Müellif daha sonra şöyle demektedir:
"Kişi ancak üç hususun bulunmasıyla nasihatten
istifade edebilir. Bunlar:
1 - Nasihata şiddetle ihtiyaç duymak,
2 - Nasihat eden kimsenin kusurunu
görmemek,
3 - Va'd vaidi tezekkür etmek."
İnsanın nasihate,
yani tergip ve terhibe ihtiyacı, onun Allah'a olan yönelişi ve tezekkürünün zayıf
olduğu zamanlar artar. Kulu bu iki hali kuvvetli olduğu zaman ise, nasihate
tergib ve terhibe olan ihtiyacı şiddetli olmaz; aksine bu durumda onun emir ve
nehyi bilmeye olan ihtiyacı daha fazladır.
1 - Nasihat (va'z ve öğüt) denince,
hem korku ve ümit ile birlikte olan emir ve nehy, hem de korku ve ümidin
kendileri murad olunur. Allah'a yönelip tezekkür halinde olan insan, emir ve
nehye şiddetle muhtaçtır.
Gaflet edip Allah'tan yüz çeviren kimse ile, tergip ve
terhibe (ümitlendirme, teşvik ve korkutma) daha muhtaçtır.
Öte yandan inatçı ve muarız kimsenin şiddetli
mücadeleye ihtiyacı vardır.
Kur'an-ı Kerim'de şu ayet bu üç
hususu ifade eder:
"(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle
rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et"
(Nahl,125).
Burada hikmet mutlak
olarak zikredilmiş ve güzel diye ayrıca sınırlandırılmamıştır. Çünkü hikmet
tamamiyle güzeldir, bu onun ayrılmayan bir vasfıdır.
Bu ayette öğüt güzel sıfatıyla
kayıtlanmıştır. Çünkü her öğüt güzel değildir. Nitekim mücadele de böyledir. O
da bazen güzel olur, bazen olmaz. Bu, mücadele eden kimsenin durumuna, katılık
ve yumuşaklığına, hiddet ve inceliğine göre belirlenir. Bunun içindir ki, mümin
diğer insanlarla, en güzel biçimde mücadele etmekle emrolunmuştur.
Ayrıca buradaki güzellik vasfı
mücadelede kullanılan delil ve ifadelerin sıfatı da olabilir. Bu durumda
mücadelede kullanılacak olan delil ve ifadenin en güzel, en açık, maksada en
uygun olmaları istenmiş olmaktadır. Gerçek şu ki, ayet bu manaların her ikisini
de içine almaktadır.
Öte yandan sonraki bazı alimler
bu ayeti tefsir ederken şöyle bir görüş beyan etmişlerdir:
"Bu ayette istidlal
türlerine işaret edilmektedir.
Mesela:
- "hikmet" burhan,
- "güzel
öğüt" hatabe,
- "güzel bir şekilde mücadele" de cedel metoduna tekabül eder.
Bunlardan burhan
kesin önermelerle yapılır ve ancak burhan metoduyla ikna olan havas için söz
konusu olur.
Hatabe korku ve ümit tarzındaki etki yapan iknai özellikteki
önermelerle teşkil edilir. Bu istidlal metodu hatabe ile ikna olan avam ve halk
için elverişlidir.
Cedel ise ancak cedel metoduyla ilzam edilebilen muarrızlara
karşı başvurulan bir metottur.
Ancak bu tarz bir tefsir, Kur'an'ı Yunan
mantıkçılarının kaide ve terminolojileriyle izaha çalışmaktır ki, bu bir çok
bakımdan kesinlikle batıldır. Fakat bunları anlatmanın yeri burası değildir.
Burada sadece öğütten bahsedildiği için değilinilerek zikredilmiştir.
Ayrıca, Allah'a yönelen ve tezekkür eden kimsenin
öğüde olan ihtiyacı gafil ve yüz çeviren kimseninki gibi değildir, öylelerinin
unuttuklarını hatırlaması ve ondan yararlanması için, öğüde gayet büyük bir
ihtiyaçları vardır.
2 - Öğüt (nasihat) verenin
kusurunu görmeye gelince:
Bunun izahı şöyledir, insan nasihatçının eksik ve
kusuruyla meşgul olursa onun öğütlerinden istifade edemez. Çünkü yaratılışının
gereği olarak, insan, ilmiyle amel edip ondan yararlanmayan bir kimsenin
sözlerinden istifade edemez. Böyle insanlar şu kimselere benzerler:
Hastalarına
ilaç yazan doktor onlarınkiyle aynı hastalığa müpteladır ve o ilacı
kullanmamaktadır. Aslında bu doktorun durumu yaptığı nasihate aykırı bir hayat
yaşayan o nasihatçınınkinden daha iyidir. Çünkü o doktor, onların reçetesine
yazdığı ilaçların dengi olan başka ilaçlar kullanıyor olabilir. Kendisinin,
ilaçla tedavi olmadan iyileşebileceğini düşünebilir. Oysa bu nasihatçı adam,
böyle değildir. Çünkü, onun öğütlediği şey, kurtuluşunun yegane reçetesidir.
