Sapıtma Konusunda Şeytanın Tedrici Faaliyeti

 

Dördüncü Bakış:

Kul, isyanında, bu isyanı emredene, bu fiili kendisine güzel gösterene ve ona teşvik edene bakmalıdır. Bu varlık, o kula musallat edilmiş şeytandır. Şeytana bakışını yöneltmesi ve düşünmesi onu düşman edinmeyi, ona karşı savunmayı, korunmayı, uyanık olmayı, düşmanının, farkında olmaksızın ondan istediği şeyler hususunda dikkatli olmayı gerektirir. Şeytan insanı mağlup etmek için karşısına yedi tuzak çıkarır, bunlardan biri ile insanı alt etmek ister. Bu tuzakların her biri, diğerinden daha zordur. Kul bu engelleri aştıkça, şeytan daha zorlarını dener, başarısız kaldıkça daha zoruna başvurur.

Birinci tuzak:

Allah'ı,dinini, O'na kavuşmayı, kemal sıfatlarını ve peygamberlerinin O'nun hakkında getirdiği haberleri inkar etmek.

Eğer bu tuzakta, o kulu elde etmeyi başarırsa, kula karşı olan düşmanlık ateşi söner ve huzura kavuşur. Eğer kul, hidayeti, basireti ve iman nuruyla bu tuzağı aşar ve kurtulursa şeytan ikinci tuzağa başvurur.

İkinci tuzak:

Bu bid'at tuzağıdır.

Bu da ya:

1 -  Allah'ın peygamberine gönderdiği ve kitabında bildirdiği hakka aykırı inançlar taşımak,

yahut da:

2 - Allah'a, müsaade etmediği ve bu tür hiçbir şeyi kabul etmeyeceği dinde sonradan uydurulmuş ibadet şekilleri ve gelenekler yoluyla ibadette bulunmaktır.

Çoğunlukla bu iki bid'at türü birbirine bağlıdır ve biri diğerini getirir. Hemen hemen biri diğerinden ayrılmaz. Nitekim bazıları şöyle demiştir:

Lisanen söylenen bid'at ile fiilen işlenen bid'at birbiriyle evlenmiştir. İki eş daha düğün ile meşgul olurken çok geçmeden zina mahsulü çocukları İslam beldelerinde ifsada başlarlar. Bunların kötülüklerinden bütün kullar ve beldeler Allah'a feryad edip yalvarırlar.

Şeyhimiz şöyle demiştir: Kafir hakikat, facir bid'atle evlenmiş ve bu evlilikten dünya ve ahiret hüsrana boğulmuştur.

Eğer kişi bu tuzağı aşar, sünnetin nuruyla bundan kurtulur, sahabe ve onlara iyilikle tabi olanlara gerçek manada uyarak bu badireyi atlatmaya Allah bu kişiyi muvaffak kılarsa şeytan diğer tuzaklarına başvurur.

Fakat son asırlar bu engeli aşmaktan ne kadar uzaktır! Böyle bir olay vuku bulmuşsa bid'at ehli onlar için hemen darağacı dikmiş, kendilerine her türlü kötülüğü yamamış ve kişinin bidatçı olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Üçüncü tuzak:

Büyük günahlar tuzağı.

Şeytan eğer kulu bu tuzağa düşürürse, büyük günahları ona süsleyip güzel gösterir ve devam etmesini sağlar. Kula irca (Umut) kapısını açarak şöyle der: İman, tasdikten ibarettir, ameller ona zarar vermez. (Günah ve isyan fiillerini kasdediyor. Yani irca kapısını açtığında şeytan kula şöyle diyor: iman, tasdikten ibarettir. Bundan dolayı kötülülük ve isyan ifade eden fiiller imana zarar veremez. Bu ve benzeri sözler, şeytanın kulu umutlandırması manasına gelir ki bu düşünce dini bozan bid'atlerin en şerlilerindendir.)

