HİDAYETİN MERTEBELERİ |
|
Bu bölüm hidayetin özel ve genel mertebeleri hakkında olup, toplam on
mertebedir. |
|
Birinci mertebe: |
Uyanıkken vasıtasız olarak Allah’ın kulu ile
konuşmasıdır ki, bu Allah’dan kula doğru olur ve bu hidayetin en yüksek
derecesidir. Allah Teala’nın Musa b. İmran (as) ile konuşması böyledir.
Allah Teala:
“Allah Musa ile konuştu”.
(Nisa, 163)
Ayetin başlangıcında Allah’ın Nuh’a ve Nuh’dan
sonraki nebilere vahyedişi zikredilir, sonra Musa, Allah’ın kendisiyle
konuştuğunu haber vermekle nebiler arasında özel bir yere sahib olur. Bu durum,
Musa için meydana gelen konuşmanın ayetin başında zikrolunan mutlak vahyden daha
hususi oluduğunu gösterir.
Sonra Allah bu konuşmayı, konuşma fiilinin masdarı
olan “teklim” kelimesiyle pekiştirdi. Bu tekid, buradaki konuşmanın,
ilham, işaret veya konuşma dışında herhangi bir manaya geldiğini zanneden
Mu’tezile, Cehmiyye, Muattıla vb.nin vehmini ortadan kaldırır.
Allah Teala buradaki konuşmanın hakiki manada
olduğunu göstermek ve mecaz vehmini ortadan kaldırmak için bunu manalı bir
mastarla tekid etmiştir.
Ferra, hangi yolla olursa olsun insana
ulaşan şeye Arapların kelam adını verdiğini söyler. Fakat Araplar bunu mastarla
desteklemezler. Masdarla tekid edildiği zaman bundan ancak hakiki manada kelam
anlaşılır.
Bunun örneği irade kelimesidir. Filanca, bir
isteyişle istiyor
(erade iradeten) denilince, bununla iradenin hakikati anlaşılır. Falanca
duvarı murad ediyor, denince “irade” mastarı kullanılmaz. Çünkü buradaki
irade hakiki değil, mecazidir. Allah Teala şöyle buyurur:
“Musa sözleştiğimiz yere gelip Rabbi onunla
konuştuğunda Rabbim bana kendini göster, sana bakayım, dedi”
(Araf, 142)
Bu konuşma Musa’yı Firavun’a göndermek için yaptığı
ilk konuşmadan ayrıdır. Bu ikinci konuşmada bakma isteği vardır, birincide
yoktur ve Musa’ya levhalar da bu konuşmada verilmiştir. Bu konuşma Allah’ın bir
vaadi olarak gerçekleşmiştir. Birinci konuşmada ise bir sözleşme mevzu bahis
değildir, ikinci konuşmada Allah (cc) Musa’ya şöyle der:
“Ey Musa, risaletim ve kelamımla insanlar arasında seni seçtim.”
(Araf, 144)
Selef alimlerinin icması ile buradaki kelam
“teklim” manasındadır.
Allah sübhanehu Kur’an’da hem ona nida ettiğini ve
hem de gizlice seslendiğini haber verir. Nida uzaktan, fısıldamak (nica)
yakından olur. Yine Arablar, deve büyüyünce ona nida veya nica adını verirler.
Babası Adem, Musa ile tartışmasında:
“Sen Allah’ın konuşmasıyla seçmiş olduğu
Musa’sın, Allah Tevratı bizzat yazıp sana vermedi mi?” der.
Kıyamette insanlar Musa’nın Rabbinden şefaat taleb
etmesini istediklerinde aynı şeyi söylerler. Miraç hadisinde, rivayetlerin
ihtilafına göre Hz.Peygamber Hz. Musa’yı altıncı veya yedinci semada gördüğü
zaman yine aynı şekilde hitab etmiştir. Ve şöyle demiştir:
“Bu Allah’ın Musa’yı
kelamıyla üstün kılmasından dolayıdır” (Buhari,
tevhid, 37)
Eğer buradaki konuşma (kelam) Musa’dan başka nebiler
için hasıl olan konuşma cinsinden olsaydı, bu hadisle de böyle bir konuşmayı
(kelamı) Musa’ya tahsis etmesinin bir manası kalmaz. Ve Musa’ya “Kelimü’l-
Rahman” da denmezdi. Allah Teala’da:
“Allah’ın bir beşere konuşması ancak vahyle veya bir perde arkasından veya bir
elçi göndermekle olur. Bu elçi de Allah’ın izniyle O’nun istediğini vahyeder”
(Şura, 51) buyurarak Vahy konuşmasıyla, elçi
göndermek suretiyle konuşmayı ve perde arkasından konuşmayı birbirinden
ayırmıştır.
