1 -
Kişinin tevbe ettikten sonraki halinin tevbe etmezden önceki halinden daha
hayırlı olması.
2 -
Devamlı bir korku duyması ve bir an bile Allah'ın mekrinden emin olmaması
gerekir. Onun bu korkusu, ruhunu kabzetmeye gelen meleklerin,
"Korkmayın,
mahzun olmayın! Va'd olunduğunuz cennetle neşelenin" (Fussilet
30) sözünü duyuncaya kadar devam etmelidir. Bu korku ancak bunu
duyduğunda sona erer.
3 -
Ruhun günahtan uzaklaşması ve kalbinin pişmanlık ve korkudan parça parça olması.
Bu hal, işlediği günahın büyük ve küçüklüğüyle orantılıdır. Bu, İbn Uyeyne'nin
şu ayeti tefsir ederken yaptığı tevildir:
"Yaptıkları bina, kalplerinde bir şüphe ve ızdırap kaynağı
olmaya kalpleri parçalanana kadar devam edecektir". (Tevbe
110)
İbn Uyeyne bunu, "kalpleri tevbe ile parçalanmak"
şeklinde tevil
etmiştir. Şüphesiz büyük bir cezadan şiddetli korku duymak neredeyse insanın
kalbini çatlatır. İşte bu da kalbin parçalanmasıdır ve tevbenin hakikati de
budur. Çünkü inanan bir insanın kalbi işlediği günahın üzüntüsünden ve kötü
akibetten korkarak parça parça olur.
Kimin de bu dünyada işlediği günahın üzüntü
ve korkusundan kalbi parçalanmazsa bütün hakikatlerin tahakkuk edeceği, itaatkar
kimselerin sevab, asilerin de azab tattığını göreceği ahirette paralanır.
Kalbin, ya bu dünyada veya ahirette paralanması gerekir.
Yine sahih tevbenin gereklerinden biri de hiçbir şeye benzemeyen özel bir üzüntü ve
kırıklığın kalpde hasıl olmasıdır. Bu hal, günahdan başka birinde meydana
gelmeyeceği gibi açlıktan, yorgunluktan ve soyut bir aşktan da hasıl olmaz. Bu
hal, bütün bunların ötesindedir. Rabbin huzurunda kalb, tam bir hüzün duyar; bu
hüzün onu bütün yönleriyle kuşatır ve Rabbinin önünde Ona baş eğdirir, haşyet
duymasını sağlar. Bu hüzün o kimseyi efendisinden kaçan suçlu bir kölenin haline
-dönüştürür ki o köle yakalanıp efendisinin huzuruna getirilir; o köle de
kendisini onun kahrından kurtaracak birini, bir bedeli, bir serveti veya
sığınacak bir yeri bulamaz ve bilir ki, hayatı, saadeti, felahı ve kurtuluşu
efendisinin kendisinden razı olmasına bağlıdır. Ayrıca efendisinin, işledeği
suçun bütün teferruatına muttali olduğunu da bilir. Bu hal, efendisini sevmesi
ve ona şiddetle ihtiyacı olduğu bir duyguyla beraberdir. Aynı şekilde köle,
kendi zaafını, efendisinin gücünü, kendisinin önemsiz fakat efendisinin izzetli
olduğunu da bilmektedir.
İşte bütün
bu duyguların birleşmesi ile kulda, bir hüzün, bir boyun eğiş ve teslimiyet
meydana gelir. Bu, kul için ne kadar faydalı; bu duyguyu taşıması kula ne kadar
layık ve bunun değeri ne yüce ve efendisine itiraf etmesi ne hoştur! Efendisine
bu hüzün, boyun eğiş, itaat, bu sükunet, önünde kendini yere atmak ve ona teslim
olma halinden daha sevimli bir şey yoktur. Kulun böyle bir durumda şöyle
yalvarması Allah'ın ne kadar hoşuna gider:
"Bu zelil, zavallı halime rağmen
senden izzetinle beni ancak bağışlamanı diliyorum.
Ben zayıfım, senden
kuvvetinle istiyorum. Ben sana muhtacım, sen benden müstağnisin, bu halimle
senin lutfundan diliyorum.
İşte yalancı ve günahkar alnım senin önünde. Senin
benden başka kulların çok. Benim ise Senden başka efendim yok. Senden başka
sığınılacak ve kurtuluşa erilecek yer yok.
Miskinler gibi senden istiyorum. İtaatkar ve zelil
bir kimsenin yalvarışı gibi sana yalvarıyorum. Korkak bir kör gibi sana dua
ediyorum. Boynumu sana teslim etmiş, yüzüstü yere kapanmış, senin için gözleri
yaşla dolmuş ve kalbi sana boyun eğmiş bir kimse olarak senden istiyorum".
Ey ümitlerim
hakkında kendisine yalvardığım!
Ey
korktuklarım hakkında kendisine sığındığım!
Senin
kırdığın bir kemiği insanlar iyileştiremez
Senin
iyileştirdiğin bir kemiği de insanlar kıramaz.
Bu ve bunun
gibi durumlar makbul tevbenin izleridir. Bu duyguyu kalbinde hissetmeyen kimse
tevbesine şüpheyle baksın ve onu yeniden tashihe yönelsin. Gerçekte sahih bir
tevbe ne kadar zordur! Dil ile söylemek ise ne kadar kolay! Günahkar bir mümin
için samimi ve doğru bir tevbeden daha ağır gelecek bir şey yoktur. La havle vela kuvvete illa billah.
Gözle
görülür büyük günahlardan ve fısk ve fücurdan kaçınan bazı insanlar da haddi
zatında farkında olmadan en az o günahlar kadar günah olan manevi büyük
günahlara düşerler. Fakat bunların günah olduğunu düşünüp de tevbe etmeye
çalışmazlar. Bu kimseler, günah işleyen insanları kınar, küçük görür, yaptıktan
ibadeti tenkit ederler ve onlara lisan-ı hal ile tepeden bakarlar. Bu kimselerin
tutumu, çevresindeki insanların kendilerine büyük saygı göstermelerini
gerektiren bir tutum, gibi görünür ki onlar onlara tabi olanlar dışında hiç
kimseye gizli değildir. Ama Cenab-ı Hakk'a göre bu kimselerin hali, daha çirkin
ve o günahkarlara nisbetle bunlar rahmet kapısından daha uzaktır. Eğer Allah bu
tür insanların fısk ve fücur işlemelerine imkan tanırsa bu, onların nefislerini
kırmak, kudretini göstermek, o günah ile Allah'a boyun eğmesini ve yaptığı
amellerin kalbinde oluşturduğu kibri yok etmek içindir. Gerçekte bu durum, onlar
hakkında bir rahmettir. Allah Teala büyük günah işleyenleri samimi tevbeleri ve
kendisine yönelmelerinden dolayı affeder. Bu da onlar hakkında bir rahmettir. Bu
her iki grup zikrettiğimiz tarzda hareket ederlerse ne ala! Yoksa her iki grup
da tehlikededir.
|