İslam Uleması tevbe edilmesi mümkün olmayan bir
günah olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Ulemanın çoğunluğuna göre her günahın tevbesi
vardır. Dolayısıyla her günahtan tevbe edilebilir ve her günahın tevbesi kabul
olunabilir.
Bazı İslam alimleri ise katilin tevbesinin makbul
olmayacağı görüşündedirler. İbn Abbas’ın (r.a) meşhur görüşü ve Ahmed b.
Hanbel’den rivayet edilen iki görüşten biri budur. İbn Abbas bu
konuda talebeleriyle yaptığı bir münazarada onların:
“ Allah, Kur’an’da ‘Allah’ın haram ettiği canı
haksız yere öldürmezler “(Furkan, 68-70)
buyurduktan sonra:
“Tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar,
işte Allah onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecektir. Allah çok
bağışlayan çok esirgeyendir” buyuruyor, buna ne dersiniz?”, demeleri üzerine
şu cevabı vermiştir:
Bu ayet cahiliye döneminde işlenen günahlar ile
ilgili olarak nazil olmuştur. Çünkü bazı kimseler cahiliyye döneminde iken katl
ve zina gibi günahlar işlemişlerdir. Rasulullah’a (s.a.v) gelerek “İleri
sürdüğünüz hususlar güzel şeylerdir. Acaba daha önce işlemiş olduğumuz
günahların keffareti var mıdır? Bu konuda ne dersiniz?” diye sorduklarında bu
ayet nazil olmuştur. Nisa Suresi’ndeki:
“Herkim bir mü’mini kasden öldürürse onun
cezası, içinde ebedi kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazab ve
lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır”
(Nisa, 93) ayeti, müslüman olduktan sonra adam öldüren kimse hakkında
nazil olmuş, onun cehenneme gideceğini bildirmiştir.
Zeyd b. Sabit (r.a) de bu konuda şunları
nakletmektedir:
“Furkan Suresindeki:
“ Ve onlar ki Allah ile beraber başka ilaha
yalvarmazlar” (Furkan, 68) ayeti ile onu
takip eden ayetler nazil olduğu zaman oradaki yumuşaklıktan dolayı hayret
etmiştik. Yedi ay bekledik. O zaman daha önceki o yumuşak ayetten sonra sert
ayet nazil oldu. Böylece yumuşak ayet nesholundu.
Zeyd b. Sabit sert ayetle Nisa
Suresi’nden zikrettiğimiz ayeti, yumuşak ayet ile de Furkan Suresi’ndeki ayeti
kasdetmektedir.
Ayrıca İbn Abbas (r.a) Furkan süresindeki ayetin Mekke’de,
Nisa’dakinin ise Medine’de nazil olduğunu ve Nisa süresindeki ayetin daha sonra
neshe uğramadığını söylemiştir.
Katilin tevbe etmesinin mümkün olmadığını ileri
sürenler bu görüşlerini şöyle izah ederler:
Bir mü’mini kasden öldüren kimsenin
tevbesi imkansızdır. Çünkü bu tevbe ancak ya öldüren adamın hakkını helal etmesi
veya onun bedeninden ayırdığı ruhunu oraya iade etmesi suretiyle mümkün
olabilir?
Zira kul hakkının söz konusu olduğu bu günahın tevbesi ancak bu iki
yoldan biriyle sahih olur. Katil açısından bu iki yolun ikisi de kapalıdır. O
halde katilin hakkını iade etmediği ve helal de ettirmediği öldürme günahından
tevbe edip kurtulması nasıl mümkün olabilir?
“Aslında bir insan bir başkasının malını haksız yere
almış olsa ve mal sahibi onu alamadan ölse bu durumda günahkar kimsenin tevbe
etmesi mümkün oluyor. Her iki durumda da kul hakkı söz konusu olduğuna göre
katlde tevbe imkanı olması gerekmez mi?” diye itiraz edilemez.
Çünkü ikinci olayda o malın bedelini sadaka etmek
suretiyle aynını almasa bile benzerini mal sahibine iade etmek mümkün
olmaktadır.
Ayrıca, “Şirk katlden daha büyük olmakla birlikte tevbesi sahih oluyor. Ondan daha küçük olan katlin tevbesi niçin sahih olmasın?”
diye de itiraz edilemez. Çünkü şirk tamamıyla Allah hakkının sözkonusu olduğu
bir günahtır. Onun için şirkten tevbe edilebilmektedir. Halbuki katlde kul hakkı
da vardır. Ve kul hakkının bahis mevzuu olduğu günahın tevbesi hakkı sahibine
iade etmeye ve onun helal etmesine bağlıdır. Katl günahında bu iki imkandan hiç
biri mevcut değildir.
Katl günahının da tevbesinin sözkonusu olduğunu
kabul eden ulemanın çoğunluğu şu delilleri ileri sürmüşlerdir:
1 - Cenab-ı Allah:
“(Tarafımdan onlara) de ki: Ey nefislerine karşı
aşın giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları
bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan, çok esirgeyendir”
(Zümer,53) buyurmuştur.
