Fena Yolunda Salike Arız Olan Şeyler

 

Fena geçitinde salikin başına bir takım öldürücü, helak edici şeyler gelir. Salik bu belalardan yolculuk sırasından, eğer varsa, ilmin basiretiyle kurtulabilir, aksi takdirde helak yoluna gider. Bu helak edici şeylerden bazıları şunlardır:

Salik fena yokuşunu geçince, fenanın onu eksik hale getirmesi ve fena halini karıştırmasından dolayı ilahi emirlerin ve yasakların kendisinden kalktığını zanneder. Fenayı Ariflerin gayesi ve tevhidin son noktası sanır. Böylece fena halini kendisinden gideren ve kaldıran dini emir ve yasak vb. gibi olan her şeyi terketmeyi gerekli görür. Bazıları da ilahi emir ve yasağın ilahi iradeye şahid olanlardan kalktığını söylerler. İlahi iradeye şahid olmayana ise emir ve nehiy lazımdır. Oysa bu aldanmış kişi bilmez ki kendinin ulaştığı son noktanın müslümanların asla kabul etmediği, sadece müşriklerin kabul ettiği tevhidde fena halidir.

Nitekim Allah Teala'da şöyle buyuruyor.

"Eğer sen onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye sorarsan 'Allah yarattı' diyecekler" (Zümer, 38).

"Onlara de ki: Eğerbiliyor idiyseniz yer ve yerdekiler kimindir, söyleyin. Onlar, Allah'ındır diyecekler. Öyle ise, düşünmüyor musunuz, de! Yedi semanın ve büyük Arşın Rabbi kimdir, diye sorsan, onlar Allah'dır, diyecekler, öyle ise de ki:Hala sakınmıyor musunuz?, De ki: Her şeyin melekütü elinde olan, çekip çeviren, fakat çekip çevrilmeyen kimdir? Onlar Allah'dır diyecekler, de ki: Öyle ise nasıl olup da aldanıyorsunuz?" (Müminun, 84-89);

"Onların çoğu Allah'a inanmaz, onlar sadece ve sadece müşriklerdir." (Yusuf, 106).

İbn Abbas (ra) diyor ki:

" Onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye sorarsanız Allah derler, ama Allah'dan başkasına taparlar."

Kim bu tevhid ve fenayı tevhidin gayesi edinirse, o Allah'ın bütün rasüllerin dininden ve bütün kitablardan sıyrılıp çıkmış olur. Zira bu kişi Allah'ın kendisine emrettiği ile yasakladığı şeyin arasını ayırd etmektedir. Allah'ın dostları ile düşmanlarını, sevdiği ile kızdığını, marufla münkeri birbirinden ayırd edememektedir. Muttaki ile faciri, taatla isyanı bir tutmaktadır. Allah'ın külli iradesine dahil olan herşeyi aynı seviyede görmesinden dolayı, gerçekte ona göre itaatin dışında hiçbir şey yoktur.

Sonra bu makamdaki kişi kendisinin cem ve tevhid sahibi olduğunu, hakikatin özüne ulaştığını zanneder. O ancak iblis ve yandaşlarının ulaşabileceği, hakikate ulaşmış bir miskindir, her facirin, kafirin, müşrikin girebileceği bir yola girmiştir.

Bunların hepsi kaderin kevni hakikati dairesi içerisindedir. Bu makamdakinin amacı, bu kimselerle Allah'ın hass ve dost kullarının, iyi müminlerin bu hakikette eşit oldukları sonucuna varmaktır. Bununla beraber, zaruri olarak onun bu ayrımı yapması, dostluk ve düşmanlığın arasını ayırması gerekir. Aksi takdirde dini ayrımdan sıyrılıp çıkar ve heva ve tabiatından dolayı nefsi ve tabiatıyla ilgili ayrılığa döner. Zira kendisine fayda veren şeyle -onu elde edebilsin ve ona yönelsin diye- kendisine zarar veren şeyin- ki böylece de ondan kaçınsın arasını mutlaka tefrik edip, ayırması gerekir. Böylece biz onun sufilerin yolundan ayrılarak cem yoluna yönelip şeri-dini ayrımı inkar ettiğini açıklamış olduk. Zira o her şeyi alt-üst etti ve işin içinden çıkamadı. Nefsi tabii ayrıma döndü. Böylece de kendi heva ve isteklerine göre dost ve düşmanlık yaptı, sevdi veya buğz etti.

Doğrusu ayırım insan için zaruri, kaçınılmaz bir durumdur.

Öyle ise kimin ayırımı (iyi-kötü, yokluk-varlık ayrımı yapması) Kur'anî ve Muhammedi değilse mutlaka, onun bu ayrımı yapacağı bir kanunu bulunur. Bu kanun, onu yöneten bir yöneticinin kanunu olabilir, kendinin ya da başkasının zevki ve görüşleri olabilir, ya da onu istediği yöne çeken salt şehvet ve amacına göre hayvani bir ayrım yapabilir. Ama her halükarda bu yöntemlerden birisiyle bir ayırım yapması gerekir.