|
|
İkinci mertebe: |
Nebilere has vahy derecesidir. Allah Teala:
“Doğrusu biz sana, Nuh’a ve Nuh’dan sonraki
nebilere vahyettiğimiz gib’i vahyettik” (Nisa,
163) ve
“Allah’ın bir insanla konuşması ancak vahyle veya
perde arkasından olur.”
(Şura, 51) buyurur.
Bu ayette vahy konuşma çeşitlerinden biri olarak
kabul edilmiştir. Nisa Suresi’ndeki ayette de vahyi bir konuşma çeşidi olarak
saymıştır. Bu konuşma iki şekilde olur. Biri vasıtasız ve hususi konuşma şekli.
Diğeri çeşitli yollardan manayı iletmek şeklinde olan umumi konuşma şeklidir.
Sözlükte Vahy: Gizli ve süratli bir şekilde
bildirmek demektir. Fiili “vaha” ve “evha” şeklinde geçer. Nitekim
şiirde:
“Ona karar bildirildi (Vaha), o da sakinleşti”
şeklinde geçer.
İleride kısımları gelecektir.
|
|
Üçüncü mertebe: |
Melek olan elçilerin beşer olan elçilere
gönderilmesidir. Melek elçi, Allah’ın beşerden elçisine ulaştırılmasını
emrettiği şeyleri vahy eder. Bu üç derece sadece nebilere aittir. Başkaları için
söz konusu değildir.
Bu melek elçi, bazen beşeri elçiye bir insan
şeklinde gelir, onu görür, onunla konuşur. Bazen beşeri elçi meleği asli
suretiyle görür. Bazen de melek onun kalbine girer, Allah’ın kendisine
vahyettiğini ona vahyeder, sonra da çıkar ve ayrılır gider. Bu mertebelerin üçü
de Peygamberimize nasib olmuştur.
|
|
Dördüncü mertebe: |
Tahdis (içe doğurma) derecesidir. Bu derece
özel vahyin ve sıddıkların altındaki bir derecedir. Ömer b. Hattab (r.a)’ın
derecesinden olduğu gibi.
Nebi (s.a.v) şöyle der:
“Sizden öceki ümmetlerde muhaddesun (ilham
verilenler) vardı, eğer bu ümmette de böylesi varsa, o da Ömer b. Hattab’dır”.
(Buhari, Fedailu Ashabi’n nebi,6; Müslim Fedailu’s -
Sahabe,23)
Şeyhü’l- islam Takıyyüddin İbn Teymiyye’nin
şöyle dediğini işittim:
“Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham
verilenlerin varlığı kesindir. Böyle kimselerin bu ümmette bulunması, bu
ümmetlerin en faziletlisi olmakla beraber, şart edatına bağlanmıştır. Çünkü
bizden önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardır. Bu ümmet ise nebilerinin ve
risaletinin kemalinden dolayı onlardan müstağnidir. Allah Teala bu ümmeti Nebi
(s.a.v)’ den sonra keşf, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç
kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu bağlantı ümmetin kemali ve müstağni
oluşundandır, noksan oluşundan değil”
Muhaddes: Kalbine ve derunune ilham edilen
bir şey demektir. Böylece de o şey haber verildiği gibi ortaya çıkar.
Şeyhimiz (İbn Teymiyye):
“Sıddık, muhaddesden daha kamildir. Çünkü
sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma, keşf gibi şeylerden
müstağnidir. Çünkü sıddık bütün kalbini, sırrını, içini ve dışını Rasulüne
teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağnidir” der.
