“Sırat-ı Müstakim”, Fatiha Suresinde müfred
ve iki şekilde marife (belirli) olarak zikredilmiştir. Lam takısıyla ve sıfat
tamlamasıyla muayyen kılındı. Bu durum Sırat-ı Müstakimin belirli ve özel
oluşunu ifade eder. O, tek ve yegane yoldur.
Gazaba uğrayanların ve sapıkların yollarına gelince: Allah onların
yolunu çoğul olarak dile getirmiştir.
“Doğrusu bu benim sırat-ı Müstakimimdir, ona
uyunuz, öteki yollara uymayınız, onlar sizi Allah’ın yolundan uzaklaştırır.”
(Enam, 153).
Allah “Sırat ve sebilihi” yi tekil olarak zikretti.
Kendi yoluna muhalif olan yolları çoğul olarak zikretti.
İbn Mesud der ki:
“Rasulullah bir çizgi
çizdi ve ‘bu, Allah’ın yoludur’ dedi. Sonra onun sağına soluna çizgiler çizdi ve
‘bunlar da yollardır”, fakat her bir
yolda o yola çağıran bir şeytan vardır” dedi ve şu ayeti okudu:
“Benim dosdoğru olan yolum budur, ona uyunuz öteki yollara uymayınız, öteki
yollar benim yolumdan sizi ayırır, böylece Allah size kendi yolunu tavsiye eder,
umulur ki takva sahipleri olursunuz” (En’am, 153),
(Müsned, 1,435,465; Darimi, mukaddime, 23)
Bu, Allah’a ulaştıran yolun tek olması sebebiyledir.
O da Allah’ın Rasullerini göndererek, kitablarını indirerek açıkladığı yoldur.
Bir kimse Allah’a ancak bu yolla ulaşır, insanlar her yola girmek, her kapıyı
açmak isteseler, Allah’a ulaştıran tek yol dışında bütün yollar geçitsiz, bütün
kapılar kapalıdır, Allah’la irtibat sağlayan ve Allah’a götüren tek yol budur.
Allah Teala:
“Bu bana ulaştıran dosdoğru yoldur” (Hicr,41)
buyuruyor.
Hasan Basri (r.a) bu ayette geçen,“aleyye”
kelimesini
“ileyye” şeklinde tefsir etmiştir. Bu durum iki ihtimal taşır. Hasan Basri
bu yorumuyla ya edatları birbirinin yerine kullanmak istemiş ve “aleyye”
yerine “ileyye” koymuştur ya da manaya göre tefsir yapmak istemiştir.
Selef metoduna daha uygun olan da budur. Buna göre, bu, “bana ulaştıran yol”
demektir.
Mücahid de, Hak Allah’a döner, Allah’ın yolu Hakk
üzeredir, başka bir şey üzerine bina olunmaz, der. Bu yorum da Hasan Basri’nin
yorumuna benzemektedir ve ondan daha açıktır. Bu ayet konusunda söylenen en
doğru söz budur.
Diğer bir görüşe göre “aleyye” ifadesinde bir
gereklilik vardır. Buna göre, ayetin tefsiri “O yolu açıklamak, tanıtmak ve
göstermek bana aittir” şeklindedir. Bu iki görüş Nahl ayeti için de geçerlidir:
“Yolun doğrusu Allah’adır.” (Nahl, 9)
Bu ayet için doğru olan Hicr ayeti için de geçerlidir. Götüren yol, doğru ve
orta yol olup, Allah’a gider ve ona ulaştırır.
Demek istenen buysa, o zaman varış bildiren “ila”
edatı, gereklilik bildiren “ala” edatından daha uygundur, diye sorulursa,
cevaben deriz ki:
Allah’ın varışı murad ettiği zaman şöyle dediğini bilmiyor
musun?
“Şüphesiz dönüşleri bizedir (ileyna),
sonra hesablarını görmek te bize (aleyne) aittir”
(Gaşiye, 25-26),
“Dönüşleri bizedir (ileyna)”
(Lokman, 23),
“Sonra dönüşleri rablerinedir (ilarabbihim) “
(En’am 108).
