HÜZÜN MERTEBESİ

 

"Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" mertebelerinden biri de hüzün mertebesidir. Ancak bu, istenen ve uğranması emredilen bir makam değildir. Ne var ki, sülük ehli (salik) mutlaka bu makama uğramak durumundadır.

Nitekim hüzün Kur'an'da ancak yasaklanma veya olumsuz anlamda geçmektedir. Mesela :

"Onlara da üzülme" (Nahl, 127),

"Gevşemeyin, üzülmeyin" (Al-i İmran, 139)

"Üzülme, Allah bizimle beraberdir" (Tevbe, 40) gibi birçok ayette hüzün yasaklama kipiyle getiriliyor.

"Artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir, de" (Bakara, 38) vb. ayetlerde de olumsuz olarak geçmiştir.

Hüznün yasaklanmasının ve olumsuz görülmesinin bir sırrı şudur:

Hüzün yola aldırmayan, kalbe yararı olmayan bir makam, bir duraktır. Onun içindir ki şeytanın en çok sevdiği şey, ilerlemesini kesmek, sülûkünü durdurmak için, kulu hüzne düşürmektir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Gizli konuşma (lar, fiskoslar) şeytan'ın yapacağı işlerdendir. (Şeytan bunu allayıp pullar ki) iman edenler üzülsün." (Mücadele, 10)

Peygamber efendimizin (s.a.v) de ümmetini nehyettiği üç şeyden biri de budur;

"Üçüncüyü dışarıda bırakıp, iki kişinin kendi aralarında gizli, gizli konuşmalarıdır. Çünkü, bu onu üzer." (Müsned, II, 141)

Özetle hüzün istenmeyen, arzu edilmeyen ve kendisinde bir fayda bulunmayan bir şeydir. Peygamber efendimiz de:

"Allahım, tasa ve hüzünden sana sığınırım" (Buhari, Cihad,74; Daavat, 35,40; Tirmizi,Daavat, 71) buyurarak hüzünden Allah'a sığınmıştır.

Hüzün tasanın arkadaşıdır. Bu iki kelime arasında şöyle bir fark vardır:

Kalbe gelen sıkıntı eğer gelecekle ilgili ise bu, tasadan; şayet geçmişle ilgili ise bu da hüzün ve kederden kaynaklanır. Ancak her ikisi de kalbin seyrini yavaşlatır, azmi kırar.

Ne var ki, kulun bu durağa uğraması vakıa itibariyle zorunludur. Onun için cennet ehli cennete girdikleri zaman

"Bizden hüznü gideren Allah'a hamdolsun" (Fatır, 34) diye Allah'a şükredeceklerdir. Bu ayet, iradeleri dışında başlarına gelen birtakım musibetler gibi, müminlerin dünyada iken hüzne müptela olduklarına delalet eder.

"Kendilerini (binek sağlayıp) bindirmen için sana geldikleri zaman, sen, sizi bindirecek bir şey bulamıyorum, deyince harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin aleyhinde de (yol yoktur, onlar da kınanmazlar)" (Tevbe, 92) ayetine dayanarak hüznün Kur'an'da övüldüğünü söylemek doğru değildir. Çünkü bu ayette söz konusu edilen sahabiler, duydukları üzüntünün kendisinden dolayı değil, o hissin ifade ettiği iman kuvvetinden dolayı medhedilmişlerdir.

Ayrıca, bu ayette Rasulullah (s.a.v) ile birlikte savaşa çıkmadıklarından dolayı üzüntü duymayan, aksine bu fiilleriyle böbürlenen münafıklara karşı bir tariz vardır.

"Müminin başına gelen her tasa, bela ve üzüntüden dolayı, Allah onun günahlarını bağışlar" (Buhari, Merda, 1; Müsned,II, 303, 335, 111, 18, 48, 61) mealindeki sahih hadise gelince bu hadis üzüntünün Allah'ın kuluna vermiş olduğu bir musibet olup onunla kulun günahlarını bağışladığına delalet eder, ama hüznün istenmesi ve içinde bulunulması gereken bir makam olduğunu göstermez.

Hind b. Ebi Hale'nin Hz. Peygamber (s.a.v)'in şemaili ile ilgili olarak rivayet etmiş olduğu ve onun "daima hüzünlü olduğunu" (Heysemi,VH,273) ifade eden hadise gelince bu hadis sabit olmadığı gibi, ayrıca sened zincirinde bilinmeyen kimselerde vardır.

Rasulullah efendimiz (s.a.v) nasıl devamlı surette hüzün içinde olabilirdi ki?

