Tevbe Edilmesi Mümkün Olmayan Günahlar

 

İslam Uleması tevbe edilmesi mümkün olmayan bir günah olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Ulemanın çoğunluğuna göre her günahın tevbesi vardır. Dolayısıyla her günahtan tevbe edilebilir ve her günahın tevbesi kabul olunabilir.

Bazı İslam alimleri ise katilin tevbesinin makbul olmayacağı görüşündedirler. İbn Abbas’ın (r.a) meşhur görüşü ve Ahmed b. Hanbel’den rivayet edilen iki görüşten biri budur. İbn Abbas bu konuda talebeleriyle yaptığı bir münazarada onların:

“ Allah, Kur’an’da ‘Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler “(Furkan, 68-70) buyurduktan sonra:

“Tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecektir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir” buyuruyor, buna ne dersiniz?”, demeleri üzerine şu cevabı vermiştir:

Bu ayet cahiliye döneminde işlenen günahlar ile ilgili olarak nazil olmuştur. Çünkü bazı kimseler cahiliyye döneminde iken katl ve zina gibi günahlar işlemişlerdir. Rasulullah’a (s.a.v) gelerek “İleri sürdüğünüz hususlar güzel şeylerdir. Acaba daha önce işlemiş olduğumuz günahların keffareti var mıdır? Bu konuda ne dersiniz?” diye sorduklarında bu ayet nazil olmuştur. Nisa Suresi’ndeki:

“Herkim bir mü’mini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedi kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (Nisa, 93) ayeti, müslüman olduktan sonra adam öldüren kimse hakkında nazil olmuş, onun cehenneme gideceğini bildirmiştir.

Zeyd b. Sabit (r.a) de bu konuda şunları nakletmektedir:

“Furkan Suresindeki:

“ Ve onlar ki Allah ile beraber başka ilaha yalvarmazlar” (Furkan, 68) ayeti ile onu takip eden ayetler nazil olduğu zaman oradaki yumuşaklıktan dolayı hayret etmiştik. Yedi ay bekledik. O zaman daha önceki o yumuşak ayetten sonra sert ayet nazil oldu. Böylece yumuşak ayet nesholundu.

Zeyd b. Sabit sert ayetle Nisa Suresi’nden zikrettiğimiz ayeti, yumuşak ayet ile de Furkan Suresi’ndeki ayeti kasdetmektedir.

Ayrıca İbn Abbas (r.a) Furkan süresindeki ayetin Mekke’de, Nisa’dakinin ise Medine’de nazil olduğunu ve Nisa süresindeki ayetin daha sonra neshe uğramadığını söylemiştir.

Katilin tevbe etmesinin mümkün olmadığını ileri sürenler bu görüşlerini şöyle izah ederler:

Bir mü’mini kasden öldüren kimsenin tevbesi imkansızdır. Çünkü bu tevbe ancak ya öldüren adamın hakkını helal etmesi veya onun bedeninden ayırdığı ruhunu oraya iade etmesi suretiyle mümkün olabilir?

Zira kul hakkının söz konusu olduğu bu günahın tevbesi ancak bu iki yoldan biriyle sahih olur. Katil açısından bu iki yolun ikisi de kapalıdır. O halde katilin hakkını iade etmediği ve helal de ettirmediği öldürme günahından tevbe edip kurtulması nasıl mümkün olabilir?

“Aslında bir insan bir başkasının malını haksız yere almış olsa ve mal sahibi onu alamadan ölse bu durumda günahkar kimsenin tevbe etmesi mümkün oluyor. Her iki durumda da kul hakkı söz konusu olduğuna göre katlde tevbe imkanı olması gerekmez mi?” diye itiraz edilemez.

Çünkü ikinci olayda o malın bedelini sadaka etmek suretiyle aynını almasa bile benzerini mal sahibine iade etmek mümkün olmaktadır.

