Kalbi ifsad eden şeyler, daha önce de işaret
olunduğu üzere,
1 - İnsanlar arasına fazla karışmak,
2 - Geleceğe ait dünya metaına fazla
meyletmek (temenni),
3 - Allah'tan başkasına bağlanmak,
4 - Çok yemek ve
5 - Çok Uyumaktır.
Bu beş şey kalbi ifsat eden şeylerin en
büyüklerinden bazılarıdır.
Şimdi bunların ortak olarak veya ayrı ayrı
doğurdukları neticeleri zikredelim.
Şunu bilmelidir ki, kalp Allah'a ve ahiret
yurduna doğru yol almaktadır. Allah'ın yolunu, nefsinin ve işlerinin afetlerini,
hak yolun yol kesicilerini kendi nuru, gücü, hayatı, azmi, kulak ve gözünün
sağlıklı oluşu, meşgalelerin ortadan kalkmasıyla bulur, çıkarır.
Bu beş ifsat
edici davranış ise kalbin nurunu söndürür, basiret gözünü kör eder, şayet tamamıyle sağır etmezse de, işitmesini ağırlaştırır, tümüyle duyularını
zayıflatır. İnsanın sağlığını bozar, azmini kırar, himmetini durdurur, onu
geriye doğru döndürür. Bu derece şuursuz olan insan ise kalbi ölü olan bir
kimsedir. Ölü bir varlığın aldığı yaradan acı duymayacağı da bir hakikattir.
Dolayısıyla, bu ifsat edici şeyler insanı kemale ermekten, kendisi için
yaratılmış olduğu hedefe; mutluluğu, rahat ve keyfi kendisine ulaşmasına bağlı
kılınan gayeye ulaşmaktan alıkoyar.
Hakikat şudur ki, mutluluk, keyif, huzur ve
kemal ancak ve ancak Allah'ı bilmek ve O'nu sevmek, O'nun zikriyle huzur bulmak,
O'nun yakınında olmakla sevinmek, O'na kavuşmayı arzu etmekle mümkündür. İşte bu
hal, kişinin bu dünyadaki cennetidir.
Kul nasıl ki ahirette nimet ve kurtuluşu
ancak cennetle, o mutluluk yurdunda Allah'ın civarında bulunmakla elde
edebilirse, burada da öyledir. Allah'ın biri dünyada, diğeri ahirette olmak
üzere iki tane cenneti vardır; kul eğer bunlardan birinciye giremezse ikinciye
de giremez.
Şeyhülislam İbn Teymiye'nin (k.r) şöyle
dediğini işittim:
"Bu dünyada bir cennet vardır; ona giremeyen
ahiretteki cennete de giremez."
Ariflerden biri şöyle demiştir:
Bazen kalbim öyle bir hale ulaşır ki, o zaman kendi
kendime şöyle derim:
"Eğer cennet ehli de bu hali yaşıyorlarsa iyi bir
hayat yaşıyorlar demektir."
Muhabbet ehli bazı kimseler de şöyle demişlerdir:
"Bu dünyanın miskinleri buradaki hakiki zevki
tatmadan buradan göçüp giderler".
Bunlar dünyanın hakiki zevkinin ne olduğunu
soranlara ise şu cevabı vermişlerdir:
"Allah'ı sevmek, onunla ünsiyet etmek O'na kavuşmayı
arzulamak, O'na yönelmek, O'ndan başkasından yüz çevirmek.."
Kalbinde hayat olan her insan bunu müşahede eder ve
tatmak suretiyle de bilir.
İşte kalbi ifsat eden beş şey insanı bu zevkten
mahrum eder, kalp ile onun arasında perde olur, O'nun yolundan alıkoyar. Kalbi
birtakım hastalıklara duçar bırakır, ki eğer insan onları çabucak bertaraf
etmezse onun için tehlikeli bir hal alır.
Birincisi:
İnsanlar arasına karışmanın
neticesi: İnsanlarla fazla haşır neşir olan kimsenin kalbi, onların
nefeslerinin dumanıyla dolar, kirlenir, kararır; vehim, üzüntü, zayıflık içine
düşer. Kötü dostları yüzünden taşıyamayacağı yükler altına girmek, kendi
işlerini görememek, diğer insanlar ve onların işleriyle meşgul olurken kendi
işlerinden geri kalmak, zihnini onların istek ve ihtiyaçlarını karşılamaya
harcamak gibi nahoş sonuçlar doğurur. Böyle bir insan Allah ve ahiret için ne
yapabilir ki?
