Fenanın Kısımları

 

Mutasavvıfların fenadan ne anladıklarını böylece beyan ettikten sonra, şimdi onun kısımlarını, derecelerini, övülen, yerilen ve mutedil olan çeşitlerini anlatabiliriz.

Bilindiği gibi fena kelimesi Arapçadaki (fena- yefni- fenaun) fena oldu, "fani olur ve fena olmak" fiilinin masdarıdır. Birşey izmihlal bulup ortadan kalktığı, yok olduğu zaman "adem" kelimesi kullanılır. Bu fiil bazen kendisi baki kalmakla beraber vasıfları ve güçleri ortadan kalkana da isnad edilir. Nitekim fıkıh bilginleri:

"şeyh-i fani (güçten düşmüş yaşlı) savaşta öldürülmez" derler. Yine Allah şöyle buyurur:

"Onun üzerindeki herşey fanidir." (Rahman, 26)

Yani herşey helak olucu ve gidicidir. Fakat Sufiler topluluğu bunu kainatı müşahede etmekten çıkmak ve kevni hakikatin müşahedesine varmak şeklinde anlamışlardır.

Bu kavram üç manada kullanılır:

1 - Masivanın varlığından fani olmak,

2 - Masivanın müşahedesinden fani olmak,

3 - Masivayı murad etmekten fani olmak.

Masivanın varlığından fani olmak:Bu varlığın birliği görüşünü söyleyen mülhidlerin fenasıdır, orada ondan başka birşey yoktur, ariflerin ve saliklerin amacı mutlak vahdette fena bulmak, her bakımdan varlıktan kesreti ve sayıyı nefyetmektir. Böylece salik mutlak varlıktan başka bir şeyi müşahede edemez hale gelir. Dahası kul kendi varlığını Rabbin varlığı olarak müşahede eder, hatta bu görüş sahiblerine göre gerçekte Rabb ve kul diye iki ayn varlık da yoktur.

Bu grubun, varlığın müşahedesinde fena anlayışlarının hepsi de bir ve aynıdır. Bu da varlığın bizzat vacib varlık olmasıdır, burada vacib ve mümkün diye ayrı iki varlık yoktur. Bu taife mahlukatın Allah'la beraber olması durumuyla, mahlukların Allah'ın varlığının kendisi olması arasında bir ayırım yapmaz. Bunlara göre "Alemin" ile "Rabbu'l- Alemin" arasında bir fark ve ayrılık yoktur, bunlar dini emir ve yasakların müşahede ve fena hallerinden perdelenmiş olanlar için konduğunu iddia ederler. Onlara göre emir ve yasaklar birer şaşırtmacadır. Bunlara göre gerçeklerden perdeli olanlar fiilleri bir takım itaatlar ve isyanlar olarak müşahede ederler, bu durum perdeli kişi fark makamında kaldığı sürece böyledir. Derecesi yükselince bütün fiillerini taat görür, onda isyan göremez. Bu durum kulun, her türlü varlığı kapsayan Kevni hakikati müşahede etmesinden dolayıdır. Bunlar nazarında kulun derecesi biraz daha yükselince artık ne isyan kalır, ne de itaat. Dahası itaatlar ve masiyetlerin hepsi kalkar. Çünkü ibadetler, itaatlar ve isyanlar ikileme, varlığın iki boyutlu karakterine ve kesrete bağlı şeylerdir ve itaat eden ve edilene, isyan eden ve isyan edilene gerekir. Onlarca bu ikilem salt şirktir, salt tevhid bu ikilikten kaçınmakla mümkün olur. Bu grubun fena anlayışı böyledir.

Masivanın müşahedesinden fani olmaya gelince: Bu fena, son devir sufilerinin çoğunun işaret ettikleri ve gaye kabul ettikleri fenadır. Bu Ebu İsmail Ensari'nin kitabını üzerine bina ettiği ve kitabının her bölümünde üçüncü derece olarak kaydettiği fena anlayışıdır. Bunların demek istedikleri Allah'dan başka varlıkların, harici realitedeki varlığın fenası değil, Allah'dan başka varlıkların, bunların müşahade ve hiss alanlarından çıkması, fani olmasıdır. Bu fenanın esası şudur:

Allah'dan başka varlıktan ,hatta kendi nefsini müşahede etmekten uzaklaşmaktır. Çünkü kul mabudundan dolayı mabuda ibadet etmekten, Allah'ı hatırlamaktan dolayı kendini hatırlamaktan, Allah'ın varlığından dolayı kendi varlığından, Allah'ı sevmesinden dolayı kendini sevmekten, Allah'ı müşahededen dolayı kendini müşahede etmekten geçer, fani olur.