O der ki, muhaddes, kendisine ilham edileni
Rasulullah’ın getirdiğine arz eder. Eğer Rasulullah’ın getirdiğine uyarsa kabul
eder. Uymuyorsa reddeder. Böylece anlaşılıyor ki sıddıklık derecesi tahdis
derecesinin üstündedir.
Yine İbn Teymiyye derki:
Birçok hayalperest ve cahillerin “kalbim Rabbimden
bana bunu ilham ediyor” dediği şeye gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş
olması doğrudur, fakat kimden? şeytanından mı? yoksa rabbinden mi? Kalbim bana
Rabbimden böyle ilham etti, derse kendisine ilham edip etmediğini bilmediği
birine söz isnad etmiş olur ki bu da yalandır.
Yine o der ki, bu ümmetin muhaddesi asla böyle
söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah Ömer’i, bunu
söylemekten korumuştur. Bilakis, bir gün katibi:
“Bu müminlerin emiri Ömer b. Hattab’a Allah’ın
gösterdiği (öğrettiği) şeydir” diye yazar.
Ömer de:
“Hayır, onu sil, bu Ömer b. Hattab’ın gördüğü
şeydir, eğer o doğruysa Allah’dandır, yanlış ise Ömer’dendir, Allah ve Allah’ın
Rasulu ondan beridir, uzaktır diye yaz”.
Ömer (r.a):
“kelala”, konusunda (miras hukukuyla ilgili
bir kavramdır): Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum, eğer doğruysa Allah’dan,
şayet yanlış olursa benden ve şeytandandır der”.
Rasulullah (s.a.v)’ın şehadeti ile muhaddes olanın
sözü böyledir.
Oysa sen ittihadinin, hululinin,
şatahatlar söyleyen ibahinin,
sema yapanların açıkça, Rabbim kalbime böyle ilham etti, dediğini
görürsün.
Şimdi, bu iki sözü söyleyenlerin halleri ve
sözlerine bak ve her birinin hakkını ver ve hileli olanla halis olanı bir tutma.
|
|
Beşinci mertebe: |
İfham derecesidir. Allah Teala:
“Davud ve Süleymanı da hatırla, tarla hakkında
hüküm vermekteydiler, zira tarlaya gece vakti bir kavmin koyunu dalmıştı. Ve biz
de onların hükmüne şahiddik, biz o kavmin durumunu Süleyman’a fehmettirdik
(kavrattık), hem Süleyman’a hem de Davud’a hüküm ve ilim verdik”
(Enbiya, 78-79) buyurur.
Allah bu iki kerim olan nebiyi zikretti, onları ilim
ve hükümce öğdü ve muayyen bir olaydan fehmi (kavramayı) Süleyman’a
tahsis etti.
Ali b. Ebi Talib’e:
“İnsanlardan ayrı olarak Allah’ın Rasulu size bir
şeyi tahsis etti mi?” diye soruldu. O da:
“hayır, tohumu çatlatan, canlıyı yaratana
andolsun sadece Allah’ın kendi kitabı ve bu sahifede olanı anlamayı kuluna
vermesi müstesna, dedi. Ve bu sahifede akıl vardır, o da diyet demektir, esiri
kurtarmak, bir kafirden dolayı müslümanın öldürülmemesi vardır” dedi.
(Buhari, Cihad, 171; Tirmizi, Diyat,16)
Ömer b. Hattab’ın Ebu Musa el Eşari’ye
yazdığında da “Sana işaret ettiklerimi anla “kavramaya çalış” ifadesi
vardır.
Fehm; Allah’ın kuluna verdiği bir nimet,
kalbine koyduğu bir nurdur, kul bu nurla başkasının idrak edip bilemediğini
bilir ve idrak eder, eşit şekilde ayetleri ezberlemekle beraber, ayetlerden
başkasının anlayamadığı şeyleri anlar, fehmeder. Ve ayetlerin manasının aslını
anlar.
Allah ve Allah’ın Rasulünden kaynaklanan fehm
Sıddıklık unvanı ve peygamber varisliğinin alametidir. Fehm konusunda
alimlerin derecesi, binlerle ifade edilebilecek kadar farklıdır.