Ayrıca, “Şirk katlden daha büyük olmakla birlikte tevbesi sahih oluyor. Ondan daha küçük olan katlin tevbesi niçin sahih olmasın?” diye de itiraz edilemez. Çünkü şirk tamamıyla Allah hakkının sözkonusu olduğu bir günahtır. Onun için şirkten tevbe edilebilmektedir. Halbuki katlde kul hakkı da vardır. Ve kul hakkının bahis mevzuu olduğu günahın tevbesi hakkı sahibine iade etmeye ve onun helal etmesine bağlıdır. Katl günahında bu iki imkandan hiç biri mevcut değildir.

Katl günahının da tevbesinin sözkonusu olduğunu kabul eden ulemanın çoğunluğu şu delilleri ileri sürmüşlerdir:

1 - Cenab-ı Allah:

(Tarafımdan onlara) de ki: Ey nefislerine karşı aşın giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (Zümer,53) buyurmuştur.

Bu ayet, tevbe eden günahkarlar hakkındadır.

2 - Ayrıca:

“Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, ama bunun dışındaki bir günahı dilerse bağışlar” (Nisa,43) buyurmuştur.

Bu ayet ise tevbe etmeyen günahkarla ilgilidir. Çünkü Allah Teala bu ayette şirk ile diğer günahları ayrı olarak zikretmiş, şirk dışındakilerin bağışlanmasını dilemesine bağlamıştır. Yani bu ayette tahsis ve ta’likde bulunmuştur. Birinci ayette ise bunu genelleştirmiş ve mutlak olarak zikretmiştir.

3 - Allah Teala bir başka ayette:

“Ve ben tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da doğruyu bulan kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır” (Taha, 83) buyurmaktadır.

Allah’ın katl günahını işledikten sonra tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan kimse için de çok bağışlayıcı olduğunda şüphe yoktur.

4 - Öte yandan sahih bir hadise göre Peygamber (s.a.v) yüz kişiyi öldürdükten sonra tevbe eden bir kimsenin tevbesinin kabul edilerek gitmekte olduğu iyi insanların köyüne ilhak edildiğini haber vermiştir. (Buhari, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 46-47)

5 - Ayrıca Ubade b. es-Samit’ten rivayet edilen sahih bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v) yanında bulunanlara şöyle buyurmuştur:

“Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarınızı öldürmemek, kendiliğinizden uydurduğunuz iftiralarda bulunmamak, iyilikte (marufta) bana isyan etmemek şartıyla bana biat ediniz. Sizden kim bu sözlerinde durursa mükafatını Allah verir. Ama kim bunlardan birini işler de bu dünyada iken cezasını çekerse, bu onun için keffaret olur. Ama kim böyle bir günah işlerde Allah onun durumunu gizlerse, artık onun işi Allah’a kalmıştır, dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır”. (Buhari, İman, 11; Menakıbu’I-ensar, 43; Hudud, 8,14)

6 - Keza bir kudsi hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Ey Ademoğlu, bana hiç bir şeyi ortak koşmadan dünya kadar günahla gelsen, ben de sana dünya dolusu mağfiretle gelirim.” (Müslim,Zikr,22; İbn Mace, Edeb,58; Müsned,V, 147,148,153)

Ayrıca Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse cennete girer.” (Buhari, İlm, 49; Müslim, İman, 150-153)

“Kimin son sözü ‘la ilahe illallah’ olursa cennete girer.” (Ebu Davud, Cenaiz, 20; Müsned, V, 233)

“Allah, Allah’ın rızasını talep ederek ‘la ilahe illallah’, diyeni cehenneme haram kılmıştır.” (Buhari, Salat, 46)

Şefaatla ilgili bir hadiste ise:

“Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanı cehennemden çıkarın” (Buhari, İman, 15) ve

“İzzet ve Celalim hakkı için “la ilahe illallah” diyeni cehennemden çıkarırım” buyurulmuştur.

Bunlara benzer bir çok nas vardır ki, hepsi de tevhid ehli olan, yani bir tek Allah’a inanan hiç kimsenin cehennemde ebedi olarak kalmayacağına delalet etmektedirler.