Bazen bu gibi hallere sekr, istilam, mahv, ve cem adı da verilir. Bazen de bu isimlerin manaları arasında fark gözetirler. Bazen Allah'ın sevgisi ve zikrim müşahede etmek kalbi kaplar da kalb kendinden geçer ve fani olur. Ve kul Allah'la birleştiğini, onunla bir olduğunu hatta, Allah'ın kendisi olduğunu zanneder. Nitekim anlatılır ki bir adamın sevgilisinin kendisini suya attığını görür adam da hemen sevgilisinin arkasından kendini suya atar. Bunun üzerine sevgilisi, "sana ne oldu da kendini suya attın?" dediğinde, adam, "senin sevginle kendimden geçtim ve senin ben olduğun zannettim", diye cevap verir.

İşte bu durumda kişi aklı başına gelince bu konuda hataya düştüğünü anlar. Ve hakikatlerin kendi varlıklarında birbirinden ayrı olduklarını farkeder.

Rabb Rabb, kul kuldur. Halik mahluktan ayrıdır. Allah'ın yaratıklarında kendi varlığından ve zatından hiçbir şey bulunmaz ve Allah'ın zatı ve varlığında da mahluklardan hiç birşey bulunmaz. Ne var ki sekr, istilam, mahv ve fena halinde salik bu temyizini kaybeder. Bu hale kapılanlar bezen sufi Ebu Yezid Bestami gibi "Ben sübhanım" ya da (Cüneyd gibi) "Cübbemin altında Allah'dan başkası yoktur" gibi sözler sarfederler. Aklı başında birinden sadır olsa söyleyeni küfre düşürecek bu ve benzeri ifadeleri salikten şuur ve temyiz vasfı kalktığı için sorumluluktan muaf tutulmuştur.

Bu tür fenanın bir kısmı iyi, bir kısmı kötü kabul edilir, bir kısmı da affedilir.

İyi kabul edilen kısmı:

Allah'dan başkasını sevmekten fani olmak, Allah'dan başkasından korkmaktan, ümit etmekten, Allah'dan başkasına güvenmekten, ondan başkasından yardım istemekten ve ondan başkasına iltifat etmekten fani olmaktır. Böyle bir kulun dini, zahir ve batın olarak tamamen Allah'a aittir.

Bu haldeki kişi, şuursuzluk haline gelince bu da şöyle olur:

Kendisiyle başkası arasında, arada fark olduğuna inanmakla birlikte Rabb'la kul, görenle görülen arasında fark göremeyecek, Allah'dan başkasını göremeyecek derecede şuursuzluk halindeyse, bu durum iyi bir hal değildir. Bu hal istenilen ve emredilen bir hal değildir. Bilakis bu hal sahibinin varacağı nokta aczinden, kalbinin zayıflığından, aklının temyiz ve ayırım yapamamasından dolayı ve herşeyi kendi derecesine indirmesinden dolayı mazur olmaktır.

Bunun yapacağı ilme ve hikmete çağırana uyması, hakikatleri olduğu gibi müşahede etmesidir. Kadimle hadisin, ibadetle mabudun arasını ayırmasıdır. Böylece ibadetleri kendi derecelerine indirir ve onları kendi mertebelerinde müşahade eder, kulluk görevinin herbir mertebesinin hakkını verir, kulluk görevi ile kail olduğunu müşahade eder. Kulun kulluk görevini yerine getirmekle meşgul olduğunu müşahade etmesi bu görevden geçip fani olmasından daha kamil bir iştir. Kulun kendisinden ve ibadetlerden geçmiş halde iken ibadetleri eda etmesi, uyuyanın ve sarhoşun, ibadetleri eda etmesi mesabesindedir.

Kulun ibadetleri uyanıklık ve şuur halinde bütün ayrıntılarıyla eda etmesi ve ibadetleriyle meşgul olması en tam, en mükemmel ve en kuvvetli bir kulluktur.

Şimdi bu iki kulun efendilerine hizmeti konusundaki hallerini düşün:

Birisi: Efendisinin hizmetini kendinden ve efendisine hizmetten geçmiş vaziyette yerine getirir, bu durum efendisini müşahadeye dalmasından dolayıdır.

