Eğer denilirse ki, hususuz
kılınan namaz hakkında ne dersiniz? Acaba öyle bir namaz kabul olunur mu?
Buna şöyle cevap verilebilir:
Bu, bundan sevap alamayacağı manasındadır ve ancak aklı başındayken ve Allah'a
huşu' edilen miktarınca sevab alır, onun dışındaki sevaba konu olmaz.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Namazından sana ait olan ancak aklının başında
olduğu kısmıdır."
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde
merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Kul namaz kılar. Ancak o
namazdan onun hesabına ya yarısı ya üçte biri veya dörtte biri, nihayet onda biri
yazılır."
Cenab-ı Hak namaz kılanların
felahını, namazlarında huşu halinde olmalarına bağlamıştır. Bu da namazda huşu
içinde olmayanların kurtulanlardan olmayacaklarına delalet eder. Şayet hususuz
kılınan namaz kabul olunsaydı, öyle namaz kılanların da felah bulanlardan
olmaları gerekirdi.
Dünyevi hükümler ve kazasının
gerekmesi bakımından kabul olunup olunmamasına gelince şayet huşu ve anlaması
galip ise icma ile kabul olunur. Bu arada kılınan sünnetler, akabinde yapılan
zikirler onun eksiklerini tamamlarlar.
Eğer huşusuzluk ve ilgisizlik
galip olursa fıkıh uleması böyle bir namazın iadesinin vacip olup olmadığı
hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel'in talebelerinden Ebu Abdullah b.
Hamid ve Ebu Hamid el Gazzali Vasit ve Basit adlı eserlerinde değilse de İhya'da
böyle bir namazın yeniden kılınmasının vacip olduğunu kabul etmişlerdir.
Bu görüşten olan alimler böyle
bir namazdan dolayı mükafat söz konusu olmadığını, ondan dolayı felah
bulunmayacağını ileri sürerek ondan zimmetin kurtulamayacağım, riya ile namaz
kılan kimse gibi, onu kaza değil, iade etmesi gerektiğini ileri sürmüş ve bu
hususta şu delilleri zikretmişlerdir:
1 - Huşu ve düşünme namazın ruhu,
gayesi ve özüdür.
Binaenaleyh, ruhu ve özü gitmiş, sadece şekil ve kabuğu kalmış
olan bir namaz nasıl kabul edilebilir?
2 - Kişi namazda bir vacibi kasden terk etse bu, o namazı bozar. Çünkü bir kısmı bulunmayan namaz, organı
eksik olan ve keffaret olarak azad edilen bir köle gibidir. Her ikisi de sahih
olmaz. Öyle ise ruhu, özü ve gayesi gitmiş olan bir namazın da sahih olmaması
icap eder. Çünkü böyle bir namaz artık ölü bir köleye benzer. Nitekim farz olan
bir keffaretle mesela eli kesik olan bir köleyi azad etmek caiz olmadığı gibi,
ölü olan bir köleyi bu maksatla azad etmek haydi haydi caiz değildir.
Bazı selef uleması da, şöyle
demiştir:
Namaz bir hükümdara hediye edilen bir cariye gibidir. Nasıl ki bir
hükümdara çolak, şaşı veya kör, yahut da eli ve ayağı kesilmiş, yahut hasta,
çirkin ya da ölmüş, ruhsuz bir cariye hediye edilmezse, kul da rabbine hediye
ettiği namazı seçmek durumundadır. Zira Allah iyidir, ancak iyi olanı kabul
eder. Ruhsuz bir namaz ise iyi bir amel değildir. Nitekim ruhsuz bir köle azad
etmek de iyi bir azad değildir.
3 - Kalbi huzur ve huşu
ibadetinden alıkoymak, uzuvların efendisini ibadetten alıkoymak ve
uzaklaştırmaktır. Efendi azledip etkisiz bırakıldıktan sonra, halkın taat ve
ibadetinin ne önemi kalır?
4 - Organlar kalbe tabidirler.
Kalbin iyi oluşuyla iyi, kötü oluşuyla da kötü olurlar. Kalb kulluğunu yapmazsa
organlar haydi haydi yapmazlar. Kalbin ibadeti gaflet ve vesvese ile fasit
olursa onun halkı ve askeri durumunda olan organların ibadeti nasıl sahih olur?