Nisa Suresi’ndeki ayete gelince benzeri bir çok ayet gibi o da vaid (tehdit) ayetidir.

Nitekim şu ayetlerde o nevidendir.

“Kim de Allah’a ve onun elçisine karşı gelir, O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır” (Nisa, 14),    

“Artık kim Allah’a ve Rasulüne baş kaldırırsa, ona içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır” (Cinn, 10) ve

“Zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir.” (Nisa, 10)

Hz. Peygamber’in (s.a.v):

“Kim kendi kendini bir demir parçası ile öldürürse, o demir cehennem ateşinden ebedi olarak kendi kendine vurmak suretiyle cezalandırılır” mealindeki hadisi de bu türdendir.

   

İslam uleması bu gibi nasların yorumu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Şöyle ki:

1 - Bir grup bu nasları zahiri manası ile anlamış ve bu günahları işleyenlerin cehennemde ebedi olarak azab göreceklerini ileri sürmüşlerdir. Hariciler ve Mu’tezile bu grubu teşkil etmektedirler. Ancak bunlar da kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.

Hariciler, bu günahları işleyenlerin kafir olduğunu, çünkü cehennemde ebedi olarak kalacaklarının haber verildiğini, halbuki cehennemde ancak kafir olanın ebedi kalacağını iddia etmektedirler. Mu’tezile ise bunların kafir olmayıp fasık olduklarını, tevbe etmedikleri takdirde bu durumlarından dolayı cehennemde ebedi olarak kalacaklarını, ancak tevbe etmeleri halinde bundan kurtulacaklarını ileri sürmüşlerdir.

2 - Bir başka grup ise tehdit içeren bu nasların o günahları helal saymak suretiyle işleyen kimselerle ilgili olduğunu kabul ederler. Bunlara göre haram olduğuna dair olan inancını muhafaza ederek o günahları işleyen kimse cehenneme girme tehdidi kapsamına girse dahi orada ebedi olarak kalma tehlikesinden kurtulur.

Öte yandan İmam Ahmed b. Hanbel:

“Bu günahları işlemese dahi bir kimsenin onları helal sayması sonucu kafir olacağını, ayrıca Hz. Peygamberin:

“Şunu şunu yapın...” diye buyurduğunu, yani o tehditlerin inanmayla değil, amelle ilgili olduğunu, ileri sürerek ikinci mezhebin görüşüne karşı çıkmıştır.

3 - Üçüncü bir grup ise bu naslarla istidlal edenlerin orada genel bir mana olduğu esasına dayandıklarını, oysa bu lafızlarda genellik bulunmadığını ileri sürerek günah işleyen herkesin bu kapsama girmeyeceğini söylemişlerdir. Bu kimseler bu yaklaşımlarıyla Mu’tezile ve Haricilerin bu delillerle istidlal etmelerini önlemek için bu yola gitmişlerdir. Ancak bunların bu tarz davranışları bütünüyle şer’i hükümleri’, hatta bütün haberleri hükümsüz kılma sonucunu doğurur. Binaenaleyh bunlar, batılı daha batıl olan bir şeyle, bid’atı daha çirkin bir bid’atle reddetmişler, adeta bir ev yapmak için bir şehir yıkan kimse durumuna düşmüşlerdir.

4 - Dördüncü bir grup ise bu delillerde gizli tutulan bir ifade (izmar) bulunduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre Arap dilinde bu tür gizli ibarelere sık sık rastlanmaktadır. Bu delillerde neyin gizli olarak ifade edildiği hususunda ittifak edememiş olan bu kimselerden bazıları burada bir şart cümleciği gizlendiğini ve “eğer Allah cezalandırırsa”, yahut “eğer Allah dilerse cezası budur” tarzında bir takdir bulunduğunu söylemişlerdir.

5 - Beşinci grup ise bu gibi delillerde bir istisna cümleciği gizli olduğunu, aslının “esası budur, meğerki Allah affetsin” tarzında olacağım ileri sürmüşlerdir. Ancak bu iki yaklaşımı, delillerin lafızlarından yararlanarak isbat etmek mümkün değildir. Bunlar,ancak akıl yoluyla ortaya atılan görüşlerdir.