Başka hiçbir şey onun yerini tutamaz, onsuz asla olunmaz.
Nitekim bu hususu
bildiği için Hz. Şuayb (a.s), kavmine şöyle demiştir:
"Ben size menetiğim şeyleri (kendim
yaparak) size aykırı davranmak istemiyorum" (Hud, 88).
Bazı selef
uleması da şöyle demişlerdir:
"Eğer emir ve yasaklarının tutulmasını istiyorsa,
birine bir şey emrettiğin zaman, önce onu kendin yap; herhangi bir fiili nehyettiğin zaman da ondan ilk kaçınan yine sen ol."
Şairin biri de şöyle
demiştir:
Ey başkalarına öğüt veren kişi,
sen o öğüdü önce kendine vermelisin.
Hastalara ilaç veriyorsun.
Oysa kendin aynı dertten
muzdaripsin.
Kendi yaptığın bir işten
başkalarını men etme.
Bu hal, senin için utanılacak
bir şeydir.
Önce kendi nefsinden başla,
önce onu kusurundan menet.
Nefsin kusurdan kurtulursa, sen
işte o zaman, hakim olursun.
İşte o zaman sözün kabul
edilir, sözüne uyulur ve öğüdün tesir eder.
Hülasa öğüt veren kimsenin
kusurunu görmeme, onun nasihatdan istifade etmenin önemli bir şartıdır.
3 - " Va'd ve vaidi tezekkür
etme"ye gelince, bu, kişinin korkup yasaktan kaçınmasına sebep olur. Aslında,
öğüt ancak va'da ve vaide inanan, cehennemden korkup cenneti ümit eden kimselere
bir fayda verebilir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ahiret
azabından korkanlar için bunda elbette ibret vardır"
(Hud, 103)
"(Allah'tan) korkacak olan hatırlar
(öğüt alır)" (A'la.10)
"Sen ancak, ondan korkacak olardan
uyarıcısın" (Naziat,45)
"Sadece tehdidinden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
(Kaf,
45) mealindeki son ayet ise bu konuda yukarıdakilerden daha açıktır. O halde, va'd ve vaide inanmak ve
onları hatırlamak, öğüt, ayet ve ibretli durumlardan
istifade etmek için şarttır. Bunlar olmadığı takdirde öğüt ve ibret levhalarından
istifade etmek imkansızdır.
Müellif şöyle devam
etmektedir:
" İbret gözüyle bakmak da ancak üç şeyle
gerçekleşir:
1 - Aklının canlılığı,
2 - Günleri bilmek ve
3 - Süfli arzulardan kurtulmak."
1 - İbret almak ancak akılla mümkün
olur ve gerçekleşir.
Aslında ibret kelimesi; bir şeyin hükmünden, onun benzeri
olan bir başka şeyin hükmüne geçmek, bir şeyin hükmünü, onun aynısı olan başka
bir şeye uygulamak esasına dayanır. Kişi herhangi bir kimsenin işlediği bir fiil
sebebiyle başına bir bela ve musibet geldiğini gördüğü zaman, onun, aynı fiili
işleyen herkes için söz konusu olduğunu anlar. İşte ibret de böyledir.
Aklın canlılığı sıhhatli bir
şekilde kavrama ve anlama gücü ve kalitesi, eşyanın yarar ve zararını ayırma
melekesi demektir. Bu canlılık Allah'ın dilediği kuluna lütfettiği bir nurdur.
Bu nurun güçlük ve zayıflığındaki farklılıkları ya da , onun varlığı ve yokluğu
durumlarındaki derecelerine göre insanlar anlama ve idrak konularında
birbirlerinden farklılık arz ederler. Aklın kalple olan ilişkisi, gören nurun
gözle olan ilişkisi gibidir.
Maneviyat yolcularının, yararını
gördükleri tecrübelerine göre, devamlı surette:
"Ya Hayy, Ya Kayyum, La ilahe
illa ente" diyen, akıl ve kalp sağlığına nail olur.
Şeyhülislam İbn Teymiyye (r.a)
bu mübarek sözü söylemeye ısrarla devam ederdi. Hatta bir gün bana şöyle dedi:
"
Bu iki ismin (el- Hayy, el- Kayyum) kalbin hayatı için büyük tesiri vardır."