Belki de insanlığı helaka götüren şu sözü ona söyletir:

"Şirk halinde iyiliğin fayda vermediği gibi tevhid halinde de günah zarar vermez."

Şeytana, kulu bid'at tuzağına düşürmek daha sevimli gelir. Çünkü bid'at dine terstir ve Allah'ın elçisine gönderdiği bir hususu reddeder. Bid'at sahibi, bu bid'atinden dolayı tevbe etmez, ondan vazgeçmez, aksine insanları bu bid'ate davet eder. Şeytanın, kulu bid'at tuzağına düşürmesinin diğer sebebleri şunlardır:

Bid'at; ilimsiz olarak Allah hakkında görüş sahibi olmaya, sahih sünnete ve bu sünnet ehline düşmanlık etmeye, sünnet nurunu söndürmek için çalışmaya, Allah ve Resulü (s.a.v)'nün kovduğu şeytana dostlukta bulunmaya, Allah ve Resulu'nun dost olduğu kişileri kovmaya, Allah ve Resul'ünun reddettiği şeylere itibar etmeye, itibar ettikleri hususları ise reddetmeye; onların düşmanlık beslediği kişiye dostluk, dostlukta bulunduklarına ise düşmanlıkta bulunmaya, onların inkar ettiklerini ispata, ispat ettiklerini inkara, hakikati konuşanı yalanlamaya, yalan konuşanı tasdik etmeye, batıl vasıtasıyla hakka karşı çıkmaya, hakkı batıl, batılı hak kılarak hakikatleri tersyüz etmeye, Allah'ın dininde inkara, kalplerde hakkı gizlemeye ve hapsetmeye Allah'ın dosdoğru yolundan sapmayı arzulamaya ve topyekün dini tahrif etme kapısını açmaya sevkeder.(Bid'atlerin en şerlisi ve en kötüsü; akaid, ibadetler, hükümler, tarikatler, zikirler ve virdler konusunda, hidayetsiz ve basiretsiz olarak, babalarının ve şeyhlerinin davranışlarını körü körüne taklit ve bununla amel etmektir. Bu basiret ve hidayet, nurunu Allah'ın kitabı ve rasulünün sünnetinden alır. Eskiden ve şimdi insanların pek çoğu bu taklid bid'atinden dolayı, ibadet ve teşride şirke düşmüşlerdir)

Gerçek şu ki, bid'atler, kulu küçüklerinden büyüklerine doğru yavaş yavaş alıştırır, bid'at sahibi nihayet, kılın hamurdan sıyrılıp çıkması gibi dinden çıkar.

Bidatlerin zararını ancak basiret sahibi kimseler kavrar. Basiretsiz cahil kimseler ise, sapıklık karanlığında hak yoldan sapmış kimselerdir.

"Allah kime nur vermemişse, artık onun için nur yoktur." (Nur,40)

Kul, Allah'ın onu koruması veya kendini bundan kurtaran samimi bir tevbe ile bu engeli de aşarsa şeytan diğer tuzağa geçer.

Dördüncü tuzak:

Küçük günahlar tuzağıdır.

Bu günahları çok küçük birimlerle mukayese ederek ona şöyle der: Büyük günahlardan sakındığın müddetçe küçük günahlar sana zarar vermez. Büyük günahlardan kaçınmanın ve iyilikte bulunmanın, küçük günahlara kefaret olacağını, onları sileceğini biliyor musun? Şeytan sürekli olarak bu küçük günahları ona önemsizmiş gibi göstererek, nihayet kulun bu günahlar üzerinde ısrar etmeye başlamasını sağlar.

Böyle bir durumda, büyük günah işleyip de Allah'tan korkup çekinen ve pişmanlık duyan bir kimse, bu kimseden daha iyi bir durumdadır. Günah üzerinde ısrar etmek, büyük günah işlemekten daha çirkindir.