6 - Altıncı grup ise şöyle demektedir:

Bu delillerde vaid (tehdit) vardır. Vaidden dönmek ise kınanmaz, aksine övülür. Cenab-ı Allah hakkında ise vaidinden dönmek caiz değildir. Çünkü vaid Allah’ın hakkıdır. Dolayısıyla ondan dönmesi bir af, bir hibe ve bağışlanmadır. Bunlar ise Allah’ın lütuf ve ihsanının ve cömertliğinin gereğidir.

Halbuki va’d Allah’ın üzerindeki haktır; onu kendi üzerine vacip kılmıştır. Onun için Allah va’dinden dönmez.

Nitekim Ka’b b. Züheyr şu beytinde Rasulullah’ı (s.a.v) böyle bir davranışla methetmektedir.

Duydum ki, Rasulullah beni tehdit etmiş

Ama Rasulullah’ın affedeceği umulur.

 

Bir defasında Ebu Amr b. el - Ala ile Amr b. Ubeyd bu konuda münakaşa ediyorlarmış.

Amr b. Ubeyd şöyle demiş:

“Ey Ebu Amr, “Kim bir mü’mini kasden öldürürse...” (Nisa,33) buyuran Allah vaidinden dönmez.”

Ebu Amr ise şöyle cevap vermiş:

“Yazıklar olsun sana, yoksa sen Arap değil misin? Çünkü Araplar vaidden dönmeyi kınanacak bir şey saymazlar, aksine cömertlik ve alicenaplık olarak kabul ederler. Sen şairin şu beyitlerini duymadın mı?

Amca oğlu, ben yaşadıkça, benim hücumumdan

Ve korkutanın mağlup etmesinden korkmaz.

Şayet ben ona bir tehditte veya va’dde bulunursam, 

Tehdidimden cayar, va’dimi yerine getiririm.

 

7 - Yedinci grup ise şöyle demektedir:

Bu gibi naslarda sadece ukubet (ceza) gerektiren unsur zikrolunmuştur. Halbuki bir hükmü gerektiren unsurun bulunması mutlaka o hükmün de bulunmasını gerektirmez. Çünkü bir hüküm, bir netice ancak onu gerekli kılan unsurun mevcut olması ile gerçekleşir. Bu naslar ise sadece böyle bir günahın cezaya sebep ve muhtaç olduğunu bildirmektedir. Oysa hem nas ve hem de icma tarzında bu konuda manilerin olduğunu bildiren deliller vardır.

Mesela tevbe bu konuda hükmün tahakkuku için icma tarzında bir manidir. Allah’ın birliğine olan iman hiç bir surette reddedilemeyecek olan mütevatir naslarla sabit olan bir manidir. Keza günahları silen büyük haseneler, seyyiata keffaret olan büyük musibetler ve bu dünyada iken tatbik edilen cezalar (hadler) da nas ile sabit olan manilerdir. Bu nasları inkar etmek mümkün değildir. O halde işlenen bir günahın, sonuç hükmünü değerlendirirken her iki yandaki (muktezi ve mani) nasları birlikte düşünmek gerekir.

Uhrevi cezanın hem gerektirenini ve hem de manilerini dikkate alarak tercihe şayan olara işlemek esasına dayanan bu prensip iyilik ile kötülüğü dengeleme neticesini doğurmuştur.

Nitekim dünya ve ahiretin yarar ve zararları da, şer’i ve kaderle ilgili hükümlerde bu dengeleme esası üzerinde cereyan etmektedir. Kainatta cereyan eden ilahi hikmet de bunu gerektirir. Hem yaratma ve hem de idare etme noktasından sebep ve sebep olunan ilişkisi de bu esasa göre meydana gelir. Allah her şey için ona karşı koyan ve iten bir zıt unsur yaratmıştır; bu zıtların hangisi galip gelirse netice ona göre tecelli eder.