İbn Abbas’ın fehmine bak. Ömer ve orada
bulunan Bedir ehlinden bazı kimselerle diğerleri ona “Allah’ın yardımı ve
feth geldiği zaman” suresini sorar. Bu surenin İbn Abbas’a has kılınan
anlamı şudur:
“Allah Subhanehu’nun Nebisine ecelinin geldiğini
haber vermesidir”. Allah’ın ona ecelinin gelişini bildirmesidir, Ömer’in
buna muvafakat etmesi, Nebi’nin ecelinin İbn Abbas ve Ömer’den başka sahabelere
gizli kalması ve o vakit İbn Abbas’ın sahabelerin en genci olması onun
hususiyetlerindendir. Özel bir anlayış olmasaydı, bu sureden Rasulullah’ın
ecelinin bildirildiğini nereden çıkaracaktı?.
Bu dereceye yükselecek ince anlayıştan çoğu insanlar
yoksundur, kıt anlayışlıdır. Böylece nass, yanında olmakla birlikte başka şeye
gerek duyar, kendisi için metinlerle yetinmez.
Fehm ve anlayış sahibi ise nasslarla birlikte
nassdan başka olan şeylere gerek duymazlar.
|
|
Altıncı Mertebe: |
Umumi ve genel olan beyan derecesidir.
Hakkın, delil ve şahidleriyle birlikte açıklanması, batıldan ayrılması ve
tanıtılmasıdır. Böylece hakk, kalbe görünmüş, gibi olur. Gözün görülen şeyleri
müşahade etmesi gibi.
Bu derece Allah’ın yarattıkları üzerindeki
hüccetidir ki, bu hüccet Kullarına ulaşmadan Allah kimseye azab etmez veya
saptırmaz.
“Allah Teala bir topluluğu ancak kendilerine
sakınacakları şey tamamen açıklanıp, doğru yolu gösterdikten sonra saptırır.”
(Tevbe, 115).
Bu sapıtma, Allah’ın onlara açıkladığı zaman verdiği
bir akibettir, Allah’ın açıkladığını kabul edip, onunla amel etmediklerinde,
Allah onları hidayetten saptırmak suretiyle cezalandırır. Allah hiç kimseyi
açıklama yapmadan saptırmaz.
Bu durumu bilince kaderin sırrını da bilmiş olursun
ve kader konusundaki bir şekk ve şüphe de senden zail olur. Ve Allah’ın
kullarını niçin dalalete düşürmüş olduğundaki hikmet de bilinir. Kur’an’ın pek
çok yerinde bu açıklanır. Şu ayetlerde:
“Onlar sapıtınca, Allah da onların kalblerini
saptırır” (Saff, 5),
“Onların sözü kalblerimiz perdelidir
(kapalıdır) demektir, hayır, oysa Allah onların kalblerin küfürleri sebebiyle
mühürlemiştir”
(Nisa, 155) buyurur.
Birincisi, inaddan kaynaklanan bir küfürdür.
İkincisi, mühürlemeden kaynaklanan küfürdür.
“ İlk kez ona inanmadıkları gibi onların
kalblerini ve gözlerini döndürürüz, onları taşkınlıkları içinde terkederiz, bu
taşkınlığa dalar giderler ” (En’am, 110)
Yakinen bilip tahkik ettikleri halde Allah’a imanı
terk etmelerinden dolayı, Allah da onların kalblerini, gönüllerini ve gözlerini
çevirerek cezalandırdı. Böylece de onlar Allah yolunda hidayet bulamadılar.
Burada iyice bir düşün, doğrusu bu büyük bir
konudur.
Allah Teala diyor ki:
“Semuda gelince, onlara da hidayet verdik, gel
gör ki onlar, hidayete karşılık körlüğü sevdiler.”
(Fussilet, 17)
Bu hidayet beyan ve delaletten sonra söz konusu olan
hidayettir. Açıklama hidayet için gerekli, zaruri olmayan bir şarttır. Eğer bu
açıklamaya kendisinden sonra başka hidayet bitişmezse, hidayeti açıklamayı başka
bir hidayet izlemezse, bu açıklama ile hidayetin kemali hasıl olmaz. Burada söz
konusu olan tevfik ve ilham hidayetidir.