Tevbe ve af diledikten sonra büyük günah (kebire) diye bir şey kalmaz. Aynı şekilde yapmakta devam ederse günah da kalmaz. Allah Rasulu (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Sizleri küçük günahlardan sakındırıyorum"

Sonra bu konuya şöyle bir örnek verdi:

"Çöle varmış bir topluluğun oduna ihtiyacı oldu. Her biri birer odun getirdiler ve böylece büyük bir odun yığını oluşturdular. Ateş yakıp ekmeklerini güzelce pişirdiler. işte aynı şekilde küçük günahlar da kul üzerinde birikir ve o da bunları önemsiz görür de en sonunda o küçük günahlar, o kişiyi helaka götürür". (Müsned,V,331)

Eğer kul, sakınmak, korunmak, tevbe ve istiğfara devam ve de kötülüğün arkasından iyilik yapmak suretiyle bu tuzaktan da kurtulursa şeytan diğer tuzağa başvurur.

Beşinci tuzak:

İşleyene bir günah yüklemeyen mubahlar tuzağıdır.

Şeytan bu vasıtayla onun çok ibadette bulunmasını ve ahiret için azık hazırlamasını engeller. Sonra yavaş yavaş onun, sünnetleri terketmesini, sünnetlerin terkinden sonra farzları terk etmesini sağlar. Bu vasıtayla şeytan en azından, kârların, büyük kazançların ve yüce makamların o kuldan savuşup gitmesini temin eder. Kul, eğer bunların değerini bilseydi hiçbir ibadeti terk etmezdi. Fakat bunların kıymetini bilmemektedir.

Eğer kul, tam bir basiret, doğru yolu gösteren bir nur, ibadetlerin kıymetini ve bunları çok işlemenin değerini, bu dünya iskelesinde kalacağı az bir süreyi, ticaretin tehlikesini, müşterinin keremini ve alıcıların ibadetlerine karşılık vereceği bedelin kıymetini takdir ederek bu tuzaktan kurtulursa geçen zamanını harcamak konusunda cimri davranır ve alıp verdiği nefeslerin kârsız geçmemesinde aşırı dikkat gösterir. Bu durumda şeytan diğer tuzağı dener:

Altıncı tuzak:

Bu tuzak, daha aza tercih edilen ve daha az faziletli olan ameller tuzağıdır.

Şeytan bunları emreder, kulun gözünde bunları güzel gösterir ve süsler. Daha faziletli, daha kazançlı ve kârlı amellerle meşgul olmaması için bu amellerde bulunan fazilet ve kazancı kula çok gösterir.

Çünkü şeytan sevabın esasından kulu uzaklaştıramayınca, o sevabın kemal ve fazlından, yüce derecesinden onu mahrum bırakmaya çalışır. Kulu, daha az faziletli olanla daha faziletliden, daha az tercih edilenle daha çok tercih edilenden, Allah'a daha az sevimli olanla O'na daha çok sevimli olandan ve daha az razı olduğu ile fazla razı olacağı amelden alıkoyup, oyalamak ister.

Fakat bu tuzağa kadar gelebilmiş insanlar nerede? Bu noktaya gelebilenler çok azdır. Çoğunluğu ise şeytan daha ilk tuzaklarda avlamıştır.

Kul, amelleri ve onların Allah katındaki mertebelerini, faziletteki derecelerini anlamak; miktarlarını bilmek; onların yüceleri ile düşük seviyede olanlarını, faziletlileriyle daha az faziletli olanlarını, amellerin reisi ile halkını, efendisi ile kölesini birbirinden ayırmak suretiyle bu tuzaktan da kurtulabilir.

Çünkü amel ve sözlerinde, insanlarda olduğu gibi, efendi ile kölesi, reisi ile halkı, ulvisi ile düşüğü vardır. Nitekim sahih bir hadiste:

"İstiğfarın efendisi (seyyidu'l- istiğfar) kulun şöyle demesidir: Ey Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilah yoktur..." (Buhari, Daavat, 16; Tirmizi, Daavat, 15; İbn Mace, Dua,14) buyurulmuştur.