Allah Teala gerekliliği murat edince;
“Hesablarını görmek bize (aleyna) aittir”
(Gaşiye, 26),
“O’nun (Kur'an) toplanması ve okunması bize (aleyna)
aittir” (Kıyamet, 17)
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı
Allah’ın üzerine (alâ’llah) olmasın” (Hud,
6) ve buna benzer ayetler.
“Aleyna” edatında zarif bir incelik olduğu
belirtilmiştir, bu incelik de “aleyye” edatında bir salikin, bu yola
girmiş olanın hidayet üzere (ala hüda) olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim
Allah, mü’minler için:
“Onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler.”
(Bakara, 4) buyurur.
Bu görüş de doğrudur.
Allah (c.c) başka bir ayette Rasulune:
“Allah’a güven, tevekkül et, şüphesiz sen
apaçık bir hakk üzeresin” (Neml, 29)
buyurmuştur.
Allah Azze ve Celle de Hakktır. O’nun yolu da hakktır, dini de
hakktır. Kim O’nun yolunda müstakim olursa o, hakk ve hidayet üzeredir,
“ileyye” (bana doğru) edatında bulunmayan bu mana “aleyye” (benim
üzerimde) edatında vardır. “Aleyye” edatı üzerinde düşün, onda güzel ve
incelik vardır.
Aynı şekilde, burada “Aleyye”yi zikretmedeki
yarar nedir?
Mümin ne şekilde ve nasıl hakk ve hidayet üzere üstün olur? dersen;
ben de ona üstünlük verenin hak ve hidayet olduğunu bu üstünlüğü hak yolda sebat
edip ondan sapmamakla elde ettiğini söylerim. “Aleyye” (üzere, üzerinde)
edatının kullanılışında yolun üstünlüğüne, sabitliğine, istikametine delalet
eden bir husus vardır. Sapıklık ve şüphe böyle değildir. Bu konuda şüphe ve
dalalet sahibinin, şüphesinde ve dalaletinde boğulup kaldığını gösteren “fi”
(de, da) edatı kullanılır.
Nitekim Allah:
“Onlar kendi şüphelerinde
(fi raybihim) bocalayıp durdular” (Tevbe,
45).
“Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklarda
(fi zulumat) kör ve sağırdırlar” (En’am, 39),
“Belli bir zamana kadar onlan kendi bataklıkları,
baygınlıklarında (fi gamratihim) bırak” (Mü’minun,
24),
“Şüphesiz onlar, onun hakkında şekk ve şüphe
içindeler (le fi şekk)” (Fussilet, 45)
buyurmaktadır.
Allah’ın “Bizler ve sizler ya hidayet üzereyiz
(le ala hüden) veya apaçık bir sapıklıktayız (fi dalalin mübin) “
(Sebe, 24) ayetini de düşün.
Doğrusu hakk yol, mensubunu en yüce, en üst
yerlere kadar götürür, yüceltir.
Batıl ve sapık yol da aşağıların aşağısına
sürükler.
“Bu bana götüren sırat-ı müstakimdir”
ayetiyle ilgili olarak üçüncü bir görüş daha vardır. Kesai’ye ait olan bu görüşe
göre:
“Rabbin şüphesiz pusudadır” (Fecr, 14)
ayetindekine benzer bir tehdid ve vaid, acıklı bir uyarı söz konusudur.
Nitekim
elinden kurtulamayacağını bildirmek istediğin kişiye, “senin yolun, benim yolum
üzerindedir, nereye gitsen bana gelirsin” dersin. Fakat ayetin gelişi bu yoruma
el vermez. Düşünen bu olanlardan yorumu münasib bulmaz. Allah Teala’nın bu
sözünü:
“muhlis olardan dışında bütün kullarını saptıracağım”
(Hicr, 39) diyen şeytana cevaben beyan
etmiştir.
Şeytanın bu sözü, benim ‘senin muhlis kullarını
sapıtmaya ve onlara ulaşmaya bir imkanım yoktur’ anlamına gelir.
