Muhasebe Mertebesinin İkinci Temeli

 

Bu ikinci temel, Hakk için yapmak zorunda olduğun kulluk ve itaatlara sarılmak ve masiyetten kaçınmak gibi vazifelerle, lehinde ve aleyhinde olan şeyleri birbirinden ayırmandır. Lehine olan şeyler dinen mubah olan şeylerdir. Senin lehinde ve aleyhinde bazı hakların vardır. Öyleyse sen üzerindeki görevini eda et ki Allah da senin hakkını versin. Hakk ve vazifeleri birbirinden ayırman ve her hak sahibine hakkım vermen zaruridir.

İnsanların birçoğu eda etmesi gereken vazifeyi alması gereken hakk sanır, böylece de bunu yapıp yapmama konusunda tereddüt eder. Eğer yaparsa, bunu eda etmesi gereken bir vazife değil de yerine getirdiği bir fazla ibadet gibi görür.

Bunların tam karşısında bulunan bir kısım insanlar da yapması ya da terketmesi lehine olan bazı şeyleri vazifeleri gibi görüp alırlar veya terk ederler. Böylece de sorumluluk taşımayan terketmeyi ibadet sayarlar, bir çok mubah olan şeylerden faydalanmayı terk etme gibi. Bunlardan vazgeçmeyi yerine getirilmesi gereken bir vazife olarak telakki eder. Ya da terketmesi gereken şeyi yapmayı ibadet kabul eder ve bunu kendi üzerinde yerine getirilmesi gereken bir hakk olarak görür.

Birinciye örnek:

Nikahlanıp evlenmeyi, et yemeyi, veya meyve yemeyi terk etmeyi, ya da güzel yiyecek ve içecekleri terk etmeyi ibadet zannedenlerdir. Bunlar cehaletinden dolayı bunları terk etmeyi yapması gerekli bir vazife gibi görür. Böylece de bu fiilleri yapmamayı kendi üzerine vacib sayar. Veya bunları terk etmeyi Allah'a yaklaştırıcı en faziletli ibadetler olarak görür ve taatlerin en değerlisi olarak kabul eder. Şüphesiz böyle bir zanna kapılanı, Nebi (s.a.v) yadırgamıştır.

Sahih'de yer alan bir rivayete göre:

"Nebi (s.a.v)'in sahabesinden bir grup ona gizli ibadetlerinden sordular; sanki onlar yaptıkları ibadetleri azımsıyor gibiydiler. Bunlardan birisi, ben artık bundan sonra asla et yemeyeceğim, ötekisi ben de bundan sonra kadınlarla birlikte olmayacağım, bir diğeri ben de asla döşek üzerinde uyumayacağım, dedi. Onların bu sözü Nebi (s.a.v)'e ulaştı, bunun üzerine bir hutbe irad etti ve şöyle dedi: Birisi ben asla et yemeyeceğim, ötekisi ben asla kadınlara yaklaşmayacağım, bir diğeri ben asla döşek üzerinde uyumayacağım diyor, bu topluluğa ne oluyor? Oysa ben kadınlarla evleniyor, et yiyor ve uyuyorum, namaz kılıp, oruç tutuyor, bazen de tutmuyorum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir." (Buhari, Nikah, 1; Müslim, Nikah,5)

Görüldüğü gibi Rasulüllah (s.a.v), sünnetinden yüz çevirenden uzak durmuştur. Allah'ın kullarına mubah kıldığı temiz şeyleri terk etmeyi ibadet sayanlar, bunlardan kaçınmayı ve uzak durmayı ibadet sananlar yadırganmıştır. İşte bu durum kulun hakk ve vazifelerini birbirinden temyiz edememe halidir.

İkinciye örnek:

Hal, keşf ve tasarrufa vesile olduğunu zannettiği bazı bid'at ibadetleri ibadet kabul edenlerdir. Bu hallerin bir takım gerekleri vardır ki bunlarsız kesinlikle bu, keşf ve tasarruf meydana gelmez. Böylece de bu hal sahihleri bu söz konusu gerekli şeyleri yapmayı ya da terketmeyi ibadet sayarlar ve bunları eda edilmesi gereken vazifeler olarak görürler. Oysa bunlar, yapıp yapmamakta serbest olduğu şeylerdir. Saliklerin, yapması gerekenle gerekmeyen arasında herhangi bir ayırım gözetmeksizin, kendi zevk, vecd ve istılahlarıyla belirledikleri bazı makam ve riyazatları ifa etmek bunlardandır. Fakat bunların herbiri ayrı bir konudur.

Herevi der ki:

"Muhasebinin temellerinden üçüncüsü senin kendinden razı olduğun her itaatin aleyhinde olduğunu, kardeşini ayıplamana sebeb olan her günahın ise senin başına geleceğini bilinendir."

Kulun kendi ibadetinden hoşnud olması, nefsine olan hüsn-ü zannına delildir. Bu onun kulluk haklarını bilmediğini, Rabb Teala'ya layık, muhatab alınmaya değecek ameli bulunmadığını gösterir.