Halbuki o halk ve askerler onun emriyle hareket
etmekte, onun emrine uymaktadırlar.
5 - Tirmizi ve diğer hadis
kitaplarında merfu olarak rivayet edilen bir hadiste Rasulullah (s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
"Allah gaflet içindeki kalbin duasını kabul etmez."
Bu hadis ya
ibadet duasına hasdır, ya niyaz duasına mahsustur.Ancak her halükarda gaflet
içindeki bir kalbin yapacağı ibadet duasının kabul olunmayacağına dikkat
çekmektedir.
6 - Genellikle, gaflet ve
yanılmanın galip geldiği namazda ihlas bulunmaz. Çünkü ihlas kullukta sadece
mabuda yönelmektir. Gaflet içinde bulunan kimsenin bir yönelişi söz konusu
olmayacağına göre, ibadetinin de söz konusu olmaması gerekir.
7 - Cenab-ı Allah :
"Şu namaz
kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılmaktadırlar"
(Maun, 4-5)
buyurmuştur. Halbuki yanılmak namazı kılmamak değildir. Öyle olsaydı Cenab-ı Hak
ayette "namaz kılanlar" deyimim kullanmazdı.
O halde, zikredilen yanılma bir
vacibi unutmadır ki, ya İbn Mesud ve diğer bazı zevatın ileri sürdükleri gibi,
vakti unutmadır veya huzur ve huşuu unutmadır. Doğrusu ayette geçen yanılma her
iki tür yanılmayı da içine almaktadır. Çünkü Hak Subhanehü ve Teala onların
namaz kıldıklarını kabul ettikten sonra, onda yanıldıklarını ifade buyurmuştur.
O halde bu yanılma ya vacip olan vakitte yanılma veya vacip olan huzur ve
ihlasda yanılmadır. Onun için ayette riya ettiklerinden söz edilmiştir. Şayet bu
yanılma terk manasına gelen bir yanılma olsaydı, riyadan söz etmek mümkün
olmazdı.
Bir an için ayette geçen
yanılmanın sadece vacipte yanılma olduğunu kabul etsek bile, ihlas ve huşu
konusunda yanılmaya karşılık, yazık olacağına dair bir tehdidi şu sebeplerden
dolayı evleviyette içine almaktadır,
a - Vakit özür halinde düşer ve yerini
bedeline bırakır. Oysa ihlas ve huzur hiç bir halde düşmez. Ve bedeli yoktur,
b -
Vakit vacibi, huşu maslahatını tamamlamak için düşer. Binaenaleyh huşu ve huzur
ile kılınmasına bir mani bulunan namazı diğer bir namazla cem' etmek caiz olur.
Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı alimlerin kabul ettikleri üzere yolcu, hasta ve
cem etmeye ihtiyacı bulunan meşgul kimse böyledir.
Özet olarak Peygamber nazarında
namazda ihlas, huzur ve kalbi bütünüyle Allah'a yöneltme maslahatı, diğer
vaciplerin maslahatından daha fazladır. Binaenaleyh, şari'in bir tek tekbirin
terki, bir rüknü yerli yerinde yapmanın terki, bir harfin bir şeddenin, terki,
bir teşbihin "Semiallahu limen hamiden", "rabbena lekel-hamd"
veya bir salavatın
terki ile namazı iptal ettiği halde, ruhu, özü ve en büyük gayesi, sırrı
bulunmayan bir namazı kabul etmesi nasıl düşünülebilir?
Bu grubun ileri sürdükleri
deliller bunlardır. Görüldüğü üzere bu deliller güçlü ve açık delillerdir.
Huşusuz kılınan namazın
iadesinin lazım gelmeyeceğini ileri süren diğer grubun öne sürdükleri deliller
ise şunlardır:
1 - Sahih bir hadiste
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Müezzin ezana başladığı zaman şeytan
kaçar. Ezanı duymamak için sesli bir şekilde yellenerek gürültü çıkarır. Ezan
bitince geri döner. Namaz için kamete başlanınca yine uzaklaşır. Kamet bittiği
zaman geri döner ve kişinin kalbi ile arasına girer, ona hatırına gelmeyen
şeyleri hatırlatarak, şöyle der: Şunu hatırla, şunu hatırla. Sonunda kişi kaç
rekat kıldığını bilemez hale gelir. Siz bu halde olursanız oturduğunuz zaman iki
secde yapın."
