Müellif şöyle der:
" Hassu'l-
havassın riyazeti müşahadeden soyutlanıp cem (Allah'la olma) makamına yükselmek,
zıtlıkları aradan kaldırmak, karşılıklarla alakayı kesmektir."
"Müşahadeden soyutlanmak" iki
nevidir:
Birincisi Allah'tan başkasına (masivaya) iltifattan soyutlanmak,
İkincisi
masivayı görmek ve müşahede etmekten soyutlanmaktır.
"Cem makamına yükselmek" ise
ayrılık manalarından, zatî cem'e yükselmektir. Bu da iki hususu ihtiva eder:
Birincisi fiillerin ayrılığından, onların
kaynaklarının birliğine yükselmektir.
İkincisi ise, isim ve sıfatların
münasebetlerinden, zata yükselmektir. Çünkü mutasavvıflara göre isim ve
sıfatların münasebetlerinden soyutlanıp, sadece zatı müşahede etmek, asıl cem
makamında bulunmaktır. Ne var ki, bu nokta da pek çok ayağın kaydığı ve
inançların saptığı bir noktadır. Onun için iyice anlatılması gereklidir. Biz
diyoruz ki:
Ayrılık varlıkta ayrılık, isim
ve sıfatların manalarında ayrılık olmak üzere iki türlüdür. Cem (bütünlük) de
kevni ve zati olmak üzere iki türlüdür.
Kevni hükümde cem', varlıkların
tümünün kaza- kader ve hükümde bütünleşmeleridir. Zati bütünlük ise isim ve
sıfatların zatta toplanmasıdır.
Zat: İsim ve sıfatları toplayan
bir tek varlıktır.
Kader, hükme bağlanan (kader)
ve işlenen (kaza) her şeyi içine almaktadır. Müşahede ise bu ikisi üzerinde
dolaşır.
Kainatın Allah'ın kaza ve
kaderinde toplanmış olduğunu müşahede etmek, her ne kadar hak ise de, makam ve
ihsanların en yüksek derecesi olmak şöyle dursun, kişiye ziyade bir iman bile
bahşetmez. Böyle bir müşahedede fena bulmanın en son sınırı, rububiyet tevhidinde
fena bulmaktır. Ne var ki, mutlaka bulunması gereken bu nokta, tek başına hiçbir
şeye yaramamaktadır.
İsim ve sıfatların zatın
birliğinde toplanmış olduklarını müşahede etmeye gelince, bu, doğru, haddi
zatında vakıaya mutabık olan bir müşahededir.
İsim ve sıfatların ayrılığından
ve onların münasebetlerinden ayrı olarak zatın birliğine yükselmeye gelince bu da
en son sının sayılıp sahibinin kalbinin yetersiz kalmasından dolayı, mazur
görülebilir. Fakat o bütün isim ve sıfatlardan ve onların münasebetlerinden
soyutlanmış olarak o zatı müşahade etmesinden dolayı asla övülmez.(Bu mutasavvıfların vahdet-i vücud yolunda atmış oldukları ilk adımdır. Çünkü onlara göre ilahi hakikat ilk
mertebesinde ne bir isimle isimlendirilir, ne de mutlak olarak herhangi bir
sıfatla vasıflandırılabilir. işte bu anlayış onlara göre tecriddir. Onların bu
görüşlerini Menazil müellifinin sözleri ile birlikte değerlendirmek gerekir)
Aslında böyle bir yükseliş
kişiye hangi imanı verir, hangi marifeti kazandırır ki? O olsa olsa tıpkı ilim
ve itikadı nefyetme gibi, bir müşahede nefyi olabilir. Müşahede açısından bu
yükseliş, Cehmiyye'nin haberleri nefyetmesi ile aynı kapıya çıkmaktadır.
Aralarında şu kadar bir fark vardır:
İlm ve itikadın iptali haddi zatında vakıaya
aykırıdır, Allah'a iftira, O'nun müstehak olduğu kemal ve celal sıfatlanın, güzel
isimlerinin manalarını inkar etmektir. Müşahededen yükselişteki iptal ise, burada
zat-ı ilahiyede toplanma (cem), O'na iman ve varlığını itiraf çizgisini korumakla
birlikte bir yükselmedir. Dolayısıyla, bu tür yükselme ayrı, Cehmiyyenin ilim ve
itikadı nefyetmeleri ayrı şeydir.
Kemal mertebesi, hadiseyi
olduğu gibi ve zat-ı ilahiyyenin celal ve kemal sıfatlarıyla mevsuf olduğunu
müşahede etmektir. Kul, ilahi isim ve sıfatların manalarını ne kadar çok müşahede
ederse kendisi de o kadar kamil olur.
Ancak bazen mücerret kılınmış
olan ilahi zatta fena bulan salik için içe doğan şeylerin kuvveti ve kendisinin
de zayıflığı sebebiyle isim ve sıfatların manalarını müşahede etmek imkansız
hale gelebilir.