Allah Teala onu dünyevi şeylerden dolayı üzülmekten korumuş, kafirlere üzülmekten nehyetmiş, geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştı. Bütün bunlardan sonra, onu ne üzebilirdi?

Aksine o daimi surette güler yüzlü ve mütebessim idi. Nitekim şemailinden bahseden hadisler onun "güler yüzlü ve cesur" olduğunu bildirmektedirler. Allah'ın salatı ve selamı onun üzerine olsun.

"Allah üzüntülü kalbi sever" mealindeki hadise gelince bu hadisin de isnadı, ravisi ve sıhhat derecesi bilinmemektedir.

Onun sahih olduğu kabul edilecek olsa bile, onu şöyle yorumlamak lazımdır:

Hüzün Allah'ın kulunu imtihan etmiş olduğu musibetlerden biridir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak, kulunu hüzne müptela eder kul buna sabrederse, Allah onun bu musibete karşı göstermiş olduğu sabrı sever, îşte hadisin ifade ettiği mana budur.

"Allah bir kulunu sevince kalbine bir mahzunluk çökertir, bir kuluna buğzedecek olursa onun da kalbine neşe ve sevinç koyar" tarzında rivayet edilen habere gelince bu, İsrailiyat kabilinden bir haberdir. Tevrat'ta olduğu söylenir. Aslında bu sözün manaca doğru bir yönü de yok değildir. Çünkü itaatkar kimse günahlarından dolayı üzüntü duyar, asi ve günahkar kimse ise gaflet içinde eğlenir, oynar, neşe içinde şarkı söyler de günahtan haberi bile olmaz.

Allah Teala'nın peygamberi İsrail (Yakub) (a.s)'dan bahsederken

"Ve hüzünden gözleri ağardı. Acısını kalbine gömüyor (açığa vurmamaya çalışıyor) du" (Yusuf, 84) buyurmasına gelince bu sadece sevgili çocuğunu yitirme musibeti halindeki durumunu ve Allah'ın onu ayrılıkla iptila ettiği gibi üzüntüyle de imtihan ettiğini haber vermekten ibarettir.

Ebu Osman el- Hiri dışındaki bütün salikler dünya ile ilgili hüznün kötü olduğu hususunda ittifak etmişlerdir, el - Hiri ise bu konuda şöyle demiştir:

"Her nevi hüzün fazilettir. Mümin için bir ziyadeliktir. Fakat hüznün bir günah sebebiyle olması şarttır. Çünkü hüzün insanın derecesinin yükselmesine sebep olmasa bile, onun günahlarının silinmesine vesile olabilir."

Buna verilecek cevap şudur:

Hüznün hastalık, tasa ve keder (gam) gibi Allah'ın bir imtiham ve musibeti olduğunda şüphe yoktur. Ancak o, sülük halinde iken uğranan makam ve duraklardan biri değildir. Allah daha iyi bilir.

Menazil müellifi bu konuda şöyle der:

"Hüzün, yapılmayan bir şeyin acısını yapılamayan bir şeyin de hasretini çekmektir." Yani, insanın yapmadığı şey bazen yapabileceği , bazen de yapamayacağı bir şey olur. Eğer o aslında yapabileceği bir şey ise onu yapmadığı için acı duyar, şayet o hakikatte yapamayacağı bir şey ise ve onu bu yüzden yapamamışsa, bu durumda onun imkansız oluşundan dolayı eseflenir, demektir.

Müellif şöyle devam eder:

"Hüzün üç mertebedir:

Birincisi avamın hüznüdür, ki bu da hizmette kusur etmek, uzaklık çukuruna düşmek ve vakti zayi etmekten dolayı üzülmektir."

Sülük ehlinin nazarında hizmette kusur etmek; amelde kusur etmek ve amel etmemekten daha fenadır. Hatta hizmetteki bir kusurdan dolay duyulan hüzün, ibadet ve amelle birlikte mütalaa edilir. Zira onlara göre hizmet fiil türünden değil, ahlak ve edep tütündendir, kulluğun hakkı, edebi ve gereğidir. Böyle bir hüznü duyan kimse amelsizlikten dolayı haydi haydi üzüntü duyar.

"Uzaklık çukuruna düşmeye gelince bu da yasaklanmış olan bir fiili işlemekten daha özeldir. Çünkü bu düşüş bazen daha önce kul ile Allah arasında bulunan bir ünsiyetin kaybedilmesinden dolayı meydana gelir. Zira Allah kulundan uzak kaldığı zaman kul uzaklık çukuruna yuvarlanır. Üstad hüznü, bablar bölümünde zikretmiştir. Ona göre hüzün ilk yapılacak şeyler bölümündedir.

