Menazil müellifi şöyle der:
"Hakkın dışındakilerden tevbe etme derecesine gelmeden tevbe makamı tamam olmaz.
Sonra tevbenin kusurunu görme, bundan sonra da bu kusuru görmekten tevbe etme
derecesi gelir."
Allah dışındakilerden tevbe
etmek, kulun kalbiyle masivanın iradesinden kurtulması demektir. Kul yalnız,
iş ve yardımında ortağı bulunmayan Allah'a kulluk eder, bütünüyle kendisini ona
verir ve O'nunla olur. Bu ise ancak sevginin otoritesine boyun eğmiş, kalbi
Allah sevgisi, hürmet ve saygısıyla dolmuş, O'nun huzurunda zillet, tevazu ve
hüzün içinde eğilmiş, O'na olan muhtaçlığını itiraf etmiş kimseler için
mümkündür.
Kul bunları sağlayınca geriye
sufilere göre bir şey kalır. O da tevbesindeki kusurdur ki, kulun onu
hissetmesi, görmesi ve ondan fani olmamasıdır. Bulunduğu hal ve makam açısından
bu da bir günah sayılır ve bundan da tevbe etmesi gerekir. Burada üç durum
vardır:
1 - Masivadan tevbe
2 - Bu tevbeyi görmek ki tevbenin kusurudur.
3 - Bu
görmeyi görmekten tevbe.
Mutasavvıflara göre bu ötesi olmayan son noktadır.
Ancak hassu'l- havassın (en seçkin kulların) nail olabildiği tevbenin son
noktasıdır. Gerçekten de kulun fiilini görüp beğenmesi, bu sebeple rabbinden ve
onu müşahede etmekten gafil olması, yolunda tevbeyi gerektiren bir engel ve
kusurdur.
Allah'ın lütuf ve ihsanı, güç,
kuvvet ve yardımıyla tevbenin meydana geldiğini görmesi ise görmemesinden daha
kamil bir durumdur. Bu durum işaret ettikleri makamdan daha tam, kulluk yönünden
daha olgun, sevgiyi ve lütfü görmeyi daha çok temin eden bir durumdur. Çünkü,
lütfü hissetmeden önce, müşahede etmek mümkün değildir.
Onları böyle bir sonuca götüren
şey, müşahade konusunda fena vadisine dalmış olmalarıdır. Böyle olunca hakla
birlikte başka bir sebep, vesile veya varlık düşünememektedirler.
Bu makamın zevkini biz de inkar
etmiyoruz. Salikin varacağı son durağın o olduğunu, bunda başka bir yerde
bulması mümkün olmayan tat, vecd ve lezzet bulduğunu kabul ediyoruz. Fena ehline
ve bu yola girenlere itirazımız başka bir noktadadır. O da fenanın, kemalin ta
kendisi kabul edilmesidir. Yine fiillerim ve bunun ayrıntılarını gören, bunların
Allah'ın dilemesi, irade ve yardımıyla sadır olduğunu müşahede eden kimsenin
halinden üstün tutulmasıdır. Halbuki bu kul, mabuduyla birlikte, kulluğunu da
müşahede etmekte, kulluğu müşahede ederken mabudundan gafil olmamaktadır.
Mabudunu müşahede ederken de kulluktan gaflet etmemektedir. Çünkü bunların ikisi de (mabuddan
veya kulluktan gaflet etmek) eksikliktir.Gerçek kemal, kulluğun da Allah'ın lütuf,
ihsan ve dilemesiyle hasıl olduğunu müşahede etmektir. Şu halde senin için iki
müşahede söz konusudur. Eğer bunlardan biri ile diğerinden gaflet edecek
olursan, makam tevbe makamıdır. Kulluktan gaflet etmekte, onu yıkmaktan başka
bir şey var mıdır?
Yapılması gereken, bu konudaki
hükmü, zevke değil, Allah'a, rasulüne ve iman hakikatlerine bırakmaktır. Bu
halin zevkli olduğunu biz de inkar etmiyoruz, fakat bunun diğerlerinden daha
kamil ve üstün olduğu düşüncesini kabul etmiyoruz. Kur'an'da, sünnette ya da
ariflerin büyükleri olan sahabe ve ona tabi olanların sözlerinde fenaya veya
onun gerçek kemal olduğuna bir işaret var mıdır? Yine kulun, Allah'ın yardım ve
lutfuyla fiili görmesinin, onu müşahede etmesinin kendisinden tevbe edilmesi
gereken bir kusur ve illet olduğuna dair bir delalet mevcut mudur?
Bu husus, matasavvıfların gerçekten zor inkar
edebilecekleri bir noktadır. Mutasavvıflar, fenayı inkar
edenleri gafil ve ayrılık ehlinden olmakla suçlarlar. Onlara göre bu kişiler bu
makama ulaşamamış kimselerdir, ulaşmış olsalardı, inkar etmezlerdi, derler.Fakat
iddialarını doğru çıkaracak delilleri, itiraza verecek cevapları yoktur, işte
size göre gafil olan biri şer'i bir mesele sormaktadır, fakat söyledikleriniz bu
soruya cevap teşkil etmez.