Mesela kuvvet sıhhat ve afiyeti gerektirirken, unsurların bozulması ve bozuk unsurların galebe çalması da tabiat ve kuvvetin işleyişine mani olur.

Sonuçta ise üstün gelen kazanır, ilaçlar ve hastalıklar da böyledir, insanda hem sıhhati mucip olan, hem de hastalığı gerektiren unsurlar bulunur. Bu iki unsurdan her biri diğerinin tam olmasına mani olur ve karşı koyar. Sonunda hangisi ağır basar ve diğerini yenerse o etkili olur.

Bu husus dikkate alındığında, insanların ebedi olarak cennete veya cehenneme girecek olanlar, cehenneme girip de daha sonra çıkacak olanlar gibi uhrevi bir takım sınıflara ayrılacakları açıkça görülür.    

Cehennemden daha sonra çıkacak olanların orada kalma müddetleri, çabuk veya geç çıkmalarını gerektiren amellerine göre belirlenir.

Basiret sahibi biri bununla Allah’ın kitabında ahiret ve ahiretle ilgili ayrıntılı haber verdiği her şeyi gözüyle görüyormuşçasına müşahede eder. Bu dengeleme esasının Allah’ın uluhiyet, rububiyet, izzet ve hikmetinin gereği olduğunu bilir. Bunun aksini Allah hakkında imkansız ve muhal bir şeyin O’na nisbet edilmesinin O’nun zatına layık olmayan şeyi nisbet etmek olduğunu yakinen idrak eder. Göz, güneş ve yıldızlan nasıl görürse basiret de bu hususu görür. İşte bu yakin ifade eden imandır. O, ateşin odunu yakması gibi günahları yakıp yok eder.

Bu ölçüde bir imana sahip olan insanın çok ve sıkça vaki olsa dahi günahta ısrar etmesi imkansızdır. Çünkü ondaki iman her an Allah’a dönmek suretiyle tekrar tekrar tevbe etmesini ona emreder, işte bu insan Allah’ın en çok sevdiği insandır.

İşte bu nokta İslam ulemasının vaid (tehdit) ifade eden naslar konusundaki görüşlerinin birleştiği noktadır.

Öte yandan alimler katil kimsenin tevbe ederek teslim olup kısas yapılarak öldürülmesi halinde öldürdüğü kimsenin ahiret gününde onda herhangi bir hakkı olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bir grup şöyle demektedir:

Bu durumda öldürülen kimsenin öldüren üzerinde hiçbir hakkı kalmaz. Çünkü yapılan kısas bu günahın cezası (haddi) dır. Cezalar ise verilen kimsenin günahını temizler. Öldürülen kimsenin mirasçıları ise kısas cezası verdirmek suretiyle mirasçı oldukları kimsenin hakkını almış olurlar. Mirasçılar hakkını alma konusunda öldürülen akrabalarının yerine geçmektedirler. O halde bu durumda öldürülen kimse hakkını bizzat kendisi almış gibi olmaktadır. Çünkü bir insanın hakkını bizzat almasıyla, yerine geçen veya vekili olan biri aracılığıyla alması arasında hiçbir fark yoktur.

Bu hususu şöyle izah edebiliriz:

Burada Allah ve kul hakkı olmak üzere iki hakka tecavüz edilmiş, cinayet işlenmiştir. Bu iki hak geri alındıktan sonra artık herhangi bir haktan söz etmek mümkün olmaz. Nasıl ki bir insanın bir uzvuna tecavüz edilse ve kişi onun intikamını alsa, geriye bir hak kalmazsa bu da öyledir.

Bir başka grup ise şöyle demektedir:

Öldürülen kimse zulme uğramış ve canını kaybetmiştir. Ayrıca hakkını da geri alamamıştır. Öldüren kimseye kısas cezası verilmesi ile de mirasçı ancak kendi intikamını almış, kinini söndürmüş olmaktadır. Katile verilen kısas cezasının maktule ne yaran dokunur? Maktul bu durumda katilden hangi hakkını almaktadır?