Başka bir hadiste:

"Cihad, amellerin en üstünüdür" (Tirmizi,İman,8;İbnMace,Fiten,12;Müsned V,231) buyurulmuştur.

Başka bir rivayette:

"Ameller birbirlerine karşı övündüler. Her biri kendi mertebesini ve faziletini anlattı. Diğerlerine karşı övünmede sadakanın üstün bir tarafı var idi" buyurulmuştur.

Bu engeli ancak, Allah'ın tevfik caddesinde yürüyen, ilim sahibi basiretli ve samimi kişiler aşabilir. Bu kişiler, amellerin derecelerini yerli yerine koyup, her hak sahibinin hakkını verirler.

Eğer bu tuzaklardan kurtulursa, şeytanın başvuracağı bir tek tuzak kalır, başka engel yoktur. Eğer bu tuzaktan kurtulacak birileri varsa onlar da mahlukatın en şereflisi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile Allah'ın diğer peygamberleridir.

Yedinci tuzak:

Bu tuzak, o zatın hayır konusundaki derecesine göre, şeytanın, ordusunu el, dil ve kalp ile ve türlü eziyetlerle o kula musallat etmesidir.

O kulun mertebesi yükseldikçe düşman da ona süvarileri ve orduları ile saldırır ve ona eziyet verir. Taraftarlarını ve halkını türlü kötülüklerle ona musallat eder. Bu engelden kurtulmanın çaresi yoktur. Çünkü kul ne ölçüde doğru yolda, Allah'a duada ve O'nun emrini yerine getirme konusunda çok çalışırsa, düşman da o ölçüde, sefih arkadaşlarının onu sapıtması konusunda o kadar çok çalışır. Bu kul, ümmet için harbe soyunmuş, Allah'ın yardımıyla Allah için düşmanla savaşa tutuşmuştur. Bu kişinin bu konuda Allah'a olan kulluğu, seçkin ariflerin kulluğudur.

Bu kulluk, şeytanı kızdırıp öfkelendiren bir kulluktur. Bunu ancak tam basiret sahibi kimseler anlar. Allah'a kulunun düşmanı öfkelendirmesi ve kızdırmasından daha sevimli gelen bir şey yoktur.

Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde Cenab-ı Hak bu kulluğa işaret etmiştir:

"Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer (mürağimen) ve genişlik (bolluk) bulur." (Nisa,100)

Allah'a ibadet için hicret eden kimse hem Allah düşmanı hem de kendi düşmanını kızdırdığı için "öfkelendirici" ismiyle anılmıştır.

Allah, dostunun, düşmanını kızdırması ve öfkelendirmesinden hoşnud olur. Nitekim Allah Teala:

"De ki: Allah yolunda onlar (Medine halkı ve çevresindeki bedeviler) bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlığın erişmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah iyilik yapanların mükafatlarını zayi etmez" (Tevbe,120).

Allah Teala, Rasulullah (sav) ve ona tabi olanların vasıflan hakkında şöyle buyurmuştur:

"İncil'deki vasıfları şudur: onlar sanki bir ekin gibidir ki bu ekin filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken semizleyip kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup boy atmıştır. (Ki bu) ekincilerin (çiftçilerin) hoşuna gider. (Bu misali vermesi) bununla kafirleri öfkelendirmek içindir" (Feth, 29).

Kafirleri öfkelendirmek Rabbimin sevip arzu ettiği bir şeydir. Kulun bu konuda Rabbine muvafakat etmesi, O'na karşı yaptığı kulluğun kemalindendir. Allah Rasulu (s.a.v) namazda yanıldığında kulun iki kere secde etmesini teşri kılmış ve şöyle demiştir:

"Eğer o kişinin namazı tam ise, bu iki secde şeytanın burnunu yere sürter." (Müslim, Mesacid)

Bir rivayette "Şeytanı çileden çıkanr." şeklindedir. Böylece bu iki secdeyi "sinirlendiren ve burnunu yere sürten iki secde" diye isimlendirmiştir.