Peygamber Efendimiz (s.a.v)
burada namazında kaç rekat kıldığını bilmeyecek kadar şeytan tarafından gaflete
düşürülen kimseye iki tane sehv secdesi emretmekte, ancak namazı iade etmesini
emretmemektedir. Şayet sizin iddia ettiğiniz gibi böyle bir durumda namaz batıl
olsaydı, Rasulullah (s.a.v) onun iade edilmesini emrederdi.
İşte şeytanın kula namazda
vesvese verip huşuuna mani olmasından dolayı onun burnunu toprağa sürtmek için
sehiv secdelerinin emredilmesinin sırrı da buradadır. Bunun içindir ki Peygamber
(s.a.v) sehiv secdelerine "murağğimeteya= iki horlayıcı" adını vermiş, namazında sehivde bulunanlara bu iki secdeyi yapmalarım emretmiştir. Secdeleri
gerektiren unutmanın az veya çok olduğuna ve şiddetine dair bir ayırım yapmadan,
"her sehiv için secde yapılmasını" emretmiş, şiddetli olan sehvi ayırmamıştır.
2 - İslami hükümler zahire göre
verilir.
Gizli olan imani hakikatler ise sevap ve ikaba taalluk eden şeylerdir.
Dolayısıyla, Allah'ın iki ayrı hükmü vardır:
Birincisi dünyada amellerin
zahirine ve organların amellerine göre verdiği hükümler;
İkincisi ise, ahirette
zahir ve batına göre vereceği hükümlerdir.
İşte bu esastan dolayıdır ki, Rasulullah efendimiz (s.a.v) münafıkların izhar ettikleri hallerini kabul eder
gizli niyet ve hallerini Allah'a havale ederdi. Münafıklar müminlerle evlenip
mirasçı olurlardı. Bu dünya açısından namazları makbul olarak değerlendirilir,
zahiri olarak icra etmelerinden dolayı namaz kılmamış olarak kabul edilmezlerdi
Ancak mükafat ve ceza ile ilgili hükümler insana değil, Allah'a aittir. Onun
hükmü ahirette verilecektir.
Biz İslam'ın ameli kısmı
hakkında hüküm veriyoruz. Dolayısıyla ahirette cezadan kurtarıp mükafata sebep
olmasa bile, münafık ve riyakarın namazının sahih olduğuna hükmederiz. O halde
vesvese ve kalbin huşudan gaflet etmesine müptela olan gafil müslümanın namazı
haydi haydi sahih olmalıdır.
Evet, huşusuz olarak namaz
kılan kimse Allah'ın dünyada ve ahirette namaza bağlamış olduğu bir takım
lütuflardan mahrum kalır. Çünkü namazın bu dünyada, kalpteki imanı
kuvvetlendirmesi, kalbi nurlandırması, kalbin genişleyip açılması,' ibadetin
tadını alması, neşe ve sevinç duyması; tıpkı padişahın huzuruna varıp' onunla
hususi olarak konuşan bir kimse gibi, hatta ondan daha ziyade olarak niyet ve
kalbiyle namazda Allah'a yönelen, kalbi O'nun huzurunda bulunan bir müminin elde
edeceği lezzeti duyması gibi, elde edebileceği mükafatları vardır.
Ayrıca namazını kılan kimse
ahirette yüksek derecelere çıkar. Mukarrabin ile beraber olur. İşte namazda huşu
ve huzur içinde bulunmayan kimse, bütün bunları elinden kaçırır, îki insan
namazda yanyana durdukları halde, namazları arasında göklerle yer kadar fark
olur. Ancak bizim bunlar için bir diyeceğimiz yoktur.
Eğer huşu'suz kılınan namazın
iade edilmesinin gerektiğini söylerken, bu netice ve meyveleri elde etmesi
düşüncesini taşıyorsanız buna hakkınız vardır. Haliyle kişi isterse o neticeleri
elde eder, isterse etmez. Şayet, "bu hususta mecburdur, yapmazsa onu
cezalandırır, kendisine namaz kılmayan kimse gibi muamele ederiz," diyorsanız,
bu doğru değildir.
Namazda huşu içinde bulunmayan kimse ile ilgili
görüşlerden ikinci görüş, bize göre daha doğrudur.
En iyisini Allah bilir.
|