Bütün bunlara ilave olarak, insanlara çokça karışmak
birçok musibet getirir ve nice nimeti uzaklaştırır, nice meşakkatler getirir,
mükafatlar götürür; nice dertler açar. İnsanın afeti, insandan başka nedir ki?
Vefatı sırasında Ebu Talib'e en büyük kötülüğü, kötü
dostlarından başka kim yapmıştır?
Onun ebedi olarak kendisine mutluluk getirecek olan
kelimeyi söylemesine mani oluncaya kadar onu kendi haline rahat
bırakmamışlardır.
Bir tür dünya sevgisi ve insanların birbiriyle
oyalanması esasına dayanan bu karışma, hakikatler bütünüyle ortaya çıktığı
zaman, düşmanlığa dönüşür, kişiye pişmanlıktan parmaklarını ısırtır.
Nitekim Cenab-ı Allah bu hususta şöyle buyurur:
"O gün zalim ellerini ısırıp, nolaydı, keşke ben
de peygamberin yolunu tutaydım', Vah bana, ne olurdu, ben falanı dost
edinmeseydim! (O) beni, bana gelen zikirden alkoydu der"
(Furkan, 27-29),
"O gün dostlar birbirine düşmandır. Yalnız takva
sahipleri müstesnadır." (Zuhruf, 67).
İbrahim (a.s) kavmine dedi ki:
"Siz, dünya hayatında birbirinizi sevmek için
Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Daha sonra kıyamet gününde
birbirinizi inkar edecek ve birbirinizi lanetleyeceksiniz. Varacağınız yer de
ateştir ve hiçbir yardımcınız da bulunmayacaktır". (Ankebut,
25)
Aslında bu hal herhangi bir menfaat uğruna bir araya
gelen herkes için geçerlidir. O yaran elde etmek için birbiriyle
yardımlaştıkları sürece birbirlerini severler. O menfaat bittiği zaman, peşinden
pişmanlık, üzüntü ve acı ortaya çıkar, o menfaat, yerini hüzün ve acıya
bıraktığı için o muhabbet buğz ve lanete, birbirini tenkide dönüşür. Nitekim bu
dünyada herhangi bir kusur işleyen kimseler, o batıl yaşantı süresince
birbirlerine yardım eder, birbirlerini severler. Ancak yakalanıp da cezaya
çarptırıldıkları zaman o sevgi buğz ve düşmanlığa dönüşür.
İnsanlara karışma konusundaki en güzel ölçü
şudur:
Kişi diğer insanlara:
Cuma, cemaat ve bayram namazları, hac, ilim öğrenme,
cihat, vaaz ve nasihat gibi hayırlı hallerde karışmalı,
şer ve diğer fuzuli ve mubah işlerde ise onlardan
ayrı yaşamalıdır.
Şayet şer durumlarında onlara karışmak zorunda kalır
ve onlardan uzak kalamazsa onlara uymaktan sakınmalı, onların baskı ve
eziyetlerine karşı sabır göstermelidir. Çünkü eğer güçlü olmaz ve yardımcısı da
bulunmazsa mutlaka O'na eziyet vereceklerdir.
Ancak bu eziyeti, peşinden şeref,
muhabbet ve hürmet; hem onlar, hem müminler ve hem de Allah tarafından takdir
edilme takip edecektir.
Onlara tabi olmanın arkasından ise, hakaret, buğz
müminler ve Allah tarafından kınama gelecektir.
Bunların eziyetlerine karşı sabretmek daha hayırlı,
sonucu daha güzeldir.
Şayet insan onlara yararsız olan mubah işlerde karışmak
mecburiyetinde kalırsa, o meclisi eğer gücü yeterse Allah'a bir itaat meclisi
haline çevirmeye çalışmalı, gönlünü ve nefsini bu konuda cesaretlendirmeli,
şeytanın kendisine engel olmak için "ilmini ortaya koyacaksın, takvanı izhar
edeceksin" vs. gibi gerekçelerle bunun bir riya olacağını ileri sürmesine kulak
asmamalı, onunla mücadele etmelidir. Allah'tan yardım isteyerek, mümkün
olduğunca onları hayra yönlendirmelidir.
