Menazil müellifi şöyle demektedir:
" Huşu' nefsin ve tabiatın hürmet edilen veya
korkulan biri karşısında hararetinin sönmesidir."
Yani, nefis ve tabiatın
kısılması,nefsani kuvvetlerin kalbin hürmet ettiği veya korktuğu zat karşısında
genişlemekten geri durup durulmasıdır.
Gerçekte huşu' : tazim, muhabbet,
tezellül ve tevazuyu içine alan bir haldir.
Müellif şöyle demiştir:
"Huşu"
üç derecedir:
1 - Birincisi:
a - Emre itaat,
b - Hükme boyun eğme,
c - Cenab-ı Hakk'ın
nazarı
karşısında alçalmadır."
a - "Emre itaat" onu kabul, boyun
eğme, imtisal, acizlik göstermek, zahirin batına uyması, fiilden önce emir
babında hidayete muhtaç olma, fiil halinde yardım ve fiilden sonra onu kabul
etmedir.
b- "Hükme boyun eğmek" : ile
birincisi dini hükmü murat etmiş olabilir. Buna göre "hükme boyun eğme"nin
manası dini hükme kendi akıl ve şehvetiyle karşı çıkmamak olur. ikinci olarak
kaderin hükmüne boyun eğmeyi kasdetmiş olabilir. Bu durumda hükme boyun eğmek
onu, kızma, kötü bulma ve itiraz ile karşılamamak demek olur.
Gerçek şu ki, huşu' her iki
hükme de boyun eğme yani Allah'ın emir ve hükmüne tezellül ve tevazu ile teslim
olma manasını ihtiva etmektedir.
c - "Hakkın nazarı karşısında
alçalma" ya gelince, bunun manası kalp ve organların Allan'ın onlara olan
nazarına, kalp ve organlarda cerayan eden şeylerin bütün tafsilatından haberdar
olmasına karşı alçalıp boyun eğmesidir. Nitekim:
"Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet var,"
(Rahman, 46) ve
"Ama kim Rabbi'nin
makamından korkar, nefsi kötü heveslerden men ederse"
(Naziat, 40) ayetlerindeki
makamın bir manası da budur. Buradaki "makam" Allah'ın muttali olma, kudret ve rububiyet ile kulu üzerinde bulunma makamıdır.
Allah'ın bu makamından korkmak
ise, mutlaka kalbin O'na boyun eğmesi sonucunu doğurur. Kul Allah'ın makamını
kalbinde yerleştirdiği ölçüde O'na karşı huşu duyar. Huşu' ancak Allah'ın
kendisine vakıf olmasından kendisine bakışından gafil olursa kalbi terk
edebilir.
2 - İkinci manası ise: Allah'a
kavuştuğu zaman kulun, Rabbinin huzurundaki makamıdır.
Birinci manaya göre, ayette
masdar, failine nisbet edilmiş olur. ikincisine göre ise, - ki bu, ayete daha
uygundur-masdar, korkulan zata nisbet edilmiş olur. Allah daha iyi bilir.
Menazil müellifi şöyle
demiştir:
"Huşuun ikinci derecesi nefis ve amelin afetlerini gözlemek, senden
üstün olan herkesin üstünlüğünü kabul etmek, fena meltemini teneffüs etmektir."
Yani, bu derecedeki huşu,
birincisi nefis ve amelinin eksik ve kusurlarının ortaya çıkmasını gözetmektir.
Zira bu hal, kalbi mutlaka husulü kılar. Çünkü bu, kulun, nefis ve amellerin
eksiklerini; kibir, ucub (ameli beğenme), riya (gösteriş), yeterince doğru
olmamak, yakin azlığı, niyetin farklılığı, nefsani arzuların tesirinden
kurtulamama ve amellerin Allah'ın razı olacağı şekilde işlenmemesi gibi nefsani
kusurlarını ve amellerin kötülüğünü görmesini sağlar.
"Senden üstün olan herkesin
üstünlüğünü kabul etmeye" gelince, bunun manası insanların haklarını gözetip
vermektir. Onların davranışlarının senin onlar üzerindeki hakkın olduğunu
düşünüp onlara karşılığını vermemen değildir. Aksi halde saçmalayıp ahmaklık
etmiş olursun. Onlardaki haklarını istememen, onların faziletli olanlarının
faziletini kabul etmen, kendi faziletini unutmandır.
Şeyhülislam İbnTeymiyye'nin
(r.a) şöyle dediğini işittim:
"Arif olan kimse herhangi bir kimsede bir hakkı
olduğunu düşünmez,
- Diğer insanlardan daha üstün olduğunu kabul etmez.
- Onun için o kimseyi kınamaz, kimseyi dava etmez,
- Kimse ile kavgalı olmaz."
"Fena meltemini teneffüs etme"
ye gelince:
Aslında prensip olarak fenayı daima son makam olarak gören müellif,
huşuun bu derecesini letafetinden dolayı melteme benzetmiş, ruh nezdindeki
mevkiinin önemi ve onunla olan sıkı bağı sebebiyle ona meltem (nesim) adını
vermiştir. Şüphesiz huşu' fazileti az veya çok olanı ile fenaya götüren bir
sebeptir.