"Vakti zayi etmek" ise iki türdür:

Birincisi zamanı taatsiz geçirmek suretiyle zayi etmek,

İkincisi de onu iman lezzetlerinden, onun tadına varmaktan, Allah ile ünsiyet kurmaktan, onunla güzel sohbet etmekten geri kalmak suretiyle zayi etmektir.

Yukarıda zikrettiğimiz üç türden her biri başlangıçta ve orta derecede bulunan ehl-i sülük için olmak üzere iki nevidir. Müellifin zikretmiş olduğu hüzün her nekadar orta dereceli saliklere mahsus ise de, başlangıçta olanlar için de geçerlidir.

Müellif şöyle devam eder:

"Hüznün ikinci derecesi irade sahibi olanların hüznüdür. Bu ise kalbin ayrılıkla uğraşması, nefsin müşahededen alıkonması ve üzüntüden kurtulduğundan dolayı mahzun olmasıdır."

"Kalbin ayrılık ile meşgul olması" bütün benliğiyle Allah'la birlikte olmamak ve zihni murat edilen şeylerin vadilerinde dağıtmaktır.

"Nefsin müşahededen alıkonması" iki türlü olur:

Birincisi müşahedeyi doğrudan zikirden gaflet etmesi, ikincisi ise zikrin zayıflığından veya kalbin müşahededen aciz kalması yahut da başka bir mani sebebiyle müşahede ile meşgul olmamasıdır. Ancak müşahede nefse ağır geldiği zaman, kul ancak nefsin müşahedesine mani olan bir hal ile ondan uzak kalabilir."

"Üzüntüden kurtulduğundan dolayı üzüntü duyma" ya gelince, bunun manası şudur:

Kalpte hüzün bulunması, irade ve talebin bir alametidir. Onun mevcut olmaması ve ondan dolayı üzülmemek ise bir noksanlıktır. Sufi ağlamadığından dolayı ağladığı, korku duymadığından dolayı korktuğu gibi üzülmediğinden dolayı da üzüntü duyar. Ancak bu kusur söz götürür mahiyettedir. Fakat üzüntü duymadığına üzülmek övülen bir hüzündür. Ne var ki kişi Allah'ın lütuf ve merhameti ile sevinmek gibi övülen bir sevinçle hüzünden uzaklaşırsa bu durumda hüzünden çıkıldığı için üzülmenin de hiçbir manası yoktur.

Müellif Menazil'de şöyle der:

"Havasdan olan salikler hüzün makamında bulunmazlar. Çünkü hüzün yokluktur. Havas ise varlık ehlidirler."

Ancak eğer üstad bu sözüyle onların isteyerek üzüntü duymalarının uygun olmadığını söylemek istiyorsa bu doğrudur. Fakat onlar üzülmezler, manasında söylüyorsa yanlış olur. Zira üzülme tabiatın gereklerindendir. Şu var ki o bir mertebe ve makam değildir.

Müellif şöyle devam eder:

"Hüzün üçüncü dereceyi, hatıra gelen şeyler dışındaki çelişkilere, hedeflerin çelişkilerine ve hükümlere itiraz edilmesine hüzünlenmektir."

Müşahede ve irade bakımından söz konusu olan bu üç hüzünden birincisi çelişkilerden dolayı üzülmektir. Çünkü kalbe arız olsa, akabinde korku arız olur. Veyahut da bunun aksi olur. Genişlik -darlık, ünsiyet- heybet gibi şeylerde birbiri peşi sıra gelip giderler. Şüphesiz bu çelişik şeylerin arız olması saliki hüzne sevk eder.

Aslında bu birbirinin zıddı olan haller, hatıra gelen şeyler (havatır) değil, ilahi varidat türünden şeylerdir. Nitekim müellif de buna işaret ederek "hatıra gelen şeyler dışındaki" tabirini kullanmıştır. Çünkü bu türden olan zıd haller bundan daha farklı bir şeydir.

Sufilerin nezdinde ilahi varidat (feyizler) türden olan bu birbirine zıt haller, Allah'ın isim ve sıfatlarının neticeleri ve onların nurlarının kalbe yansımasıdır. Sufiler buna "tecelli" adını verirler.

"Hedeflerin çelişkileri" ne gelince bu mürid için en zor olan şeylerdendir. Sufilerin bu noktada ilme olan ihtiyaçları son derece fazladır. Çünkü sadık olan bir sufi bütün süluku sırasında Allah'a en sevimli olan yollan araştırır. Zira o O'nunla ve O'na sülük etmektedir. Karşısına iki yol çıkar. Onların hangisini Allah'ın daha çok sevdiğini ve hangisi yapıldığında daha çok razı olacağını bilemez. Bu durumda bazı salikler kendi gayretiyle istidlalde bulunarak ilmi hakem yapar. Şayet istidlalde bulunmazsa, kalbe, taklide başvurmak suretiyle ilmi hakim kılar. Şayet bunların ikisini de yapamazsa kaderin kendisi için vereceği hükmü bekler ve gönlünü her türlü maksattan arındırır.