Şayet buna muktedir olamazsa, tereyağdan kıl çeker
gibi, kalbini onların arasından sıyırıp çıkarmalıdır. Orada hem hazır hem gaip,
onlara hem yakın hem uzak, hem uyuyan hem uyanık olarak bulunmalıdır. Onlara
bakmalı, ama kendilerini görmemeli, sözlerini işitmeli, ama anlamamalıdır. Çünkü
kalbini onlar arasından çıkarmış, onu mele-i a'laya yükseltmiş, orada Arş'ın
etrafında temiz, ulu ruhlarla birlikte Allah'ı tesbihe katmış olmalıdır. Bunu
başarmak nefis için ne kadar zor ve ne kadar meşakkatlidir...
Ancak bu, Allah'ın kendisine müyesser kıldığı
kimseler için son derece kolaydır. Kulun buna nail olabilmesi için ise Allah'a
verdiği sözde sadık olması, daima O'na iltica etmesi, kendini O'nun kapısına
nefsini alçaltmış olduğu halde atması gerekmektedir. Kulun bunları başarmasına
yalnızca gerçek bir sevgi, daimi bir kalp ve dille birlikte yapılan zikir,
zikretmiş olduğumuz diğer dört ifsat ediciden kaçınmak yardımcı olabilir. Buna
ise yeterli bir hazırlık, Allah'ın yardımı, gerçek bir azim ve Allah'tan
başkasına ilgi duymamak ile mazhar olunabilir.
Allah daha iyi bilir.
İkincisi : Kalbi ifsad eden şeylerden bir
diğeri de kişinin umut ve temenni denizine dalmasıdır. Umut, sahili olmayan bir
denizdir. İflas eden kimseler daima bu denize dalarlar. Hatta "umut
müflislerin sermeyesidir" tarzında bir atasözü vardır. Bu gemiye binen
yolcuların malları şeytanın kandırmacaları ve muhal olan şeylere dair hayaller
ve yalandan ibarettir. Asılsız hayal ve yalancı umut dalgaları bu geminin
yolcusuyla, köpeklerin leşlerle oynadığı gibi oynar. Bu tür umutlar ve hayaller
gerçek olan şeyleri ele geçirmek gibi bir amacı olmayan, sadece zihnin ürettiği
umutların peşinde koşan, bayağı ve sefil nefislerin sermayesidir. Bunların her
biri kendine göre ayrı bir hayal peşindedir. Kimi güç ve galibiyet, dünyayı
gezip dolaşmak, kimi mal ve para, kimi kadın ve uşaklar ister; onların hayalini
kafasında canlandırır, kendini onları elde etmiş gibi kabul eder, bunun zevkini
çıkarmaya koyulur. Bu hal üzere iken, birdenbire uyanır ve ellerinin boş
olduğunu görür.
Yüce idealleri olan kimsenin umutlan ise ilim ve
iman, kendisini Allah'a yaklaştıracak ve O'na yakın kılacak olan ameller
etrafında dolaşır. Birinci tip kişilerin umutlan hayal ve aldanma olmasına
rağmen, bunların umutları iman, nur ve hikmetten ibarettir.
Hz. Peygamber (s.a.v) hayır işlemeyi temenni eden
insanları övmüş, hatta bazı hayırları işlemeyi tasavvur eden kimselerin işlemiş
olanlar gibi mükafat göreceklerini bildirmiştir. Mesela:
"şayet zengin olursam mali bakımdan dini görevlerini yerine
getiren,akrabalarını kollayan falan kimse gibi davranırım " diye hayal kuran
kimsenin, mükafat bakımından aynı olduklarını müjdelemiş,
(Tirmizi, Zühd, 17; İbn Mace, Zühd,26; Müsned,IV,230) ayrıca Veda
haccında kıran haccı yapmış iken "Keşke temettü haccı yapsaydım " tarzında bir
arzuya kapılmış, Cenab-ı Allah bu arzusu üzerine ona hem yapmış olduğu kıran
haccı, hem de arzu ettiği temettü haccı sevabını ihsan etmiştir.