Düşmanını kızdırmak suretiyle Allah'a ibadet eden kimse "sıddıkıyyet" makamından hayli mesafe almış demektir. Kulun Rabbine olan sevgisi dostluğu, şeytana karşı duyduğu düşmanlığı ve düşmanı sinirlendirme konusundaki başarı ölçüsündedir. Düşmanı öfkelendirdiğinden dolayı mescidde iki saf arasında çalımlı bir şekilde yürümek ve Allah'tan başka kimsenin göremeyeceği gizli bir sadaka verirken kibirli ve çalımlı davranmak övülmüştür. Çünkü bu durumda düşmanı öfkelendirmek ve sevdiği can ve malından Allah rızası için sarfetmek fiilleri mevcuttur.

Bu, Allah'a kulluk yolunda öyle bir kapıdır ki, ancak çok az insan bunu bilir. Bunun tat ve lezzetini tadan bir kimse bunsuz geçen günlerine yanar.

Yardım sadece Allah'tandır ve sadece O'na güvenilir. Güç ve kuvvet sadece Allah'a aittir.

Bu makamın sahibi şeytana bakıp günahını tefekkür edince, yaptığı samimi tevbe ile şeytanı öfkelendirir. Bu öfkelendirmesi de o kul için bir başka kulluk nevi doğurur.

Bu zikrettiğimiz küçük bölüm, tevbenin hafife alınmayacak inceliklerini taşımaktadır. Belki de sen bunlara başka bir eserde tesadüf edemezsin. Hamd ve İhsan Allah'a mahsustur ve başarı sadece O'na aittir.

Menazil müellifi şöyle der:

"Üçüncü ince nokta: Kul ilahî hükmü müşahede ettiğinde bütün anlayışlardan sıyrılıp "Hükm" anlayışına yükseldiği için hiç bir iyiliği güzel ve hiçbir kötülüğü de çirkin görmez."

Eğer bu söz, zahiri manasına alınacak olursa, son derece batıl ve yanlış bir sözdür. Bu sözün sahibine hüsn-ü zan beslenmemiş, imamet, ilim ve din konusundaki yeri takdir edilmemiş olsaydı, bu sözünün gereği neyse öyle değerlendirilirdi.

Fakat hatalardan korunmuş olan Hz. Peygamber (s.a.v)'den başka kimin sözü kayıtsız şartsız kabul veya redd mevzuu olabilir? Kimin bu konuda ayağı tökezlememiş ve hangi küheylan yüzü koyun kapaklanmamıştır?

Bunun manası şudur: Kul "tefrika" makamında bulunduğu müddetçe fiillerin bizzat kendilerine ve ayrıldıkları noktaya bakarak bazı fiilleri güzel bazı fiilleri çirkin görür. Kul bu makamı geçtiğinde, bu fiillerin ilk kaynağına, onların, bizzat ilahi hükümden çıkışına, bu fiillerin hepsinin aynı hükümde birleşmesine, ilahi iradenin bunları çekip çevirmesine ve hepsinin kaynağının bir oluşuna bakar. Bu kaynak herşeyi kapsayan bağlayıcı ve kuşatıcı iradedir.

İlahi irade (meşiet), ilahi hükmün kaynağına nisbetle böyledir. İlahi iradenin kendisi hüsn (güzel ve iyi) ve kubh (Çirkin ve nahoş) ile vasıflanamaz. Çünkü hüsn ve kubh, ilahi iradeye ancak varlık aleminde ortaya çıkıp hükmünü icra ettikten sonra arız olur. İrade güneş ışığı gibidir, bu ışık zatında birdir ve renkli değildir. Kırmızı, san ve yeşil gibi renklerle vasıflanamaz. Ancak renklendirilmiş mekanlar ile temasa geçince, o mekana göre vasıflandırılır. Bu takdirde kırmızı, san veya yeşil olarak görülür. Menazil müellifi ise, kul bu mahallerden, arızi şeylerden uzak ilk kaynağa yükseldiğinde bütün bu kayıtlardan kurtulur, demek istemektedir. Bu zatın yukarıda zikrettiğimiz sözünün en güzel yorumu budur.