Aslında öldürme olayında üç ayrı hak bulunmaktadır:

1 - Allah’ın hakkı,

2 - Maktulün hakkı ve

3 - Mirasçı hakkı.

Allah’ın hakkı ancak tevbe etmek suretiyle kalkar. Mirasçı hakkı ise üç şeyden biriyle zail olur:

1 - Kısas,

2 - Karşılıksız olarak bağışlama ve

3 - Mal karşılığı affetme.

Katl yoluyla hakkı çiğnenmiş olan mirasçı bu üç şeyden biriyle hakkını almakta serbesttir. Mirasçının bu yollardan af ve diyet alma yollarına tevessül etmesiyle öldürülen kimsenin hakkı iade edilmiş olmaz. Keza kısas suretiyle hakkını alması halinde de maktulün hakkı zail olmaz. Çünkü kısas mirasçının hakkını alma hususundaki üç yoldan biridir. Aynı doğrultudaki üç yoldan ikisiyle maktulün hakkı iade edilmiş olmuyorsa, diğer biriyle nasıl iade edilmiş olsun?

Şayet öldürülen kimse:

“Beni öldüren kimseyi kısas cezası vererek öldürmeyin. Ben hakkımı ahirette almak istiyorum” diyecek olsa ve buna rağmen katil öldürülse, düşürmediği halde hakkı düşmüş olacak mıdır?

Bu soruya “evet” derseniz batıl olur. Çünkü öldürülen insan, hakkının bu suretle düşürülmesine razı olmamıştır. Şayet “hayır, düşmez” diye cevap verirseniz maktulün, hakkının düşürülmesine razı olup olmadığı bilinmemesine rağmen, kısas yapılması halinde onun hakkını nasıl düşürebilirsiniz?

Hakikat şu ki, bu deliller, görüldüğü gibi kuvvetçe ancak misli veya daha üstünü bir delille karşı çıkılabilecek olan delillerdir.

Bu hususta söylenebilecek en doğru söz -bizce Allah bilir ya- şu olabilir:

Katil, Allah hakkı konusunda tevbe eder ve maktulün hakkını alması için de kendi isteğiyle mirasçıya teslim olursa üzerindeki bu iki hak düşmüş olur. Öldürülen kimsenin hakkı ise baki kalır. Allah o hakkı zayi etmez; katili bağışlamasının tam olması için maktulün hakkının da iade edilmesini şart koşar. Çünkü maktulün uğradığı haksızlık katilin öldürülmesiyle telafi edilmiş olmaz. Nasuh tevbesi ise ondan önce işlenen haksızlığı tamamıyla ortadan kaldırır. Bu durumda Allah maktule, uğradığı haksızlığın bedelini kendi lutfundan verirken, katili de nasuh tevbesi ile tam manasıyla tevbe ettiği için cezalandırmaz. Bu durum şu olaya benzer:

Allah ve Rasulü ile savaşan kafir bir kimse cephede bir müslüman öldürür. Daha sonra ise hidayete ererek tam bir müslüman olur. Bu durumda Allah cephede o kimse tarafından öldürülen şehide uğradığı haksızlığın bedelini verirken, kafir katili de müslüman olduğu için bağışlar ve haksız yere bir müslümanı öldürmesinden dolayı onu sorumlu tutmaz. Çünkü tevbenin daha önce işlenen günahı temizlemesiyle müslümanlığı kabul etmenin temizlemesi arasında bir fark yoktur. Keza katil teslim olur ve nasuh tevbesi ile tevbe eder ve maktulün mirasçısı tarafından affedilirse, Allah onun tevbesini kabul eder ve öldürülene de uğradığı haksızlığın bedelini verir.

Alim kimsenin düşünce ve gayretinin varabileceği nokta budur. Bundan sonrasında ise hüküm Allah’a aittir:

“Şüphesiz Rabbin onlar arasında hükmünü verecektir. O, üstündür, hakkıyla bilendir.” (Neml, 78)

 

İÇİNDEKİLER