Bu, samimi tevbenin ve hakikatinin zikredilmesiyle
ortaya çıkacaktır: Yüce Allah buyurur ki:
“Ey inananlar, Allah’a yürekten bir tevbe ile
tevbe edin.. Umulur ki Rabbiniz sizin günahlarınızı örter de sizleri altlarından
ırmaklar akan cennetlere koyar.” (Tahrim, 8)
Bu ayette Yüce Allah, kötülüklerin şerrinden
korunmayı -ki bu günahların örtülüp bağışlanmasıdır-, kulun istemediğini ortadan
kalkmasına benzetmiş, cennete girmeyi (kulun isteği), samimi tevbeye
bağlamıştır.
Ayetteki “nusuh” kelimesi, “faul”
vezninden olup mübalağalı anlatımda kullanılır. Tıpkı. “şekür=şükreden”,
“sabur=çok sabreden”de olduğu gibi. “Nasuh” kelimesinin kökü olan
“nasaha” fiili, birşeyin sahtelikten ve şaibelerden hali ve beri olması
manasına gelir. Tevbede, ibadette ve danışmada “nusuh” söz konusudur. Bu,
tüm bu fiillerin, sahtelikten, kusur ve fesattan kurtarılması için gereklidir.
Genel kullanımına göre nush, sahtekarlığın zıddıdır.
Selefin bu konudaki ifadeleri muhteliftir. Hepsi de
tek bir şeye döner.
Ömer ibn Hattab ve Übeyy b. Ka’b (r.a) şöyle
derler:
“Tevbe-i nasuh, günahtan dolayı tevbe etmek, sonra
ona dönmemektir. Tıpkı sütün memeye bir daha dönmemesi gibi.”
Hasan el- Basri ise şöyle der:
“Bu, kulun geçen günahı için pişman olması, ona
bir daha dönmemek üzere toplanmasıdır.”
Kelbi ise şunu söylemiştir:
“O, dil ile istiğfar etmek, kalp ile pişman olmak, beden ile kendine sahip çıkmaktır.”
Said b. Müseyyeb ise şunu ifade etmiştir:
“Tevbe-i nasuh yapın, nefislerinize onunla nasihatta bulunursunuz.”
O, tevbe-i
nasuhun manasını, tevbekara nasihat eden olarak ele almıştır. Bunu nâsıh
(nasihat eden) manasına almıştır.
İlk görüşün sahipleri ise “nasuh” kelimesini
meful/nesne olarak ele almaktadırlar:
Buna göre, tevbe eden samimi olmakta,
tevbeye en ufak bir sahtekarlık sızmamaktadır. Bu durumda o, ya “mensuhun
fiha” manasındadır ki “rakube=çok binilen”, “halube= sütü bol
hayvan” örneklerinde olduğu gibi veya fail / özne manasındadır ki, nasih,
sadık ve halis manalarına gelir.
Muhammed b. Ka’b el- Kurazi der ki:
“Tevbe-i nasuhu toplayan dört şey vardır:
Dil ile istiğfar, bedenle vazgeçiş, bir daha
dönmemeyi kalp ile isteme ve kötü dostları terketmek.”
Ben de derim ki:
Tevbedeki nush, şu üç şeyi ihtiva
eder:
İlki: O bütün günahları kapsayacak genişlikte
olup ele almadık bir günah bırakmaz.
İkincisi: Azim ve doğruluğun bütünüyle
günahlar üzerinde toplanmasıdır ki, bunun tereddüte yer vermeyecek şekilde kesin
olması gerekir. Hatta, onun üzerinde kişi bütün irade ve azmini toparlar.
Üçüncüsü: Tevbe-i nasuhun, ihlasını, sırf
Allah korkusuyla vaki oluş halini zedeleyecek şaibe ve illetlerden beri
tutulması. Böyle bir tevbe, malını, saygınlığını; makam ve mevkiini, mal rızkını
korumak, insanların övgüsünü kazanmak veya başka bir dünyevi ve maddi sebepten
dolayı tevbe eden birinin tevbesi gibi olmamalıdır.
Bu üç unsurdan ilki, tevbe edilen şeye, üçüncüsü,
kendisine tevbe edilene, ortancası ise bizatihi tevbe edenin kendisine
mütealliktir. Tevbenin nasıh oluşu, ondaki doğruluk ve ihlası, günahları
kapsamasını gösterir. Kuşkusuz böyle bir tevbe, istiğfar gerektirir ve onu da
ihtiva ederek bütün günahları yok eder. Bu, tevbeden daha mükemmel bir haldir.
Kendisinden yardım istenen Allah’dır ve O’na tevekkül ederiz.
La havle vela
kuvvete illa billah.
|