Allah'a yemin olsun ki, gafil
dediğiniz kul, fena halinden daha büyük bir hal ve daha yüksek bir makamda olup
ta gaflet içinde olanlardan daha üstündür. Sırf fena Allah'ın kayyumluğunu
müşahedede istiğrak bulmada, sebepleri, illetleri, hikmet ve vesileleri ortadan
kaldırmada fazlaca bir ilim, marifet ve kulluk yoktur. Varlıkları olduğu gibi
müşahede etmek gibi kulluk ve marifet var mıdır? Kur'an, insanları ayetler
üzerinde tefekküre, mahlukatın halleri üzerinde düşünmeye davet eden ayetlerle
doludur. Yine Kur'an insanın kendi nefsine ve davranışlarının ayrıntılarına
bakmasını emreder. Daha özelde, yarın için ne hazırladığına bakmasını, Allah'ın,
onun üzerindeki iman, tevfik ve hidayet gibi nimetlerini incelemesini, bunlar
üzerinde durup, düşünmesini, Allah'a hamd ve şükretmesini istemektedir. Bu ise
sizce fenada, görmeyi görmekten, müşahedeyi müşahede etmekten fani olmadıkça
tahakkuk etmez.
Sonra bu mümkün de değildir.
Çünkü kulun tevbesinin görmesini, kendisinden tevbe edilmesi gereken bir illet
ve kusur olarak kabul ettiğiniz zaman, o görüşü görmek de yine kendisinden tevbe
etmek gereken bir kusur olacaktır. Bu böyle müteselsilen devam edip gider, işin
sonunda, kulluğun gayesi olmak bir tarafa, tamamen temyiz kabiliyetinin ortadan
kalkmasına, kulluğa aykırı bir sarhoşluk ve dengesizliğe kadar varır.
Şimdi namaz ibadetinin
ayrıntılarını düşün:
Namazın nasıl ancak fiilini müşahede ettiğin zaman tamam
olduğuna bak. Namazından gaflet ettiğin zaman, bu kulluğunda bir eksiklik olur.
Namaz kılan "ben yüzümü hanif olarak yer ve gökleri yaratana çevirdim"
dediği
zaman, bu sözün ifade ettiği kulluk, kulun yüzüyle namazda olmasıdır, ki yüzünden maksat yöneliş ve iradesidir. Yine kulun özüyle namazda bulunmasıdır ki
bu da tamamen Allah'a yönelmesi, özünü O'na vermesidir.
Sonra namaz kılan kul,
"Şüphesiz ki namazım da ibadetim de, hayatım ve ölümüm de alemlerin rabbı olan
Allah'a aittir" deyince bu sözünün ifade ettiği kulluk da, kendisine izafe
edilen namaz ve ibadeti yalnız Allah'a tahsis etmek suretiyle namazda
bulunmasıdır. Kul bunlardan gaflet edecek olsa, kalben meşgul olmadığı şeyleri
diliyle Allah'a izafe etmiş olur. Şu halde, bu kimse, fiil ve kulluğunun
şuurunda olan, bunları Allah'a nispet ederek namazını kılanla nasıl bir olur?
Şimdi bu kul nerede, mabudu ile beraberken onun hakkından gaflet eden, ondan
geri kalan ve onu ihmal eden, istiğrak halinde tamamen fena bulan nerede?
Evet belki en azından bunların
mazur olduğu söylenebilir, fakat makamlarının en yüce ve en değerli makam olduğu
asla söylenemez.
Yine namaz kılan kul kıraatinde
"Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" dediği zaman bu
sözünün kulluğu, ibadet ve yardım dilemenin manasını kavramak, bunların her
ikisini de namazda temin etmek, bunları Allah'a has kılmak ve başkalarından
nefyetmektir. İşte bu, sırf dille söylemekten daha üstündür.
Aynı şekilde rükusunda " Allahım,
senin için rükuya vardım, sana inandım, sana teslim oldum. Kulağım, gözüm,
iliğim, kemiğim, adımımı attığım ayağım yalnız sana boyun eğdi" dediği zaman, bu
kelimelerin ihtiva ettiği kulluğu, fenasına gömülmüş, kendi fiilinden habersiz
olan biri nasıl yerine getirebilir? Geriye dilinde dolaşan bir takım seslerden
başka ne kalır? Eğer mazur olmasalardı bu kesinlikle kulluk sayılmazdı.
Evet, bu fiilleri görmek,
bunlara takılıp kalmak, bunlarla uğraşırken, onları lütuf ve ihsan eden, muvaffak
kılandan gaflet etmek, alakayı kesen en büyük hastalıklardandır...
Allah Teala
şöyle buyurur:
"Müslüman olmalarını başına kakarlar. De ki: Müslümanlığınızı
başıma kakmayın. Eğer sözünüzde sadıksanız, bilakis Allah imana hidayet etmek
suretiyle sizin başınıza kakar." (Hucurat, 17)
Arif kişi, Allah'ın, üzerindeki lutfunu görerek ve müşahede ederek O'na itaat ve ibadete dalar. Cahil,
O'nun
nimetiyle nimetini görmekten gaflet eder. Fani ise fenaya ve Allah'ın
kayyumluğunu müşahedeye dalmakla nimetini görmekten gafil olur. Bu da
eksikliktir.
Şüphesiz Allah herşeye bir ölçü ve kıymet vermiştir.
|