(Çünkü bu durumda kişi ya aklını
yitirdiği veya kör, sağır ve dilsiz olduğu için dini yükümlülükten çıkmış
demektir)
İşte ey salik, bu hususu iyi
düşün ve ona hakkını tam olarak ver. Fena ehli kimselerin keşf ve zevk tarzında
içine düştükleri çelişki, seni zatta fena bulmaktan alıkoymasın. Biz böyle bir
fenayı inkar değil, ikrar ediyoruz. Ancak, her şeyin bir makamı ve yeri vardır.
Tevfik Allah'tandır.
"Zıtlıkları aradan kaldırmak"
ise iki manaya gelebilir:
Birincisi cem'i müşahede etmesine zıt olan ayrılıkları
kaldırmaktır ki bu kendi muradıdır.
İkincisi ise kendi iradesine zıt olan
iradeler ve Allah'ın muradına zıt olan muratlardır. Bu, birinciden daha olgun ve
daha yüksek bir manadır.
"Karşılıklarla alakayı kesme"
ye gelince bu, ibadetleri bir karşılık ve bir istek için yapmaktan soyutlanıp,
onları sırf Allah için yapmaktır. Kuluna hiçbir karşılık vermese bile, O'nun
ibadete layık olduğunu kabul etmektir. Çünkü O, bir sebep, bir karşılık ve bir
istek için değil, kendi zatı itibariyle ibadet olunmaya layıktır.
Bu da soyutlanılması gereken bir mevkidir. Aslında
ibadet eden müminin karşılık düşünmesi zorunlu ve tabii bir şeydir. Burada
bilinmesi gereken, ne tür bir karşılık beklendiğidir. Mesela
sadakatle Allah'ı seven, herhangi bir karşılık düşüncesinden kurtulan bir kul,
aslında karşılıkların en büyüğünü istemekte ve onun için çalışmaktadır. Bu
karşılık, Allah'a yakın olmak, O'na vasıl olmak, O'nunla meşgul olarak masivadan
alakayı kesmek, O'nun sevgisini kazanmanın ve O'na kavuşmayı arzu etmenin
lezzetiyle zevk almaktır. Bunlar havassın gözardı edemeyeceği, maksat ve
amaçlarının en büyüğü olan karşılıklardır. Bu karşılıklar onların ne makamlarına,
ne de kulluklarının samimiyetine bir zarar vermez. Hatta en kamil manada ibadet
edenler, bu karşılıklara en çok iltifat ve riayet edenlerdir.
Evet, itibar, mal-mülk, dünyevi
bir mevki gibi geçici karşılıkları istemek veya cennette huri, köşkler ve çocuklar
vb. arzu etmek havassın talep etmiş olduğu karşılıklara nispetle daha değersiz ve
kusurlu karşılıklardır ve şayet tek başına istenen karşılıklar olurlarsa,
bunların ibadete gölge düşüreceğine şüphe yoktur.
Ancak, kulun en büyük gayesi Allah'a yakın olmak,
O'na ulaşmak, O'nun sevgisiyle dolmak ve O'na kavuşmayı
arzulamak olur ve diğer mükafatlan istemeyi buna ilave ederse, bu hal onun
ibadetini hiçbir suretle eksiltmez ve bir kusur getirmez.
Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.v) bir hadisinde:
" O'nun (yani cennetin)
etrafında döneriz." (Ebu Davud,
Salat, 127; İbn Mace, Dua, 4; Müsned, III, 474, V, 74) buyurmuş , diğer bir
hadisinde ise şöyle demiştir:
"Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs
(cennetini)
isteyin. Çünkü o, cennetin ortası ve en yükseğidir. O'nun üstünde Rahman'ın
arşı vardır. Cennetin ırmakları da oradan çıkar."
(Heysemi, X,39,8)
Şurası kesinlikle bilinmelidir
ki, Firdevs cenneti hassu'l- havassın ve ariflerin meskenidir. Dolayısıyla
onların onu istemeleri kullukları için bir kusur, bir eksiklik değildir. Ne var
ki, biz "Seferu'l- hicreteyn" adlı eserimizde saliklerin makamlarına dair
kusurlardan söz ederken, bu konuyu yeterince izah etmiş bulunuyoruz.
Ayrıca müellif "karşılıklarla
alakayı kesmek" tabiriyle şu manayı da kasdetmiş olabilir:
Allah'ın sana vermiş
olduğu nimetleri, bir insanın başka bir insana yapmış olduğu iyilikler gibi,
senden beklediği bir karşılık için değil, ancak ve ancak bir lütuf ve ihsan
olarak verdiğini müşahede etmenidir. Ancak bizim konumuz kulun davranışları ile
ilgilidir. Onun karşılık ve bedelden soyutlanması gibi kendisiyle emrolunduğu
soyutlanmakla ilgilidir. Dolayısıyla, müellifin o sözüyle kulun karşılıktan
soyutlanmasını murad etmiş olma ihtimali daha kuvvetlidir.
|