Kalbi İfsad Eden Şeylerin Üçüncüsü
Kalbi ifsad edenlerin üçüncüsü Allah' tan başka
birine bel bağlamaktır.Bu ,kalbi bozan şeylerin şüphesiz en büyüğüdür.
Kul için kalbini Allah'tan başkasına bağlamaktan
daha zararlı, maslahat ve mutluluğa engel başka bir şey yoktur. Çünkü insan
Allah'tan başkasına bel bağladığı zaman, Allah onu bağlandığı şeye havale eder,
onu o noktada başarısızlığa terk eder. Allah'tan başkasına yönelip ona
bağlandığı için, O'ndan gelecek ikramlardan mahrum olur.
Özetle ne Allah'tan bir lutfa mazhar olur, ne de bel bağladığı kimseden umduğu şeyi elde edebilir.
Cenab-ı
Allah böyleleri için şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka
tanrılar edindiler. Hayır, (yarın o taptıkları tanrılar) bunların
tapmalarını inkar edecekler ve bunlara karşı duracaklar"
(Meryem, 81-82),
"Belki yardım olunurlar ümidiyle Allah'tan başka
tanrılar edindiler. (O tanrılar) kendilerine yardım edemezler. Tersine
kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir (onları korumaktadırlar)."
(Yasin, 75)
Kaybı, en fazla olan insan Allah'tan başkasına bel
bağlayan insandır. Çünkü böyle bir insanın, kaçırmış olduğu maslahat, kurtuluş
ve mutluluk fırsatı bel bağlamış olduğu kimseden elde ettiklerine nazaran çok
daha büyüktür. Elde ettiği de zeval bulup elde çıkacak olan geçici şeylerdir.
Allah'tan başkasına bağlanan insan, sıcak ve soğuktan kurtulmak için en
dayanıksız bir ev olan örümcek ağını kendisine gölgelik edinen kimseye benzer.
Sözün özü şudur: Şirkin esası ve üzerine
oturduğu temeli, Allah'tan başkasına bel bağlamaktır. Allah'tan başkasına bel
bağlayan kimsenin sonu ise yerilme ve başarısızlıktır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurur:
"Allah ile beraber başka bir tanrı edinme, yoksa
kınanmış ve yalnız bırakılmış olarak oturup kalırsın"
(İsra, 22)
Yani övücüsü olmayan, kınanan, yardımcısı olmayan,
yalnız bırakılan bir kimse olarak kalırsın. İnsanlar, bazen haksız yere hüküm
altına alındıkları halde övülmüş olabilirler. Bazen de haksız bir şekilde egemen
olan ve üstün gelen bir kimse gibi, başarılı olduğu halde kınanabilir. Bazıları
ise, haklı olarak ele geçirilip zafer elde eden kimse gibi, hem muzaffer olur,
hem de övülür. Allah'tan başkasına bel bağlayan müşrik bu dört grup insanın en
aşağı derecede olanıdır; o ne muzafferdir, ne de övülecek bir durumda
bulunmaktadır.
Kalbi İfsad Eden Şeylerin Dördüncüsü: Yemek
Yemek türünden kalbi ifsat eden şeyler iki çeşittir.
Birincisi haram olan yiyecekler gibi bizzat
ifsad edici olanlardır. Bunlar da iki nevidir:
Birincisi leş, kan, domuz ve yırtıcı hayvan
ve kuş etleri gibi Allah'ın hakkı olarak haram kılınmış olan yiyeceklerdir,
İkincisi
de çalınmış, zorla, yağma ile ele geçirilmiş olan, sahibinin rızası
olmaksızın zorla ele geçirilen mal gibi kul hakkından dolayı haram kılınmış olan
yiyeceklerdir.
Kalbi bozan yiyeceklerin ikinci türü, helal
olan yiyeceklerde israf etmek ve haddinden fazla yemek gibi, aşırı olması
sebebiyle ifsat edici olan yiyeceklerdir. Çünkü fazla yemek insanı taatten
alıkoyar. O yiyeceği elde edinceye kadar midesini onunla doldurmak için uğraşır.
Doldurduktan sonra ise onu hazmetmek, zararını gidermek, onun sıkıntısını çekmek
ve doğurduğu şehvetleri tatmin etmekle meşgul olur.
Çok yemek şeytanın
kanallarını genişletir. Çünkü şeytan insanın kan damarlarında dolaşır. İşte oruç
onun kanallarını daraltır ve yollarını tıkar.
