Hırsızın ceza olarak eli kesildikten sonra
tevbesinin sahih olması için çaldığı şeyi sahibine geri ödemesi şart olup
olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir.
İslam uleması çalınan malın aynıyla mevcut olması
halinde çalan kimsenin tevbesinin sahih olması için o malı sahibine iade
etmesinin şart olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. O malın aynının telef olmuş
olması halinde ise ihtilaf vardır. Şafii ve Ahmed b. Hanbel bu durumda tevbenin
sahih olması için çalan kimsenin zengin olsun fakir olsun, o malı tazmin ederek
ödemesinin gerektiği görüşündedirler.
Ebu Hanife ise bu konuda şöyle demektedir:
Eğer eli kesilirse ve çaldığı malın aynı da artık mevcut değil ise hırsız o malı
tazmin ile ödemez; tevbesinin sahih olması o malı ödemeye bağlı olmaz. Çünkü
elin kesilmesi hırsızlığın cezasının tam karşılığıdır. Çalınan malı tazmin ise
fazladan bir cezadır. Dolayısıyla hukuki değildir. Çalınan malın aynının mevcut
olması halinde durum değişir. Çünkü mal sahibi onu aynıyla bulmaktadır,
dolayısıyla bu halde O’nu alması hırsız için fazladan bir ceza sayılmaz. O malın
aynının bulunmaması halindeki tazminde ise durum farklıdır. O bir borçlanmadır.
Ayrıca eli de kesilmiştir. Hal böyle olunca hırsıza hem beden, hem de mal
cezasını birlikte veremeyiz.
Ebu Hanife’nin takipçileri onun bu görüşünü daha
sonra şöyle izah etmeye çalışmışlardır:
Nitekim Cenab-ı Allah Kur’an’da hırsız
ve müslümanlarla savaşanlar için had cezasından başka bir ceza zikretmemiştir.
Şayet hırsıza tazminen ödeme de farz olsaydı Allah had cezası ile birlikte O’nu
da zikrederdi; mü’minlerle savaşanlar için hasr manasına geldiği herkesçe kabul
edilen “innema” edatıyla zikredilmiş olan cezanın zikriyle iktifa edilmezdi;
“Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk peşinde koşanların
cezası ya öldürülmeleri ya asılmaları ya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama
kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyada
çekecekleri zillettir. Ahirette ise onlara büyük bir azap vardır”
(Maide,33) denmezdi.
Bu ayette zikredilen
“innema” edatını hasr manasına anlayan herkese göre bu ayet bu kimseler için
sayılanlardan başka bir ceza olmadığını ifade eder.
Ayrıca Nesai’nin Sünen’inde Abdurrahman b. Avf tan (r.a)
rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Had
cezası verilen hırsıza borçlanma cezası yoktur.”
(Nesai, Kat’u’s-Sarik,18)
İfade ettiklerine göre keza insan aklı ve O’na bağlı
olarak yapageldiği tatbikat da şöyledir:
Hırsızın eli kesilir, itlaf ettiği
çalıntı mal tazmin edilmez. Mü’minlerin güzel ve doğru bulduğu şey Allah katında
da öyledir.
Yine onlara göre öte yandan eli kesildikten sonra o
mal hırsızın zimmetine geçmiş olsa bu durumda ona malik olmuş olur. Çünkü bir
insanın zimmetinde bir malın hem kendisi hem de bedeli bir arada bulunmaz.
Hırsızın zimmetinde, çaldığı malın bedelinin tazmin suretinde sabit olması da
onun o mala malik olduğunun kabul edilmesini gerektirir. Bu hali ise el kesmenin
düşmesini gerektiren bir şüphedir. Hırsızın eli kesildiğine göre böyle bir şüphe
yok demektir. O halde hırsız o mala ve dolayısıyla onun bedeline zimmetinde
malik değildir. Binaenaleyh, onun bedelini ödemesi gerekmez.
Şafii ve Hanbeliler ise şöyle demektedirler: O malın
aynına Allah’ın ve sahibinin olmak üzere iki hak taalluk etmektedir. Bunlar
sahipleri birbirinden ayrı ve farklı olan iki ayrı haktır. Biri diğerini iptal
etmez, aksine birlikte alınırlar. Çünkü hırsızlık olayında el kesme Allah’ın
hakkı, tazminle ödeme ise kulun hakkıdır. Hal böyle olduğu içindir ki malı
çalınan kimse olay mahkemeye intikal ettikten sonra malının geri ödenmesi
isteğinden vazgeçecek olsa ödeme düştüğü halde, hırsızın elinin kesilmesini
istese bu hüküm düşmez.
Nitekim başkasına ait olan bir cariye ile zor
kullanarak zina eden kimse Allah hakkı olarak had cezasına çarptırılırken,
cariyenin sahibinin hakkı olarak da ona mehir ödemeye mahkum edilir.
Hür bir kadınla zor kullanarak zina eden kimsenin
durumu da böyledir. Bir kimse başkasının cariyesiyle zina ettikten sonra onu
öldürse hem had cezası ile hem de sahibine o cariyenin parasını ödeme cezası ile
mahkum edilir. Aynı cariyeyi çaldıktan sonra öldüren kimse de hem el kesme, hem
de kıymetini sahibine ödeme cezasına çarptırılır.
