Makamların bir kısmı bünyesinde iki makam taşır.
Bir kısmı ikiden fazlasını içerir, bir kısmı da
bütün makamları ihtiva eder. Dolayısıyla makam sahibi ancak bütün makamları
kendisinde toplayınca bu adı almaya hakk kazanır.
Tevbe, muhasebe ve havf makamını içine alır.
Bunlarsız tevbenin varlığı tasavvur edilemez.
Tevekkül, tefviz, işini Allah’a havale etme,
istiane
ve rıza makamını içine alır. Bunlarsız tevekkülün varlığı tasavvur edilemez.
Reca,
havf ve irade makamını içerir.
Havf, reca ve irade makamın ihtiva eder.
İnabe, muhabbet ve haşyet makamını içine alır, kul
ancak bu ikisinin bir araya gelmesi ile inabe eden bir kul olabilir.
“İhbat” (tevazu) muhabbet, züll ve huşu’ (boyun
eğiş) makamlarını içine alır. Bunlardan birisi diğeri olmadan ihbat makamını
teşkil edemez.
Zühd, rahbet (korku) ve rağbet (arzu) makamını
içerir.Faydasın umduğuna rağbet etmeyen, zarar vermesinden korkulandan kaçmayan
zahid olmaz.
Muhabbet makamı, marifet, havf, reca ve
irade
makamlarını içerir. Muhabbet bu dördünün kaynaşmasından oluşan ve gerçekleşmesi
bunlara bağlı olan bir manadır.
Haşyet makamı, marifetullah ve O’na gereği gibi kul
olmayı bilme makamını içinde barındırır. Salik Allah’ı ve Allah’ın hakkını
bilince Allah’a olan haşyeti de artar. Nitekim Allah Teala “Allah’tan hakkıyla
alim kulları haşyet duyar” (Fatır,28) buyurmuştur. Öyle ise Allah’ı ve emrini
bilen alimler Allah’dan gerçek manada haşyet duyanlardır. Nitekim Nebi (sav)’de:
“Ben sizin Allah’ı en iyi bileniniz ve Allah’dan en çok haşyet duyanınızım”
buyurur. (Buharı, Edeb,72; Müslim,Fedail, 127-128)
Heybet makamı, muhabbet, hürmet ve
tazim makamlarını
içerir.
Şükür makamı, imanın bütün makamlarını içine alır.
Bundan dolayı şükür makamların en yücesi ve en üstünüdür. O rızanın da
üstündedir.
Şükür; sabır makamını içerir, ama sabır, şükrü içermez.
Şükür makamı
tevekkül, inabe, sevgi, ihbat (tevazu), huşu, reca makamlarını da ihtiva eder.
Bütün makamlar bunun içinde mündemiçtir. Bu makamların sahibi ancak bütün bu
makamları topladıktan sonra mutlak olarak bu makamın adını alır. Bundan dolayı
imanın iki yarısı vardır bir yarısı sabır, bir yarısı şükürdür. Sabır da şükrün
içindedir. Öyle ise imanın tamamı şükre dayanır. Şükreden kullar çok azdır.
Bundan dolayı Allah “Şükreden kullanm çok azdır” (Sebe, 34) buyurulmaktadır.
Haya makamı marifet ve murakabe makamını bünyesinde
taşır.
Ünsiyet makamı, yakınlıkla birlikte sevgi makamını
da içine alan bir makamdır.
Eğer seven sevgilisinden uzak olursa, onunla ünsiyet
peyda edemez.Birisine yakın olduğu halde sevmiyorsa, o da ünsiyet sağlamaz.
Ünsiyet olabilmesi için hem yakınlık hem de sevginin bulunması gerekir.
Sıdk makamı ihlas ve azmi ihtiva eder. Salikin sıdkı
ihlas ve azmin birlikte bulunması ile gerçekleşebilir.
Murakabe makamı haşyetle birlikte marifet makamını
ihtiva eder. Bu makam da ancak bu ikisinin birlikte bulunmasıyla
gerçekleşebilir.