Bu sözün, fasit temellere dayanan başka bir yorumu daha vardır: Allah Teala'nın iradesi, sevgisinin ve rızasının aynıdır. Dilediği herşeyi sevmiş ve ondan razı olmuştur. Dilemediği her şey ise kızdığı ve nefret ettiği şeydir. Kızdığı ve nefret ettiği şeyi O arzu etmemiştir. Sevip razı olduğu şeyi O dilemiştir.

Bu Cebriyyeci Kaderiyye'nin inançlarının temelidir. Bu kimseler, fiillerdeki hikmetleri, illetlendirmeyi, sebeblerini, aklın, fiileri güzel ve çirkin bulmasını inkar etmişlerdir. Onlara göre fiillerin hepsi eşittir. Bu fiillerden her biri hangi sebeble güzel olmuşsa veya hangi sebeble çirkin olmuşsa, bunlarla hususilik kazanmaz. Aklen, kulun nehyedildiği şeyle emrolunması veya emredildiği şeyden nehyolunması mümkündür. Bu hikmete zıt düşmez.

Onlara göre hikmet, ezeli ilmin, ezeli iradenin ve kudretin, ilgili olduğu nesnelerle uygun hale gelmesidir. Fiiller, ilahi arzu ve iradeye nispetle eşittir. Güzellik veya çirkinlikle vasıflanamaz. İlahi emir ve nehiy bu fiillere taalluk edince, o takdirde bu fiiller güzel veya çirkin olur. Onların güzel veya çirkin oluşlarının emredilmiş ve nehyedilmiş olmalarından öte bir manası yoktur. Dolayısıyla kul, emir ve nehyi tefrik etme konumunda ilahi irade ile ilahi hükmü birleştirme makamına yükselince hiçbir iyiliği güzel görmez ve hiçbir kötülüğü çirkin görmez. Bu makamdan inince ilahi emri anlar ve yeniden fiilleri güzel veya çirkin görmeye başlar. Müellifin sözünün ikinci yorumu budur.

Müellifin sözünün üçüncü bir yorumu daha vardır.

Halbuki bu zat, bu yorumdan, insanların en uzak olanı olduğu halde bu görüş ona hamledilmiştir. Bu görüş şudur: Bu yolda yürüyen salik, itaat ve isyanı müşahade etmesi sebebiyle hakikate ulaşmaktan yoksun kaldığı müddetçe, fiilleri güzel veya çirkin olarak görmeye devam eder. Fiilleri itaat ve isyan şeklinde müşahade eder. Fakat kevni hakikat olan ilk hakikati müşahede etme mertebesine yükselip, kevni hükmün varlıklara olan şümulünü, onları kuşatmasını ve bir zerrenin bile bu kevni hükmün dışına çıkamadığını gördüğü zaman, fiillerden herhangi birini çirkin bulmamaya ve bu fiillerin hepsinin ilahi takdir ve iradeye itaatten ibaret olduğunu düşünmeğe başlar.(Başka bir ifadeyle prensipleri şöyledir: Tabii hüküm her şeyin varlığının, Rablerinin varlığı ile bir olmasıdır. Burada çirkinlik veya güzellik söz konusu değildir. Çünkü her inkişaf ve sıfat tabiidir ve bu tabii olan şey, tercih sahibi birinin fiili değildir)

Bu durumu ifade eden biri şöyle der: Eğer ilâhi emre isyan ettiysem, muhakkak ki ilahi iradeye itaat etmişimdir. Bir başkası şöyle diyor:

Ben, senin benim için tercih ettiğin hususun etkisinde kalarak bunu yaptım. Benim yaptığım bütün işlerim sana itaatten ibarettir.