Bu açıklama iki türlü olur:
Birincisi, okunup dinlenen Kur’an ayetleriyle
açıklama,
İkincisi, görünen ve gözlenen ayetlerle
açıklamadır.
Bu her iki açıklama da Allah’ın tevhidine
isimlerine, sıfatlarına, kemaline, rasulleriyle Allah’dan haber verilen şeyin
doğruluğuna delil ve ayetlerdir.
İşte bu yüzden Allah okunan ayetlerle, görünen ve
gözlenen ayetlerle tefekkür yapmaya çağırır. Şu ya da bu konuda onları düşünmeye
teşvik eder, yöneltir.
Bu; nebilerin gönderildiği beyan tarzıdır. Bu beyan
resullere, resullerden sonra alimlere verildi, bundan sonra Allah dilediğini
saptırır.
Nitekim ayet-i kerimede Allah şöyle buyurur:
“Biz her peygamberi kendilerine açıklamada
bulunabilsin diye kendi toplumunun diliyle gönderdik. Artık bundan sonra Allah
dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir. O Azizdir, Hakimdir”.
(İbrahim, 4)
Peygamberler sadece tebliğ ve beyan ederler, izzet
ve hikmetiyle dilediğini saptıran, dilediğini de hidayete kavuşturan, Allah’tır.
|
|
Yedinci mertebe: |
Özel açıklama mertebesidir. Bu, hususi
hidayeti gerektiren beyandır. Bu beyan, inayet, tevfik, ictiba (seçme)
fiilleriyle ilgili ve başıboş bırakma sebeplerinin kalbden silinip kaldırılması
ile tezahür eden beyandır. Elbette bu beyandan hidayet geri kalmaz. Bu mertebe
hakkında Allah Teala şöyle buyurur:
“Eğer sen onların hidayetine düşkünsen, doğrusu
Allah, saptırdığını hidayete erdirmez”
(Nahl, 37)
“Doğrusu sen sevdiğini hidayete erdiremezsin,
fakat Allah dilediğini hidayete erdirir”
(Sad, 56).
O halde ilk beyan şart olup zorunludur.
|
|
Sekizinci mertebe: |
İsma (işittirme) derecesidir. Allah
Teala:
“Allah onlarda bir hayr görseydi, onlara elbette
işittirirdi ve işittirmiş olsaydı bile onlar yine sırtlarını dönüp giderlerdi”.
(Enfal, 23)
Yine Allah Teala:
“Körle gören; karanlıklarla aydınlık, gölge ile
kavurucu sıcak, ölülerle diriler bir değildir. Allah dilediğine duyurur, sen
kabirdekilere de duyuracak değilsin, sen ancak uyarıcısın”
(Fatır, 22) buyurur.
Bu duyurma hüccet ve tebliği duyurmaktan daha
hususidir. Onlar için duyurma gerçekleşmiştir ve onların aleyhinde bir delil
olabilir. Fakat bu duyurma sadece kulaklara duyurmadır. Bir de kalblere duyurma
vardır. Sözün, bir lafzı ve bir de manası olup bunların hem kulak, hem de kalple
ilgisi vardır. Kulağın payına düşen kelamının lafzını işitmektir. Kalbin payına
düşen, kelamın manasının hakikatini, kelamdan ne kastedildiğini anlamaktır.
Allah Teala, kalbin payına düşen, murad ve maksadın anlaşılması özelliğini,
kafirlerden kaldırmıştır. Onlar için sadece kulağın payı olan lafızların
işitilmesini bırakmıştır. Allah Teala:
“Onlar Rablerinden gelen her şeyi, her yeni
zikri, başka şeylerle oyalanarak kalbleri sürekli meşgul ve gaflet içinde olduğu
halde dinliyorlar”
(Enbiya, 2) buyurur.
Bu işitme ise dinleyene, kendi aleyhinde delil
olmaktan başka hiç bir işe yaramaz.