Allah Azze ve Celle şeytana verdiği cevapta bu
durumu en güzel şekilde ortaya koymuştur. İhlasın kendisinin dosdoğru yolu
olduğunu bildirmiş ve şeytana hitaben demek istemiştir ki: “senin asla bu yol
üzerinde bulunan kullanma gücün yetmez, çünkü bu benim yolumdur”. iblis bu yola
nüfuz edemez. Bu yolun etrafında dolaşır durur, içeriye sızamaz. Bu yol Allah
tarafından korunmuş muhafaza edilmiştir. Bu yolun ehline Allah düşmanları uluşamaz.
Arif olan bu konuyu iyice düşünsün ve bu manayı
araştırıp, incelesin, kendisiyle bu iki görüş arasını ölçsün, gidilmeye
hangisinin layık olduğuna baksın, hangi görüşün Kur’an’ın amacına ve selefin
görüşlerine daha yatkın olduğunu mukayese etsin.
“Rabbin şüphesiz pusudadır” ayetiyle
Kesai’nin yaptığı benzetmeye gelince, siyak ve delalet bakımından iki ayet
arasındaki fark gizli değildir. Doğru yola girmek istemeyene tehdit makamında
“bu bana götüren yoldur” denmez. Tehdid edenin yolu doğru yol olamaz. Allah’ın
doğru yoluyla tehdid yapılmaz. Tehdid içeren yol, Allah’a götüren doğru yol
değildir.
Şu halde bu görüş kesinlikle doğru olamaz.
Onun doğruluğunu açıklamak ve göstermek bana aittir
şeklinde “Ala” edatını gereklilikle açıklayanın yorumuna gelince; bu
anlam doğrudur, fakat ayetten istenenin bu olup olmadığı araştırılmalıdır. Çünkü
edatın amili delalet konumunun dışında hazf olunmuştur, hazf meydana geldiği
zaman yerinde kendisinin manasını taşıyan bir kelime bulunması gerekir. Aksi
takdirde bu alışılmış bir hazf olmaz. Sıfat olduğu zaman zarfın amilinin
hazfedilmesi ise böyle değildir, bu bilinen ve normal bir hazf’dir. Öyle ki
hazfedilen şeyin zikrine gerek duyulmaz. “Onun bende bir dirhemi vardır” cümlesinde yapılan hazf bilinen ve normal bir hazfdır. Ancak onun
“bende nakit
parası var” veya “onun tartılması ve korunması bana aittir” şeklinde bir mana kasdedilirse, bu geçerli ve caiz olmaz. Aynı durum ayette takdir edilen “beyanı
bana aittir” tefsiri için de geçerlidir, yani böyle bir takdir caiz değildir.
Selefin bu ayetin yorumu hakkında söylemiş olduğu şey, siyaka daha uygun ve iki
manadan en isabetli olanıdır.
Şeyhü’l- İslam Takiyüddin Ahmed b. Teymiyye (r.a)’nın
şöyle dediğini işittim:
“Doğrusu hidayete erdirmek bizim üzerimizdedir.
Ahiret ve dünya da bizimdir” (Leyl, 12,13)
ayetleri de bu ayetin benzeridir. Kur’an-ı Kerim’de bu manayı içeren üç yer
vardır.
Ben diyorum ki: “And olsun geceye, karanlık
bastığı zaman” ayetinde çoğu müfessirler “vücub” (gereklilik) manasını,
yani sapıklığa karşı hidayeti açıklamak bizim üzerimizedir manası verirler.
Bağavi
gibi bazıları da, Nahl Suresi’nde sadece bu manayı zikrederler. Hicr Suresi için
de üç görüş zikredilir.
Vahidi, Basit adlı kitabında Nahl Suresi’ndeki ayetin
yorumu için iki mana zikreder.
Şeyhimiz İbn Teymiyye ise her üç surenin
yorumunda da Mücahid ve Hasan’ın yorumunu tercih etmiştir.