Keza ihramlı iken başkasına ait bir hayvanı
avlayarak öldüren kimsede Allah hakkı olarak cezasını, sahibinin hakkı olarak da
onun kıymetini ödemekle yükümlü olur. Zımmi bir kimseye ait şarabı gasbettikten
sonra onu içen de hem Allah hakkı olarak had cezasına çarptırılır, hem de
Hanefi’lere göre onun bedelini, o zimmiye ödemekle yükümlü kılınır. İslam
ulemesının cumhuruna göre ise onun bedelini ödemesi gerekmez. Çünkü şarap mal
değildir. Binaenaleyh, ölmüş bir hayvanda olduğu gibi tüketilme ile bedelinin
ödenmesi gerekmez.
Hanefilerin hırsızlığın cezasının elin kesilmesinden
ibaret olduğu tarzındaki görüşlerine gelince; eğer bundan kasıtları cezanın
tamamı demek ise bu doğrudur. Çünkü elin kesilmesinden sonra artık başka bir
ceza kalmamıştır. Ancak çalınan malın bedelini ödeme hırsızlığın cezası
olduğundan değildir. Nitekim tazminen ödeme kasıt hali dışında da söz konusu
olmaktadır. Mesela başkasına ait bir malı yanlışlıkla veya ikrah (cebir) altında
yahut da uyku sırasında tüketen kimse; yemeye mecbur kalan veya gemiyi kurtarmak
için vb. denize atlamak zorunda kalan insan gibi ruhsat ve izin ile tüketen
kimse o malın bedelini ödemekle yükümlü olur. O halde bedel ödeme bir ceza
değildir.
Hanefilerin “Allah Kur’an’da hırsız ve mü’minlerle
savaşanlar için tazminat cezası zikretmemiştir” tarzındaki görüşlerine gelince,
Allah öyle bir ceza zikretmemiştir, ama tazminat verilmez de dememiştir. Sadece
sükut etmiştir. Bedelin tazmin edilmesinin hükmü:
“Kim size saldırırsa, onun
size saldırdığı kadar sizde ona saldırın”
(Bakara,194) ayeti gibi dini kural ve naslardan çıkarılmaktadır.
Bir malı
çaldıktan sonra onu itlaf eden kimse de bu suretle tecavüz etmemiştir. Onun için
kendisine tazmin ile tecavüz edilecektir. Nitekim Kur’an’da zikredilmemiş
olmasına rağmen eğer mevcut ise çalınan malın aynının iade edilmesini gerekli
görürüz. Bu, nassa hüküm ilave etmek demek değildir. Aksine nasların bütününü
geçerli kılmaktır; bazısını işletip bazısını işletmemek değildir.
“Allah ve
elçisiyle savaşanların cezası” hakkındaki ayetle ilgili yoruma da bu tarzda
cevap veriyoruz.
Abdurrahman b. Avf tan rivayet edilen hadise
gelince, bu sabit olmayan munkati bir hadistir. Sa’d b. İbrahim, Mansur’dan
rivayet etmiştir.
Hadisi eleştiren İbn Münzir, ravi Sa’d b. İbrahim’in “meçhul”
(iyi tanınmayan) biri olduğunu söyler.
İbn Abdil Berr’de “hadis kavi (sağlam)
değildir” demiştir.
İnsan akıl ve vicdanının öyle benimseyegeldiği
meselesine gelince bu halde şu soruya cevap verilmesi gerekiyor:
Acaba ihtiyaç içindeki bir fakirin veya yetimin
malını çalıp tüketen kimsenin eli kesildikten sonra ödeme gücü olduğu ve karşı
tarafın da şiddetli ihtiyaç içinde bulunduğu halde davacıya o malın bedelinin
ödenmemesi akıl ve vicdana uygun mudur? İnsan akıl ve vicdanı tamamıyla bunun
aksini gerektirmez mi?
“Şayet o malın bedeli hırsızın eli kesildikten sonra
zimmetine sabit olsaydı, bu durumda ona malik olmuş olması gerekirdi”,
tarzındaki görüşlerine gelince bu son derece zayıf bir görüştür. Çünkü o mal
tüketilmek suretiyle, hırsızın zimmetinde başkasına ait ödenmesi zorunlu olan
bir hakka dönüşmüştür. Bu sebepledir ki, onu ödemesinin gerektiği ittifakla
kabul edilmiştir.Öte yandan zimmetinde bu hakkın sabit olması onun elinin
kesilmesine mani değildir. Çünkü hırsızın eli o malı itlaf edip bedeli
zimmetinde sabit olmasından sonra kesilir. Binaenaleyh elin kesilmesi zimmette
sabit olan hakkı ortadan kaldırmaz ve kişiyi o hakkı ödemekten kurtarmaz.
İmam Malik ve diğer Medineli fukaha bu konuda geçen
iki görüşü te’lif ederek şöyle demişlerdir:
Bir malı çalıp onu itlaf eden kimse
eli kesildikten sonra eğer o malın bedelini ödeyecek gücü varsa tazmin edilir
aksi halde herhangi bir ödeme yapması gerekmez. Medine alimlerinin bu görüşü
gayet güzel bir istihsan örneğidir. Dinimiz bu nevi güzellikleri benimsemiş ve
olumlu karşılamıştır.
Allah (c.c) daha iyi bilir.
|