Bazı salikler ise eğer şeyhi varsa, her şeyi şeyhine havale eder.

Bazıları da önce istihare ve duaya başvurduktan sonra, kaderin kendisi için getireceği fermanı beklemeye koyulurlar.

Azim ve irade sahibi salikler ilim ve marifet yoluyla Allah'ın en çok razı olduğu yolu bulmak için bütün gayretlerini sarfederler. Şayet bir konuda kesin ilim ve marifet elde edemezlerse, galip zan ile yetinirler. Eğer galip zan da elde edemezler ve iki şıktan her ikisinin de aynı olduğunu görürlerse, yaran en fazla olanı tercih ederler.

Yararların tercihi hususunda çeşitli bakış açılan vardır. Bir şey bazen yararının genel olması sebebiyle tercih edilir. Bazı şeyler imanı arttırması sebebiyle, bazıları nefse muhalefet ile, bazıları başkaları ile elde edilemeyen bir başka yaran celbetmesi sebebiyle, bazıları da başkasında bulunmayan, herhangi bir zarar endişesinden emin olma hali taşıması sebebiyle tercih edilir.

Herhangi bir şeyde bu beş tercih açısından biri genellikle bulunur. Şayet salik bunların hiçbirini bulamazsa, bütünüyle hatıra gelenlerden sıyrılarak, yüzünü kadere çevirir, razı olduğu ve sevdiği hükmü indirmesini Allah' tan isteyen bir kimse olarak rabbine müracaat eder. Kaderden bir ipucu geldiği zaman, tekrar istihare eder ve ikinci defa Allah' a başvurur. Çünkü o ipucunun nefsani veya şeytani olma ihtimali de vardır. Zira kul bu imtihan dünyasında bulunduğu müddetçe nefis ve şeytan konusunda masum olamaz, onlarla imtihanı devam eder. Salik ikinci kez yapmış olduğu bir istihareden sonra, o fiili işlemeye geçer. İşte sadıkların yapabilecekleri en nihai şey budur.

Hidayet ve keşf konusunda, cihat ehli mücahede ehlinden daha ileridirler.

Onun için Evzai ve İbn Mübarek şöyle demişlerdir:

"Ulema bir konuda ihtilaf ettikleri zaman cihat ehlinin görüşüne itibar ediniz."

Nitekim Cenab-ı Hak da Kur'an-ı Kerim'inde:

"Ama uğrumuzda cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir" (Ankebut, 69) buyurmuştur.

"Hükümlere itiraz etmeye" gelince, üstad bununla kevni hükümleri murad etmiş olabilir, ki bu, daha kuvvetli bir ihtimal olarak görünmektedir. Ayrıca dini hükümleri de kasdetmiş olabilir.

Çünkü hal sahibi saliklerden gayr-i ihtiyari olarak kendileriyle ilgili hükümlere aykırı söz ve davranışlar sadır olabilir. Ancak o edep dışı olarak sadır olan itirazlarını idrak ettikleri zaman da üzülürler.

O itirazlar aslında kaderin kendileri için çizmiş olduğu şeyin aksini istemeleridir, îşte salikler hem o hükümle iradeleri arasındaki uyuşmazlıktan, hem de kendileri için murat edilenin aksini irade etmelerinden dolayı üzüntü duyarlar.

Şayet üstad "hükümlere itiraz etmek" derken dini hükümleri kasdetmiş ise, bunun izahı şudur:

Çünkü daha önce de zikrettiğimiz gibi, salike öyle haller arız olur ki, onlarla o dini hükümleri telif etmesi mümkün değildir. Bir taraftan o hükümleri yerine getirmek zorunda olur. Öte yandan içinde bulunduğu hale göre gizli veya açık bir itirazda bulunmaktan da kurtulamaz. Bu noktada başına gelen bu itirazdan dolayı üzülür.

O hükümleri yerine getirip de onun kendisi için hayırlı olduğunu görünce ve o halinden memnun olunca, daha önce aceleyle itiraz ettiğinden dolayı üzüntü duyar. Çünkü ilmin gereğine uymak vaciptir.

Hale itirazda bulunmak ise irade ve illetler kabilindendir. İşte salik bu iki şüphe kendisinde bulunduğu için mahzun olur.

En iyisini Allah bilir.

 

İÇİNDEKİLER