Kendisi bu iki kelimenin "ism-i azam" olduğunu ima ederdi. Onun şöyle dediğini
de işittim:
"Kim hergün sabah namazının sünneti ile, farzı arasında kırk defa,:
"Ya Hayyu, Ya Kayyum, la ilahe illa ente; birahmetike esteğisu" (Ey Hayy ve
Kayyum olan Allah'ım senden başka ibadete layık ilah yoktur. Senden rahmetinle yardımı
isterim) cümlesini okumaya devam ederse, kalbi hayat bulur ve artık ölmez.
Eğer kul "esma-i hüsna" nın
ibadet ve duadaki önemini, onun kainatın işleyişi, kulun istek ve ihtiyaçları
ile ilgisindeki sırrı bilecek olsaydı, onu bulup mutlaka elde etmeye çalışırdı.
Çünkü istenen her şeyin Allah katında "güzel bir isim" le karşılığı vardır. Kur'an
ve sünnetteki duaları düşünecek olursan, onların da bu özellikte olduğunu
görürsün.
2 - "Günleri bilmek":
Bunun manası,
insanın sayılı günlerinin, yani ne eksik ne artık olmayan hayatının değerini
bilmek demek olabilir. Kul burada ömrünün ne kadar kısa, nefeslerinin ne kadar
sayılı ve sınırlı olduğunu düşünür. Onu bu dünyadaki her nefesi, ebedi hayatta
milyonlarcasına tekabül etmektedir. İnsanın bu hayatı oradakine nisbetle bir hiç
hükmündedir. İnsanın bu dünya hayatı ile ahiret hayatı mukayese bile edilemez.
İşte kul buradaki zamanını, omurunu ya cennete veyahut cehenneme götürecek işler
yolunda harcar.
Bu hayat, selim bir aklı ve
düşünen bir kalbi olan kimse için rüyada geçen zaman gibidir. İnsana yakışan,
O'nu ancak Allah'ın en çok sevdiği şeyler yolunda harcamaktır. Hatta kişi,
ömrünü Allah'ın en çok sevdiği değil de, sadece sevdiği şeyler yolunda
harcayacak olsa, yine kaybetmiş olur. Birde kendisine bir yaran olmayan,
Allah'ın gazabını gerektiren yerlere harcayanın kaybını varın siz düşünün!
Allah, Müstean'dır. Kuvvet de ancak O'ndandır.
Buradaki "günler" den Allah'ın,
peygamberlerine ümmetlerine hatırlatmalarını emretmiş olduğu günleri kasdetmiş
de olabilir. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
" Andolsun biz, Musa'yı
da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini hatırlat;
diye ayetlerimizle göndermiştik.", (İbrahim, 5).
Bu ayette geçen "Allah'ın
günleri" küfür ve masiyet sahiplerine olan azabı ile tefsir edilmiştir. Bu
görüşlerden birincisi İbn Abbas, Ubey b. Kab ve Mücahidd'e, ikincisi ise
Mukatil'e ait bulunmaktadır.
Doğrusu, "Allah'ın günleri" iki
tefsiri de içine almaktadır. Bu günler hem düşmalarına uğrattığı musibet ve
olayları hem de dostlarına lütfetmiş olduğu nimetleri kapsar. Allah'ın bu büyük
nimet ve musibetlerinin "günler" olarak anılmış olması bunların o zaman zarfında
cereyan etmiş olmalarından dolayıdır.
Nitekim Araplar şöyle derler:
"Falan zat arapların ve diğer insanların günlerini (eyyamü'l-Arab ve
eyyamu'n- nâs) bilir.
Bunun manası:
" o günlerde geçen olayları bilir"
demektir.
Bu günleri bilmek, insanın onlardan ibret almasına
vesiledir. Kul o günleri bildiği oranda ibret alır ve yükselir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Elbette onların hayat hikayelerinde akıl
sahipleri için bir ibret vardır." (Yusuf.111)
Bütün bunları elde etmek ise
bir takım garazlardan, yani nefsani arzulara uymaktan, kötülüğe sevk eden nefsin
isteklerine boyun eğmekten kurtulmakla mümkün olabilir. Çünkü nefsin arzularına
uymak, aklın nurunu söndürür, kalp gözünü kör eder, hakka tabi olmaya mani olur
ve doğru yoldan saptırır. Hem nefse tabi olup hem ibret gözüyle görmek asla
mümkün değildir. Kul, nefsi arzularına tabi olduğu zaman düşünce ve görüşü
bozulur. Nefsi ona güzeli çirkin, çirkini ise güzel olarak gösterir; hak ile batılı
birbirine karıştırır. Şimdi bu kimseye tezekkür, tefekkür ve öğütün nereden
faydası olacak?
|