Diğeri ise üzerine düşen hizmeti onun huzurunda bulunmanın olgunluğu ve efendisine hizmet etmenin şuuru içerisinde ve bu hizmetin heyecanı hizmetin sevinç, sürür ve hazzını yerli yerine ve ayrıntılarıyla yerine getirmenin huzurunu duyarak ifa eder. Bu kendisinden efendisinin istediği şekilde ona hizmet etmiştir, kendisinin efendisinden istediği gibi değil. Şimdi bu iki kuldan, hizmetçiden hangisi daha mükemmelidir?

Öyle ise fena, fani olanın payı ve isteğidir.

İlim, şuur, temyiz, fark, eşyaları yerli yerine koyma, herşeyi kendi derecesinde kabul etmek Rabbin hakkı ve istediğidir.

Evet, bu kişi bir kez olsun huzur ve müşahede hali olmayandan daha mükemmelidir. Ötekisi tabiatı ve nefsinden dolayı mabudundan ve ona ibadetten geçmiştir.

Temyiz ve ayrım sahibi - ki bu üçüncü fena haline sahibdir- bu ikisinden daha mükemmelidir.

Aklın temyiz kudretinin zail olması, kulun kendinden ve fiilerinden geçmesi, en üstün kemal mertebesi olmak şöyle dursun övülen birşey bile değildir. Bilakis kul buna sebeb olduğu, bunun sebeblerine tevessül ettiği, temyiz ve akıl gerektirecek sebebelerden yüzçevirdiği zaman yerilir.

Salikin kendi dahli bulunmaksızın mağlub olarak başına böyle bir şey gelirse mazur sayılır. Nitekim uyuyanın, baygının, mecnunun ve zorda kalarak içki içip sarhoş olanın veya şarabın sarhoş edici olduğunu bilmeyen cahil kimsenin vb. özürlü sayılması böyledir.

Sonra bu hal bütün saliklere gerekli de değildir, yalnız bazı saliklere arız olan bir haldir. Ebu Yezid ve benzerleri gibi salikler bu hale mübtela olurlar bazıları ise bu hale mübtela olmazlar.

Bu ikinciler ariflerin efendileri, Allah'a ulaşan ve yakın olanların imamları, saliklerin önderleri ve örnekleri olan sahabilerden hiç birisi, iradeleri güçlü, mertebeleri yüksek ve başkalarının müşahade etmedikleri şeyleri müşahade etmelerine rağmen, böyle bir hale mübtela olmamışlardır, onlardan bu halden bir eser de görülmemiş, böyle bir hal onların hatırlarına bile gelmemiştir. Eğer fena hali kemal hali olsaydı, sahabe bu hale daha layık ve ehil olurdu. Onlara başkalarına nasib olmayan haller nasib olurdu.

Aynı şekilde bu hal Nebi (s.a.v)'e de arız olmadığı gibi onun hallerinden hiç birisi de değildir.

İşte bu yüzden Miraç gecesi Nebi (s.a.v) yolculuğa çıkarıldığında, bu esnada Allah'ın kendisine gösterdiği büyük ayetleri müşahede etti, ama kendisine hiç böyle bir hal arız olmadı. Bilakis Nebi (s.a.v) Allah Azze ve Cellenin kendisini vasfettiği gibiydi:

"Onun gözü kaymadı, kamaşmadı da. Şüphesiz O Rabbi'nin en büyük ayetlerini gördü." (Necm, 17-18),

"Sana gösterdiğimiz bu temaşayı biz, insanlar için ancak bir imtihan vesilesi kıldık" (İsra, 60).

İbn Abbas derki:

"bu temaşa (müşahade) Allah'ın resulüne İsra gecesi gösterdiği, bizzat gözüyle gördüğü seyirdir".

Buna rağmen Nebi (s.a.v)'in hali değişmemiş ve baygınlık geçirmemiş, müslümanlar arasında sabahlamış ve onlara kendinden ve ne de müşahede ettiklerinden geçip fani olmaksızın gördüğü şeyleri ayrıntılarıyla haber vermiştir.

İşte bu yüzden Nebi (s.a.v)'in hali, Allah dağa tecelli edip, dağı parça parça ettiği zaman bayılıp başını secdeye koyan İmran oğlu Musa'nın (a.s) halinden daha kamil ve yüksek bir haldir.  

 

İÇİNDEKİLER