Kul, ikinci mertebede iken Allah'ın sevdiği ile kızdığı, emrettiği ile yasakladığı husus arasındaki fark nasıl o kişi için ortadan kalkıyorsa, bu mertebeden daha ileriye geçtiğinde Rabb ile kul arasındaki fark da o kişi için ortadan kalkar ve sonra şöyle der:

Orada ne itaat ne de isyan vardır? Çünkü itaat ve isyan zaruretten iki kişi arasında meydana gelir. Halbuki burda itaat eden, itaat edilenin aynıdır ve burada başka biri yoktur. Mutlak birlik, itaat ve isyanı ortadan kaldırır, iddialarına göre fiil birliğinden varlık birliğine yükselmek o kişi için itaat ve isyan ayırımını ortadan kaldırır. Nitekim ilahi emri tefrik etme noktasında ilahi hükmün birliğine yükselen kişiden de bu makam isyanın gerçekleşmesini ortadan kaldırır.

Bir grup insana göre bu durumun keşfi, ancak onların seçkin kişilerine ve vuslat ehline mahsustur.(Asıl nüshanın haşiyesinde şu ibare vardır: Bu sırlar ne kötüdür. Bunlar küfür ve inkarın ta kendisidir. Yücelik ve ululuk bakımından Allah onların söylediklerinden yücedir. Aksine biz şehadet ederiz ki, Allah (c.c) mahlukatından ayrıdır, arşını istiva etmiştir. Mahlukatında O'nun zatına ait bir şey yoktur ve zatında da mahlukata ait bir şey yoktur. O itaati ve ittat ehlini sever ve bundan dolayı onları mükafatlandırır, isyanı çirkin görür ve isyankarlara kin besler. Onları cezalandırır veya dilerse affeder ve tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Bu tarikatten sakın! Çünkü bu tarikat, vahdet-i vucud teorisini benimseyen ittihadiye tarikatıdır. Onlara göre bu makamda Rab ve kul yoktur. Yücelik ve ululuk bakımlarından Allah onların iftirasından yücedir)

Fakat Menazil müellifi bu kimselerden ve onların takip ettiği yoldan uzaktır. Müellif onları tekfir eder, hatta onları bütün dinlerden ihraç eder. Lakin onlar, bu zatın sözünü bu şekilde yorumlayıp onun kendilerinden olduğunu sandıkları için biz bunu zikrettik.

Bu makamın büyük bir makam olduğunu bil. Bu konuda iki grup insan hataya düşmüştür: Kelam ve felsefe ehli ile tasavvuf ve irade ehli.

Bu sebebden dolayı, kelamcıların çoğu, fiillerin aklen güzel ve çirkin görülebilmesini kabul etmemişlerdir. Haddi zatında fiillerin hepsini bir kabul etmişler, fiillerin yapıları icabı güzel veya çirkin olarak taksim edilemeyeceğini iddia etmişlerdir.

Onlara göre bizzat fiillerin güzellik, Çirkinlik, fayda ve zarar kaynağı olması söz konusu değildir. Şeytana yapılan secde ite Rahman'a yapılan secde arasında, yapılan fiilin yapısı icabı bir fark yoktur. Aynı şekilde sadakat ile yalan, zina ile nikah arasında bir fark yoktur. Ancak Cenab-ı Hak bunu haram, şunu vacip kılmıştır. Fiilin güzel olmasının manası, onun emredilmiş olmasıdır, yoksa o fiil menfaatin kaynağı değildir. Çirkin olmasının manası ise, onun yasaklanmış olmasıdır. Kötülüğün kaynağı veya bunu gerektiren bir özellikten dolayı o fiil çirkin değildir.

Aynı şekilde fiilin güzel olması, Cenab-ı Hakk'ın onu emretmiş olmasıdır. Menfaatin kaynağı olduğundan veya bunu gerektiren bir özellikten dolayı o güzel değildir.

 

İÇİNDEKİLER