İtmi’nan (huzur ve sükun) makamı inabet, tevekkül,
tefviz, rıza ve teslim makamlarını içerir, itmi’nan bunlardan oluşan bir
durumdur. Salik bunları kendinde toplarsa itminan sahibi olur, bunlardan biri
eksilince itminan da eksilir.
Rağbet ve rahbet (korku) makamı da böyledir. Bunların
herbirisi reca ve havfın kaynaşmasından oluşur, rağbette reca, rahbette korku
daha çoktur.
Bu makamlardan her birine göre salikler iki kısma
ayrılırlar; Ebrar (iyiler), mukarrebun (Allah’a yakın olanlar). Buna göre Ebrar
olanlar makamın sonunda, mukarrebler ise makamların zirvesindedirler. İmanın
bütünün dereceleri de böyledir. Her iki nevin farklılıkları ve derecelerinin
faziletlerini sadece Allah sayabilir.
Saliklerin avam, havas ve havassın havası şeklinde
üçe aynlmaları ancak fenayı yolun son noktası kabul edip bir grup mutasavvıfların
fenaya ulaşmaya gayret etme yolundaki kanaatlerinden kaynaklanmaktadır.
İnşaallah bu konuyu, fenanın kısımlarını, fenanın övülen ve yerilen çeşitlerini,
faziletli veya faziletsiz bölümlerini ele alırken anlatacağız. Böylece bu grubun
üzerinde dönüp dolaştıkları fenanın hakikatini göreceğiz.
Kullar için bir takım
mertebeler tespit ve tertib eden her müellif, az veya çok, aşırı gitmekten veya
asılsız iddialarda bulunmaktan kurtulamaz.
Oysa ki kul "İslam akidesine" sarılıp,
onu tamamen kabul ederse, bu kul İslamın zahiri ve batini gereklerine,
makamlarına ve hallerine sarılmış demektir.
Bu kul için İslam’ın her bir
akidesinde ve her bir vacibinde bir kısım haller ve makamlar vardır. Kul bu
akide ve vacibeleri ancak bu hal ve makamlarla yerine getirebilr. Ne zaman vacib
olan bir ibadeti yerine getirirse, bundan sonra başka bir vacibe geçer. Ne zaman
bir mertebeyi katederse başka bir mertebe ve durağa yönelir. Bazen daha
yolculuğun ilk başlarında kendisine en yüce haller ve makamlar hasıl olur.
Böylece de henüz yolun sonundaki bir salike bile hasıl olmayan muhabbet, rıza,
ünsiyet ve imtinan gibi haller kendisine açılır. Yolun sonunda olan salikin
basiret, tevbe, muhasebe gibi hal ve makamlara olan ihtiyacın bidayetteki
salikin ihtiyacından daha fazladır. Dolayısıyla bu konuda sülük için gerekli
bağlayıcı ve külli bir sıralama söz konusu değildir.
Biz şüphesiz -onların makamlarını ilki kabul
ettikleri- tevbeyi ariflerin gayesi ve Allah’a yakın olan dostlarının vardıkları
son mertebe olarak zikrettik. Onların nihayette muhasebeye olan ihtiayaçlarının
bidayetteki muhasebeye olan ihtiyaçlarından daha fazla olduğunda şüphe yoktur.
Makamlar konusunda en muteber görüş, ilk
mutasavvıfların yoluna uygun olarak mutlak bir şekilde her makamda bir makam
bulunduğunu kabul etmektir. Bunun içine, bu makamın hakikatini, gereğini, makamı
elde etmeye mani afetini, onda alıkoyan şeyleri bilmek, genel ve özel sekilerini
anlatmak dahildir.
Tarikat imamlarının sözleri bu minval üzeredir.
Böyle düşünenlerden bazıları:
Sehl b. AbdullahTusteri, Ebu Talib Mekki, Cüneyd b.
Muhammed, Ebu Osman Nisaburi, Yahya b. Muaz Razi, bunlardan bir tabaka daha üstün olan Ebu Süleyman Darani, Avn b. Abdullah,-ki buna ümmetin hakimi denir-
ve benzerleridir.