Doğru yol Allah’ın yoludur. Daha önce de
söylediğimiz gibi Allah subhanehu, doğru yolun kendi uhdesinde olduğunu ve
kendisinin de doğru yolda olduğunu haber veriyor. Bu durum, Kur’an-ı Kerim’de
iki yerde Hud ve Nahl surelerinde belirtilir. Hud Suresi’nde:
“Hiç bir canlı yoktur ki Allah onun nasiyesinden
tutuyor olmasın, doğrusu benim Rabbim doğru yoldadır”
(Hud, 56) buyurulur. Aynı şekilde:
“Allah iki kişiyi örnek veriyor; birisi hiç bir
şeye muktedir olmayan dilsiz, her durumuyla sorumluluğu mevlasına ait, onu
nereye gönderse bir işe yaramaz, hayır getirmez. Bu kimse ile doğru yolda olup
da adaleti emreden diğer kimse bir midir?” (Nahl,
76) buyuruyor.
Bu, duymayan ve işitmeyen putlar için Allah
Teala’nın verdiği bir örnektir. Bu putlar konuşmaz ve akledemezler; bütün
işlerini kendilerine tapanlar yapar. Tapıcısının kendilerini taşımasına, bir
yere dikmesine ve hizmet etmesine gerek duyarlar. Nasıl olur da ibadet ve
tevhidde adaleti emreden Allah’la o putları bir tutarlar?
Oysa Allah kadirdir, Mütekellimdir, Gani’dir, fiilinde ve sözünde doğru yoldadır.
Allah’ın sözü rüşddür, hidayettir, nasihattir.
Fiili hikmettir, adalettir, rahmettir, maslahattır.
Bu, ayet hakkındaki görüşlerin en doğrusudur. Bir çok müfessir de
bundan başka görüş zikretmez. Farklı bir görüş beyan edenler de, Bağavi’nin
yaptığı gibi önce bu yorumu takdim eder, sonra da diğer görüşleri sıralar.
Bağavi, bu görüşün kesin olduğunu ifade etmiş, ayeti bununla yorumlamıştır.
Sonra Kelbi’nin “O, size doğru yolu gösteriyor” sözünü nakleder.
Ben derim ki; Allah’ın doğru yolu göstermesi,
Allah’ın doğru yolda olmasının bir gereğidir. Allah’ın fiili ve sözüyle doğru
yolu göstermesi, O’nun fiilleri ve sözleri ile doğru yolda olması demektir. Bu
bakımdan Allah doğru yoldadır diyen yanılmış olmaz.
Bağavi derki: bir rivayette
bu misalde adaleti emredenin Rasulullah olduğu, dolayısıyla doğru yolda onun
olduğu söylenmiştir.
Bana göre bu da aynı şekilde birinci görüşle
çelişkili olmayan doğru bir görüştür. Allah da, O’nun rasulü de doğru yoldadır.O’nun Rasulü de, Allah’ın gerektirdiği ve iktiza ettirdiği şekilde emreder.
Dolayısıyla söz konusu misaller kafirlerin önderleriyle, Rasulullah (s.a.v) için
zikredilmiş oluyor; Zira onların önderleri doğru yol ve hayra iletmeyen dilsiz
putlardan ibarettir; Oysa Rasulullah adaletle emreden ve doğru yol üzere bulunan
bir önderdir.
Sözü geçen birinci görüşe göre, bu misal kafirlerin
ve müminlerin mabudunu karşılaştırmak üzere verilmiştir. Aslında iki görüş
birbirinden ayrı düşünülemez, yalnızca bazıları şu açıdan bazıları da bu açıdan
bakmışlardır. İki görüşüde de ayetten kastedilen görüştür.
Bir görüşe göre de
karşılaştırılan şeyler mümin ve kafirdir. Bu görüşü Atiyye, Abbas’dan rivayet
eder. Ata’ya göre, dilsiz olan kimse Ubeyy b. Halef, adaleti emreden kimse
Hamza,
Osman b. Affan, Osman b. Ma’zun’dur.