Şimdi kul fark konusunda kendi üzerindeki hakimin kim olduğunu araştırsın! Kendisi sigaya çekilmeden önce imanını bu hakimle ölçsün, hesaba çekilmeden önce kendi kendini hesaba çeksin, kiremiti altınla, toprağı inciyle değiştirsin, Allah'ın:

"Susuz kişi onu su zanneder, ta ki yanına gelince, onun birşey olmadığını anlar, orada Allah'ı bulur, böylece Allah'ta onun hesabını görür, Allah çabuk hesap görücüdür" (Nur, 39) ayetinde ifade buyurduğu gibi serabla suyu değiştirsin, ahiret yurduna dönüş çağrısı gelmeden ve şu sözlere muhatab olmadan halini farketsin:

"Arada ona heyhat, olan oldu, bugün vefa, hesab günüdür, geçen geçip gitmiştir, hesab uzmanı ve sarraf hesabları çıkarır, sayar, biraz sonra yanındaki sahte para ile gerçek parayı anlarsın" denilecektir.

Bu hakikat sahibleri her bağırana uyanlar ve her çağıran kişiye meyledenlerdir. Bunlar ilim nuruyla aydınlanmamışlardır. Bunlar güvenilir bir sığınağa iltica etmemişlerdir. Bunlar ulaştıkları hakikatin son noktasında, muhabbet ve rızada olduğu gibi her şeyi Allah'a nisbet etmişlerdir, bunu yaratma ve dilemenin kendisi yerine koymuşlardır. Bunlar Allah'ın hakklarında şu ayeti söylediği kimselere benzerler.

"Allah'a şirk koşanlar derler ki: Eğer Allah isteseydi, biz ve babalarımız Allah'dan başka hiç bir şeye tapmazdık ve Allah'dan başka hiç bir şeye hürmet etmezdik" (Nahl, 35),

İlahlar hakkında şöyle derler:

" Rahman isteseydi biz onlara tapmazdık" (Zuhruf, 20),

AllahTeala da şöyle der:

"Onlar yüz kızartıcı bir suç yapınca babalarımızı da bunu yapar bulduk ve Allah bize bunu emretti, derler" (Araf, 38).

Burada bunlar,kendileri için Allah'ın kudret ve tekvinini ikrar etmesini onun rızasına, muhabbetine ve emrine uygun olduğuna yormuşlardır. Onlara göre eğer Allah yaptıkları işten hoşlanmasaydı, buna mani olurdu, bunu yapmalarına müsaade etmezdi. Böylece bunlar Allah'ın kaza ve kaderi ile muhabbet ve rızasının aynı olduğunu iddia etmişlerdir. Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefet hususunda onun kaza ve kaderiyle istidlal edenler de bunlara varis olmuşlardır. Kur'an'da zikri geçen ve daha sonra onların yolunda giden her iki taife de Allah'ın kaza ve kaderi ile onun emir ve nehiylerini ortadan kaldırmaya kalkışmışlardır.

Üçüncü bir grup da, kaza ve kaderi kabul etmenin, peygamberliği ve şeriatleri ortadan kaldıracağını iddia etmiştir. Çünkü bunlara göre, müşrikler peygamberliğin batıl oluşuna, kaderi kabul etmekle istidlal etmişlerdir. Bundan dolayı bu grup kaderin inkarını en büyük iman esaslarından saymışlar, Allah'ın emir ve nehiylerini de kuşatan kaza ve kaderi reddetmişlerdir.

Şimdi bu konuda taifelerin kısım kısım olmalarına bak! İlim, tecrübe, sülük ve hakikat bakımından bu yol ayrımında asıl ayrılığa düştüklerini düşün. Bu makamdaki insanların hallerini incele, sana alemlerin sırları ve gizemleri açılacak, nerede ve hangi makamda olduğunu göreceksin.

Bu cem ve fena makamının imana ne çok zarar verdiğini, dinin rükün ve temellerinden neleri harab ettiğini öğreneceksin ve anlayacaksın ki, dinin tamamı Kur'an'da açıklanmıştır.

Cem halinde fark, vahdette kesret vardır.

Allah'a, kitablarına, rasüllerine ve dinine en uygun insanlar cem halinde fark gözetenlerdir.

Bunlar fark yolunu tutarak Allah'ın sevdiği ile kızdığı, emrettiği ile yasakladığı, dostu ile düşmanı arasında ilim, müşahede, irade ve amelle fark gözetirler.

Bununla birlikte bütün bunları Allah'ın kaza ve kaderi ve kuşatıcı iradesi dahilinde cem halini müşahede edenler, dini ve kevni hakikate inanırlar. Her hakikate ibadetten payını verirler.