Bunlar kalbin amelleri ve halleri üzerinde herhangi bir sıra
gözetmeden ve belli sayıda makamlar belirtmeden mutlak olarak, kuşatıcı,
tafsilatlı şekilde durmuşlardır. Onlar bunlardan daha büyük ve değerliydiler ve
onların himmetleri daha yüce ve daha şerefliydi. Onlar ancak hikmet ve marifeti
elde etmek, kalpleri temizlemek nefisleri arıtmak, amelini düzeltmek için
çalışıyorlardı.
Bundan dolayı sözleri kısa ama bereketliydi, daha
sonra gelenlerin ise sözleri çok uzun ama bereketi azdır.
Fakat her devrin insanına kendi dili ve terimleriyle
konuşmak gerekir, zira onların ilk selefden sûlûkün esaslarını almaya ve onların
kelime ve yollarını kavramaya güçleri yoktur.
Eğer selefin yolu ve hali tam
olarak ortaya çıksa, şüphesiz onlar bunu yadırgarlar ve avamca bir yaklaşımla buna
düşman kesilirler. Bunların havasları ise başka bir yolla itiraz ederler.
Nitekim
sapık ve cahil bazı kelamcılar “Onlar sadece müslüman olmuşlardı. Bizim yolumuz
ise ilme daha çok dayalımı” demişlerdir.
Yine selefin değerini takdir edemeyen
bazı fıkıhçılar da:
“Öncekiler, başka şeylerle uğraştıkları için bütün güçlerini
dinden hüküm çıkarmağa, kaide ve hükümlerini tespit etmeye vermediler, sonradan
gelenler ise bütün güçlerini buna sarfettiler,dolayısıyla bunlar daha fakih ve dini daha iyi
anlayanlardır” demişlerdir.
Bunların hepsi de selefin değerini, ilimlerinin
derinliğini, lüzumsuz şeylerle ilgilenmelerinin azlığını anlamaktan ve
basiretlerinin kemalini kavramaktan uzaktırlar.
Allah’a andolsun ki sonradan
gelenler seleften tekellüfleri ve ayrıntılarla uğraşmaları yönüyle ayrılırlar.
Halbuki onların gayretleri ayrıntıların esaslarına, prensiplerin tesbitine,
esasların belirlenmesine her şeyde yüksek payeleri elde etmeye yöneliktir.
Görüldüğü gibi, sonradan gelenler başka, selef başka bir haldedir. (Şüphesiz
Allah her şeye bir ölçü ve kıymet biçmiştir.)
Neticede bizim için doğru ve uygun olanı Kur’an ve
sünnette varid olan kulluk mertebelerini anlatmak onların sınır derecelerine
işaret etmektir. Zira bunları bilmek Allah’ın Rasülüne nazil ettiği şeylerin
sınırlarını bilmek demektir. Şüphesiz Allah Teala bunları bilmeyenleri cehalet
ve nifakla nitelemiştir. Şöyle buyurur:
“Bedevi Araplar küfür ve nifakı en
şiddetli ve Allah’ın Rasülüne indirdiği Kur’an’ın hududunu bilmekten en uzak
olanlardır” (Tevbe,97).
Böylece Allah’ın Rasülüne indirdiği şeyin hududlarını
dirayetli olarak bilmekle, o hududlara riayet ederek onlarla amel edip,
gözetmekle kulun imanı kemale erer ve kul “sadece sana ibadet eder ve sadece senden
yardım isteriz” ehlinden olur.
Biz bu sınırları maddi bir yolcunun tertibine göre
güzel bir şekilde sıralayacağız. Bununla aklın, duyu organlarıyla algılanmışcasına
kavranmasını sağlamış olacağız ki, bu takdirde, tasdiki daha tam bilmesi daha
mükemmel, anlaması daha kolay olacaktır.
Bu, misalle anlatmanın faydasıdır, bu aklın özelliği
ve özüdür. Bundan dolayıdır ki Allah Teala da darbı meseleleri Kur’an’da çokça
zikretmiş ve bunu anlamayanların akılsız olduğunu belirtmiştir:
“İşte bu
misalleri verip duruyoruz. Bunları ancak alimler anlayabilirler”.
(Ankebut, 43)
|