile beraber
iken masivadan, masiva ile meşgul iken nefsinden, ibadet ederken ise zevkinden
soyutlanmıştır.
Yani ibadetle bağdaşmayan zevkten arınmıştır.
İbadete yardımcı durumundaki zevkler ise onları tatmak ne ibadetin derecesini
alçaltır ve ne de kulu rabbinin gözünden düşürür.
Bu hususda pek çok şeyh yanılmış
ve böyle bir zevki murad etmenin bir noksanlık olduğunu sanmışlardır.
Gerçek zevk iki türlüdür:
1 - İbadetle uyuşmayan zevk ve
2 - Ona yardımcı olan, destekleyen zevk.
Bunlardan birincisi yerilen, ikincisi ise makbul
olan zevklerdir. İkinciyi tatmak, kulluğun tamamlayıcı unsurlarındandır. Bu
başka, birincisi başkadır.
|