Bana göre, ayetin yorumu bu görüşe de açıktır ve
kendisinden önceki iki görüşle çelişki teşkil etmez. Doğrusu Allah, Allah’ın
Rasulü ve Allah’ın Rasulu’nu izleyenler doğru yoldadırlar. Bunun zıddı,
kafirlerin mabudu, kafirlerin yol göstereni, kafirlerin kendileridir.
Dolayısıyla seleften kimisi en yüce varlığı, kimisi kılavuzu, kimisi de onun
çağrısına kulak vereni zikretmiş oluyor.
Şu halde bu ayet bütün bu manaları içine alır.
Kur’an’ı Kerim’de bu yorumlara meydan veren pek çok benzeri ayet vardır.
Hud
Suresi’ndeki ayete gelince, manası açıktır ve birçok manayı taşır. Bu da
Allah’ın doğru yolda olduğudur. Doğru yolda olmaya en çok hakkı olan Allah’tır.
Doğrusu Allah’ın sözlerinin hepsi doğrudur, rüşddür, hidayete erdirici, adalet
ve hikmettir.
“Rabbinin kelimesi doğruluk ve adaletçe tamam oldu”
(En’am, 115).
Allah’ın fiilerinin hepsi
maslahat, hikmet, rahmet, adalet ve hayrdır.
Kesinlikle şerr Allah’ın
fiillerine, sözlerine giremez. Şerr ancak doğru yoldan çıkanın fiillerine ve
sözlerine dahil olur. Doğru yolda olanın fiillerine ve sözlerine şerr nasıl
girer? dahil olur.
Salat ve selam üzerine olsun, Allah’ın Rasulünün
duasında :
“Allah’ım kabul et ve yücelt, Hayrın
hepsi senin elindedir, şerr sana ait değildir, sana isnad edilemez”
diye geçer.
Bu duayı şerr Allah’a dokunmaz O’na yaklaşamaz diye yorumlayanın
sözüne iltifat edilmemelidir. Mana bu yorumdan daha yüce ve daha değerlidir,
isimlerinin hepsi güzel, sıfatlarının hepsi kemal, fillerinin hepsi hikmet,
sözlerinin hepsi sıdk ve adalet olanın, isimlerinde, sıfatlarında, fillerinde ve
sözlerinde şerrin varlığı düşünülemez, bunlara şerr dahil olamaz.
Bu mana ile
“benim rabbim sırat-ı müstakim üzeredir” ayetinin arasındaki uygunluğa bak.
Bu ayetin şu ayetten sonra zikredildiğini düşün:
“Şüphesiz ben, benim ve
sizin Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim” (Hud,
56).
Yani O benim Rabbimdir; beni başkasına teslim etmez, beni zayi ve
telef etmez. O, sizin de Rabbinizdir, sizi bana musallat etmez ve bana zarar
vermenize imkan vermez. Sizin ipiniz Allah’ın elindedir, nasiyeniz onun
kudretindedir. O istemedikçe hiç birşey yapamazsınız. Her canlının nasiyesi
O’nun kudretindedir, hiç bir canlı O’nun izni olmadan hareket bile edemez. O,
onlar üzerinde yegane tasarruf hakkına sahip olandır.
Bununla beraber, Allah’ın
onlar hakkındaki tasarrufu, onları hareket ettirmesi, kaza ve kaderinin onlara
nüfuzu sırat-ı müstakim üzeredir. Allah bu neviden yaptığı şeyleri ancak hikmet,
adalet ve maslahatla yapar. Eğer Allah sizi bana musallat etse, yine de bu
işinde, kendisine hamdı gerektiren bir hikmet vardır. Çünkü bu, sırat-ı müstakim
üzere olanın musallat edilmesidir.
Allah zulmetmez, hikmete dayalı olmayan abes birşey
yapmaz.
İşte Allah’ı bilmek (marifetullah) böyle hasıl olur. Hüküm, maslahat ve
sebep aramayı kabul etmeyen cebriyye kadercileri ile mecusi kaderiyyesinin
bilgisi böyle değildir.
Muvaffak kılan Allah’tır.
|