Sözün kısası şudur: Kulun taatlarını beğenip, nefsine hüsn-ü zan etmesi, kendi sıfatlarını, afetlerini, amellerinin kusurlarını görmemesinden, Rabbini ve Rabbinin hakkını, Ona nasıl ibadet edileceğini bilmemesinden kaynaklanır. Yine zina, şarab içme, savaştan kaçma gibi büyük günahlardan daha büyük olan kibir, ucub ve diğer afetlerde buradan kaynaklanır. Netice itibariyle, yaptığı ibadetten hoşnud olmak nefsin saçmalıklarından ve ahmaklıklarındandır.

İbadetlerdeki noksanlıklarını müşahede ettiklerinden, Allah'ın yüceliğine ve celalına layık şekilde ibadet edemediklerini gördüklerinden dolayı azim ve basiret sahibleri ibadetlerinin sonlarında çokça istiğfar ederler. Eğer böyle bir ibadet Allah'ın emri olmasaydı, bunlardan hiçbiri bu türlü bir ibadete teşebbüs etmezler, efendileri için böyle bir kulluğa razı olmazlardı.

Şüphesiz Allah Teala elçilerine ve evini ziyaret edenlere Arafat'ta bu ziyaretlerinin ifasının akabinde kendisine istiğfarda bulunmalarını emretti. Ki Arafat ibadet yerlerinin en yücesi ve faziletlesidir.

Allah Teala buyurur ki:

"Arafat'tan inip geldiğiniz zaman Meşar-ı Haram'da Allah'ı zikrediniz, size öğrettiği gibi onu anınız. Siz daha önce sapıklardandınız. Sonra siz de herkesin inip geçtiği yerden geliniz, Allah'dan mağfiret dileyiniz. Allah Gafurdur, Rahimdir" (Bakara, 198-199)

"Onlar seher vakitlerinde mağfiret dileyenlerdir" (Al-i İmran, 17).

Hasan Basri der ki:

Bunlar seher vaktine kadar namazı uzatan, sonra oturup Allah'a istiğfar edenlerdir.

Sahih'de yer alan bir hadise göre Nebi (s.a.v):

"Namazda selam verince üç kez mağfiret dilerdi, sonra da, Ey Allah'ım sen selamsın ve selam sendendir, ey celal ve ikram sahibi sen mübareksin" buyururdu. (Müslim, Mesacid,135)

Allah Teala, Nebi (s.a.v)'e risalet görevini yerine getirdikten sonra, ibadetleri yerine getirip, hacc farizasını ifa edip, eceli yaklaştıktan sonra istiğfar etmesini emretmiştir. Ona indirilen en son surede şöyle buyurur:

"Allah'ın yardımı, fetih geldiğini insanların Allah'ın dinine öbek, öbek, girdiklerini gördüğün zaman. Rabbini hamd ile tesbih et ve ondan mağfiret dile, o tevbeleri çok çok kabul edendir." (Nasr Suresi)

İşte buradan Ömer ve İbn Abbas- Allah hepsinden razı olsun- anladılar ki bu sure ile Allah Teala Rasülullah (s.a.v)'e ecelini bildiriyor. Allah Teala vazifesini eda etmesinin peşinden kendisinden mağfiret dilemesini emrediyor. Bu sanki, sen üzerine düşeni yaptın, senin üzerinde artık yapman gereken birşey kalmadı öyle ise vazifenin sonunu istiğfarla bağla, demek istiyor gibidir. Nitekim salat, hacc ve gece namazının sonunda olduğu gibi, Nebi (s.a.v) abdestin sonunda da şöyle diyerek istiğfarda bulunur:

"Seni tesbih ederim ey Allah'ım, senin hamdınla, senden başka ibadete layık ilah olmadığına şehadet ederim. Senden mağfiret dilerim, sana tevbe ederim, ey Allah'ım! beni tevbe edenlerden ve temizlenenlerden kıl". (Tirmizi, Tahare, 41)

Bu Allah'a neyin yaraştığını, Allah'ın celaline layık olan kulluk ve şartlarının ne olduğunu bilenin halidir, bu kuru bir iddia ve akılsızların bilgisizliği değildir.

Ariflerden birisi der ki: Sen ne zaman nefsinden ve Allah için yaptığın amelinden razı olursan, bil ki Allah senin yaptığın amelden razı değildir. Nefsinin her türlü ayıp ve şerrin kaynağı olduğunu ve amelinin her türlü afet ve noksanlık içinde arzedildiğini bilen biri Allah için nefsinden ve amelinden nasıl razı olur?

Şeyh Ebu Medyen de şöyle demiştir: Kim kulluğu gerçekleştirirse fiillerine riya gözüyle, hallerine iddia gözüyle, sözlerine de iftira gözüyle bakar. Ne zaman kalbinde matlub büyürse, gözünde nefsi o kadar küçülür ve matlubu elde etmek yolunda sarfettiği değer de kıymetten düşer. Her ne zaman kulluk ve Rabbliğin hakikatini müşahade edersen Allah'ı ve nefsini tanırsın, yanındaki ticaret metaının hakk olan melike uygun düşmediğini anlarsın. Her ne kadar iki alem ameliyle gelse bile akibetinden korkarsın, bu ameli ancak Hakk Melik keremi, lütfü ve fazlıyla kabul eder ve bu amelin mükafatını sana kerim lutfuyla ve fazlıyla verir.  

 

İÇİNDEKİLER