Dini hakikatın payı: Allah'ın emir ve nehyini yerine getirmek, Allah'ın sevdiğini sevmek, hoşlanmadığından tiksinmek, Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olmaktır. Bütün bunların esası Allah için sevmeye ve Allah için buğz etmeye dayanır.

Kevni hakikatin payı: Sadece Allah'a ihtiyaç duymak, ondan yardım istemek, ona güvenmek, ona sığınmak, Allah'dan dilemek ve Allah'dan istemek, O'na boyun eğmek, Allah'ın dilediğinin olacağını, dilemediğinin olmayacağını gerçek olarak kabul etmek, Allah'dan başka kimsenin zarar ve fayda veremeyeceğine, öldürüp, diriltip haşredemeyeceğine, Allah'ın kalbleri halden hale çevirdiğine kesin olarak inanmaktır. Kulların kalbleri ve alınlarının Allah'ın elinde, bütün kalplerin onun iki parmağında (güç ve kudretinde) olduğuna, dilerse doğrultacağına, dilerse kaydıracağına inanmaktır.

Bu her iki hakikatin da biri diğerini ortadan kaldırmayan bir takım ibadet ve kullukları vardır. Aksine bu kulluklar birbiriyle tamam olur ve gerçek anlamda kulluk bu iki ibadetin birlikte yapılmasıyla gerçekleşir.

"Yalnız senden yardım dileriz" ile "Yalnız sana ibadet ederiz" hakikatini iptal edenler şöyle derler:

"Yalnız senden yardım isteriz" cem halidir. "Yalnız sana ibadet ederiz" fark halidir.

Salik bu makamda bazen haddi aşar, güzeli güzel, çirkini çirkin olarak görmez. Bu görüşünü de şöylece açıklar:

Arif güzeli güzel, çirkini çirkin olarak görmez, çünkü onun bakışı kader sırrıyladır.

Bunlardan bazıları da şöyle derler:

Bu makam hakikati varlığın hepsini güzel olarak müşahade etmektir. Buna göre varlıkta asla çirkinlik yoktur, varlığın bütün fiilleri itaattir, onda asla isyan bulunmaz. Çünkü onlar her ne kadar Allah'ın emrine isyan etseler bile, Allah'ın meşiyyetine itaat etmektedirler. Sonra şu şiiri söylerler:

Allah'ın benden ihtiyar ve tercih ettiği şeyden etkilendim.

Oysa benim fillerimin hepsi Allah'a itaattir.

Onlardan birisi de "kim bu hakikati müşahade ederse ondan Allah'ın emri kalkar" diyor ve Allah'ın "Sana yakin gelinceye kadar Rabbine ibadet et" ayetiyle delil getiriyor, buradaki "yakin" kavramını kevni hüküm müşahedesiyle tefsir ediyorlar. Onlara göre de hakikat budur.

Hiç şüphe yok ki avam bunlardan daha hayırlı ve imanları daha sahihtir. Bu tavır onların kendilerine, ilahlarına ve nebilerine karşı olan zındıklık, nifak ve iftiralarından başka birşey değildir.

Kendi nefslerine iftiraları şudur ki: Onların burada kesin bir ayrım yapmaları gerekirdi. Bunlar Kur'an'ı ve Nebevi ayrımı terk ettiler, tabii ve nefsi ayrıma düştüler. İblisin hali de böyledir. Adem (a.s)'e secde etmekten büyüklendi de onun zürrüyetini sapıtıp fıska düşürmeye razı oldu.

Müşrikler de böyledir. Hayy ve Kayyum olan Allah'a ibadet etmekten kibirlenerek kaçındılar.Taşlara, ağaçlara, ölülere ve putlara tapmaya razı oldular.

Bid'atçılar da böyledir. Bunlar da nassları taklid etmeyi ve nassların nurundan hidayet almayı kibirlerine yediremediler de akla da, fıtrata da, şeriata da aykırı görüşleri taklid etmeye razı oldular. Bu görüşleri kesin akli bilgiler zannettiler. Nebilerin getirdiği nasslardan üstün tuttular. Gerçekte ise bu görüşler, akla da nakle de aykırı bir takım şüphe ve kuruntulardan başka bir şey değildir.

Bunlardan bir örneği Cehmiyye mezhebidir: Bunlar Rabb Teala'yı Arşından tenzih ederler de evlerin, hanların, hamamların ortalarına layık görürler ve Allah varlığı ile her yerdedir, derler.

Yine kendi zanlarınca teşbihden kurtulmak için Rabbi bütün kemal ve celal sıfatlarından tenzih ederler. Böylece Allah'ı işitmesi, görmesi, konuşması olmayan, hayat ve ilmi bulunmayan değersiz, eksik ve cansız varlıklara benzetirler, hatta onu varlığı bile düşünülmeyen bir takım yokluklara benzetirler. Bunların diğer bir örneği de sıfatları ta'til (ibtal) eden Muattıla mezhebidir.  

 

İÇİNDEKİLER