3 - "Huşunun üçüncü derecesi, mükaşefe esnasında hürmeti muhafaza etmek, zamanını halka gösterişten arındırmak
ve nimeti görmekten soyutlanmaktır."
Burada zikredilen "mükaşefe
esnasında hürmeti muhafaza etmek" demek, mükaşefe sırasında nefsi hakir ve
mütevazi kılarak mükaşefenin doğurduğu genişlik ve nazlanmadan korumaktır. Çünkü
mükaşefe bir genişlik ve rahatlık (bast) doğurur. Halbuki şayet o sırada hürmeti
muhafaza edecek olan bir huşu bulunmazsa, ölçüsüz davranışlar (şatahat) zuhur
etmesinden korkulur.
"Zamanını halka gösterişten
arındırmak" ifadesine gelince, müellif bununla zamanın riyaden temizlenmesini
kasdetmemektedir. Zira bu dereceye gelmiş olan kimseler riya yapmaktan uzak
kimselerdir. Bu sözden maksat huşu, tezellül ve tevazu gibi hallerini halktan
saklamaktır. Aksi halde halkın o halleri görüp onlara muttali olması, sufinin
hoşuna gider, bu da onun zamanını, kalbim ve Allah ile beraber olma halini
bozar. Nitekim bu vadide nice sufilerin ayağı kaymıştır. Masum insan ise ancak
Allah'ın koruduğu kimsedir. Sadık sufi için miskinlik, fakr ve tezellülden daha
yararlı bir şey yoktur. Bir insan bu hallerde bulunmayı bir şeref kabul
etmedikçe tam manasıyla Allah'a teslim olmuş sayılmaz.
Bu hususta Şeyhülislam İbnTeymiyye'de (r.a)
müşahede etmiş olduğum davranışları hiç kimsede müşahede etmemişimdir. Kendisi
şu sözü sık sık söylerdi:
"Benim hiç bir şeyim yoktur. Benden sadır olan,
bende mevcut olan hiçbir şey yoktur."
Çok kere de şu beyti misal verirdi:
"Ben fakir ve başarısızım ve böyle birinin oğluyum.
Benim babam ve dedem de böyle idiler."
Kendisi yüzüne karşı
övüldüğünde şöyle derdi:
"Vallahi, ben bugüne kadar daima müslümanlığımı
yenilerim. Ama henüz iyi bir müslüman olamadım."
Ömrünün son demlerinde bir
defasında bana kendi el yazısıyla bir tefsir kaidesi yazıp göndermişti. Kağıdın
arkasına ise kendisine ait olan şu beyitler yazılıydı:
"Ben mahlukatın rabbine muhtacım.
Ben her halinde miskin olanım.
Ben nefsine çok zulmedenim.
Nefsim de bana zulmeder.
Eğer bize bir hayır gelirse
O'ndan gelir.
Ben kendime bir yarar temin
edemem.
Ve kendimden bir zararı da def
edemem.
O'ndan başka beni idare edecek
bir efendi yoktur.
Günahlarım kaplayınca şefaatçim
da yoktur.
Meğer ki halikımız olan
Rahman'dan ayetlerde geçtiği gibi
Şefaatçıya bir izin çıksın.
Ben O'nun katında ebediyyen
hiçbir şeye malik olamam
Hiç bir zerreye de ortak
değilim.
Bazı idarecilerin etrafında
olduğu gibi,
Kendisinden yardım aldığı bir
yardımcısı da değilim.
Fakr benim, benden hiç
ayrılmayan asli vasfımdır.
Nitekim zenginlik de O'nun
ebedi ve zati sıfatıdır.
Bu hal bütün mahlukatın
halidir.
Hepsi O'nun katında, O'nun
kölesidir.
Kim yaratıcısından başka birini
gaye yaparsa,
O çok cahil, zalim, müşrik ve
asidir."
Ondan gelen ve gelecek olan
şeyler için bütün kainat doluşunca O'na hamdolsun. "Ni'meti görmekten
soyutlanma" ya gelince; kulun bütün nimet ve ihsanları yalnızca Allah' tan
bilmesi, nimetleri O'nun lütfettiğini müşahede etmesidir. Halbuki sen O'na daha
önce ne bir şefaatçi göndermişsindir, ne de ihsanına vesile kıldığın bir aracı
edinmişsindir.
"Soyutlanma (tecrid)" başkasına nisbet etmemek için, lütuf ve nimetin sadece Allah' a ait olduğunu müşahede
etmektir. Aksi halde nimet, haddi zatında Allah' tan başkasına nisbetten
uzaktır. Ne var ki maksat, müşahedenin de haddizatında hakikate uygun olması
için, nimeti müşahedenin Allah'a tahsis edilmesi gerekir.
Allah daha iyisini bilir.
|