Duymanın maksadı, ürünü ve neticesi ise kalp,
oyalanma, gaflet ve yüz çevirme içindeyken hasıl olmaz.Aksine işiten yanında
bulunana ayeti kerimede geçtiği gibi “O az önce ne söyledi?” diyerek çeker
gider. Halbuki onlar:
“Allah’ın kalblerini mühürledikleridir”
(Muhammed, 16)
Bu derece ile ifham (anlatma, kavratma) derecesi
arasındaki fark:
Bu derece kulak (işitme) vasıtasıyla hasıl olur.
İfham derecesi ise daha umumidir. Bu açıdan bu derece ifham derecesinden daha
hususidir.
Fehim derecesi bir başka açıdan daha hususidir. Bu
yönüyle fehm mertebesi kasdedilen ve onun teferruatı ile alakalı olduğu ve
işaret ettiği şeyler ile ilgilidir. Duyma mertebesi ise daha çok maksadın
hitapla kalbe ulaştırılmasıyla ilgilidir. Bu işitmeye de kabul işitmesi terettüp
eder.
Şu halde işitmenin üç mertebesi vardır:
1 - Kalbin işitmesi,
2 - Kabul ve
3 - İcabet işitmesi.
|
|
Dokuzuncu mertebe: |
İlham mertebesidir. Allah Teala:
“Andolsun nefse ve onu en güzel biçimde yaratana ve fücurunu da takvasını da
ilham edene” (Şems,7-9) buyurur.
Nebi (sav) de Husayn b. Münzir el-Huzai’ye müslüman
olunca şöyle dedi:
“De ki: Ey Allah’ım bana
rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru”.
(Tirmizi, daavat, 70; Müsned, IV, 444)
Menazil kitabının yazarı ilhamı, muhaddeslerin
makamı olarak kabul etmiştir.
O derki bu makam firaset makamının üstündedir. Çünkü
fîraset nadiren vuku bulur ve fıraset sahibi fıraseti zorlukla uzun çabalarla
elde eder. Oysa ilham ancak huzur makamında hasıl olur.
Ben derim ki tahdis, ilhamdan daha hususidir. İlham
imanlarının derecesine göre müminlere has genel bir özelliktir.
Şüphesiz her mümin imanını, Allah’ın kendisine ilham
ettiği rüşd ile elde eder.
Tahdis mertebesine gelince bu konuda Nebi
(sav) şöyle buyurur.
“Eğer bu ümmette de onlardan biri varsa o da
Ömer’dir”. (Buhari Fedailu Ashabi’n-
nebi.6; Müslim.Fedailu’s- Sahabe,23)
Yani muhaddes kişilerden biri demek istiyor.
Tahdis ise özel bir ilhamdır. O,nebilerden başkasına
yapılan vahydir. Burda ya mükellef varlıklara olur.
“Musa’nın annesine onu emzirmesini variyettik”
(Kasas,7)
“ Ve havarilere bana ve resulüme iman etmelerini vahyettiğimi hatırla”
(Maide, 111) ayetlerinde olduğu gibi.
Ya da mükellef olmayan varlıklara yöneliktir:
“Senin Rabbin anya dağda, ağaçta insanların
yaptığı çardaklarda yuva edinmesini, ev kurmasını variyetti”
(Nahl, 29) ayetinde olduğu gibi. Bunların hepsi ilham vahyidir.
Bu özel ilhamın firasetin üstünde olduğu yolundaki
görüşe gelince, bu konuda şunlar delil olarak ileri sürülmüştü: fıraset -daha
önce de geçtiği gibi- nadiren meydana gelir. Nadirin ise hükmü yok gibidir.
Sahibi tarafından elde edilmesi zor ve uzun olup, her zaman ona ulaşamaz. İlham
ise Allah’a yakınlık ve huzur makamında hasıl olur.
Bu konuda gerçek şu ki: Firaset ve ilhamın
her birisi özel ve genel olmak üzere ikiye ayrılır. Her birinin özel olanı;
diğerinin genelinin üzerindedir. Ve her birinin genel olanı çoğu kez meydana
gelebilir. Oysa özel olanı nadiren meydana gelir.
Fakat ikisi arasındaki asıl fark şudur ki, firaset,
bir tür kazanma ve tahsile bağlıdır. İlham ise mücerred anlamda vehbidir, kesin
olarak çalışmakla elde edilemez.
|
|
İÇİNDEKİLER |
|