Tokluk ise onun yollarını açar ve
genişletir. Çok yiyen, çok içer ve çok uyur; neticede çok kaybeder.
Nitekim
meşhur bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Hiç bir insan karnından daha
kötü bir kap doldurmamıştır. Ona kendisini ayakta tutacak birkaç lokmacık yeter.
Şayet insan mutlaka karnını dolduracaksa, onun üçte birini yemeğe, üçte birini
suya ve üçte birini de kendisine ayırmalı yani boş bırakmalıdır."
Rivayete göre iblis bir defasında Hz. Yahya'ya (a.s)
görünmüş, ikisi arasında şöyle bir konuşma geçmiştir:
"Ey iblis hiç bugüne kadar bana kötü
birşey yaptırabildin mi?"
"Hayır, ancak bir defasında bir gece
sana yemek getirilmişti. Onu sana leziz gösterdim; sen de doyuncaya kadar ondan
yedin ve o geceki virdini yapmadan uyudun."
"Allah'a yemin ederim; bundan sonra
asla doyuncaya kadar yemek yemeyeceğim."
"Ben de Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra hiç
kimseye samimi davranmayacağım."
Kalbi İfsat Eden Şeylerin Beşincisi: Çok Uyumak
Çok uyumak kalbi öldürür, vücuda ağırlık verir,
vakti zayi eder, aşırı gaflet ve tembellik doğurur. Fazla uykunun bir kısmı son
derece mekruh, bir kısmı ise beden için zararlı ve faydasızdır.
En yararlı uyku en çok ihtiyaç duyulduğu anda uyunan
uykudur.
Gecenin ilk yarısında uyunan uyku, son
yarısındakinden daha faydalıdır. Gündüzün ortasında uyunan uyku, baş ve
sonundakinden daha yararlıdır. Gündüz uyunan uyku baş ve sona doğru yaklaştıkça
yaran azalır ve zararı artar. Bilhassa ikindiden sonra uyunan uyku böyledir.
Geceleri uyuyamayan kimseler hariç, günün ilk saatlerinde uyumak da zararlı ve
mekruhtur.
Mutasavvıflar, sabah namazı ile güneşin doğması
arasında uyumayı mekruh saymışlardır. Çünkü bu zaman bir ganimet zamanıdır.
Salikler bu zamanda seyr-ü sülük etmeye büyük bir önem verirler. Hatta bir mürid
bütün gece boyunca ibadetle meşgul olmuş dahi olsa, sabah namazından sonra güneş
doğuncaya kadar zikirden uzak durmasına müsaade edilmez. Çünkü bu zaman gündüzün
başı ve anahtarı, rızıkların indiği, kısmetlerin dağıtıldığı, bereketlerin
yağdığı bir zamandır. Bu zaman adeta gündüzün çekirdeği gibidir. Bu zamanda
uyumak ancak mecbur kalma halinde söz konusu olmalıdır.
Özetle uykunun en uygun ve en yararlı olanı gecenin
ilk yarısında ve son altıda birinde uyunan ve sekiz saate tekabül eden uykudur.
Tabiplere göre en uygun uyku budur. Onlara göre bu miktardan daha fazla veya
daha az uyumak o oranda insana zararlı olmaktadır.
Yine faydası olmayan uykulardan biri de gecenin ilk
vakti güneşin batışından akşam karanlığının kayboluşuna kadarki uykudur.
Rasulullah (s.a.v) bu uykuyu kerih görürdü. Doğrusu bu uyku hem şer'an hem de
tabiat itibarıyla mekruhtur.
Çok uyumak yukarıda zikrettiğimiz mahzurları
doğurduğu gibi, uykuyu savmak, uyumamak da bir takım mahzurlar doğurur. Mizacın
bozulup kuruması, bedenin dengesinin bozulması, anlama ve iş yapma
yeteneklerinin zayıflaması bu mahzurlardan bazdandır. Uykusuzluk kişiyi kalbi ve
bedeni ile istifade edemez hale getirecek birtakım öldürücü hastalıklar doğurur.
İnsan vücudu ancak denge ile ayakta durabilir. Kim orta yola, denge haline
sarılırsa her türlü hayırdan payını almış olur.
Yardım Allah'tandır.
|