Bu ayet, tevbe eden günahkarlar hakkındadır.
2 - Ayrıca:
“Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz,
ama bunun dışındaki bir günahı dilerse bağışlar”
(Nisa,43) buyurmuştur.
Bu ayet ise tevbe etmeyen günahkarla ilgilidir.
Çünkü Allah Teala bu ayette şirk ile diğer günahları ayrı olarak zikretmiş, şirk
dışındakilerin bağışlanmasını dilemesine bağlamıştır. Yani bu ayette tahsis ve
ta’likde bulunmuştur. Birinci ayette ise bunu genelleştirmiş ve mutlak olarak
zikretmiştir.
3 - Allah Teala bir başka ayette:
“Ve ben tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan,
sonra da doğruyu bulan kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır”
(Taha, 83) buyurmaktadır.
Allah’ın katl günahını işledikten sonra tevbe eden,
inanan ve yararlı iş yapan kimse için de çok bağışlayıcı olduğunda şüphe yoktur.
4 - Öte yandan sahih bir hadise göre
Peygamber (s.a.v) yüz kişiyi öldürdükten sonra tevbe eden bir kimsenin
tevbesinin kabul edilerek gitmekte olduğu iyi insanların köyüne ilhak edildiğini
haber vermiştir. (Buhari, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe,
46-47)
5 - Ayrıca Ubade b. es-Samit’ten rivayet
edilen sahih bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v) yanında bulunanlara şöyle
buyurmuştur:
“Allah’a hiç bir şeyi ortak
koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarınızı öldürmemek,
kendiliğinizden uydurduğunuz iftiralarda bulunmamak, iyilikte (marufta) bana
isyan etmemek şartıyla bana biat ediniz. Sizden kim bu sözlerinde durursa
mükafatını Allah verir. Ama kim bunlardan birini işler de bu dünyada iken
cezasını çekerse, bu onun için keffaret olur. Ama kim böyle bir günah işlerde
Allah onun durumunu gizlerse, artık onun işi Allah’a kalmıştır, dilerse onu
affeder, dilerse cezalandırır”. (Buhari, İman,
11; Menakıbu’I-ensar, 43; Hudud, 8,14)
6 - Keza bir kudsi hadiste şöyle
buyurulmuştur:
“Ey Ademoğlu, bana hiç bir
şeyi ortak koşmadan dünya kadar günahla gelsen, ben de sana dünya dolusu
mağfiretle gelirim.”
(Müslim,Zikr,22; İbn Mace, Edeb,58; Müsned,V,
147,148,153)
Ayrıca Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Kim Allah’a hiçbir şeyi
ortak koşmadan ölürse cennete girer.” (Buhari,
İlm, 49; Müslim, İman, 150-153)
“Kimin son sözü ‘la ilahe
illallah’ olursa cennete girer.” (Ebu
Davud, Cenaiz, 20; Müsned, V, 233)
“Allah, Allah’ın rızasını
talep ederek ‘la ilahe illallah’, diyeni cehenneme haram kılmıştır.”
(Buhari, Salat, 46)
Şefaatla ilgili bir hadiste ise:
“Kalbinde hardal tanesi
kadar imanı olanı cehennemden çıkarın” (Buhari,
İman, 15) ve
“İzzet ve Celalim hakkı için “la ilahe illallah” diyeni cehennemden
çıkarırım” buyurulmuştur.
Bunlara benzer bir çok nas vardır ki, hepsi de
tevhid ehli olan, yani bir tek Allah’a inanan hiç kimsenin cehennemde ebedi
olarak kalmayacağına delalet etmektedirler.
Nisa Suresi’ndeki ayete gelince benzeri bir çok ayet gibi o da vaid
(tehdit) ayetidir.
Nitekim şu ayetlerde o nevidendir.
“Kim de Allah’a ve onun elçisine karşı gelir, O’nun sınırlarını
aşarsa Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap
vardır”
(Nisa, 14),
“Artık kim Allah’a ve Rasulüne baş kaldırırsa, ona içinde ebedi
kalacakları cehennem ateşi vardır” (Cinn, 10) ve
“Zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş
doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir.”
(Nisa, 10)
Hz. Peygamber’in (s.a.v):
“Kim kendi kendini bir demir parçası ile öldürürse,
o demir cehennem ateşinden ebedi olarak kendi kendine vurmak suretiyle
cezalandırılır” mealindeki hadisi de bu türdendir.
İslam uleması bu gibi nasların yorumu hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
Şöyle ki:
1 - Bir grup bu nasları zahiri manası ile
anlamış ve bu günahları işleyenlerin cehennemde ebedi olarak azab göreceklerini
ileri sürmüşlerdir. Hariciler ve Mu’tezile bu grubu teşkil etmektedirler. Ancak
bunlar da kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.
Hariciler, bu günahları işleyenlerin kafir olduğunu,
çünkü cehennemde ebedi olarak kalacaklarının haber verildiğini, halbuki
cehennemde ancak kafir olanın ebedi kalacağını iddia etmektedirler. Mu’tezile
ise bunların kafir olmayıp fasık olduklarını, tevbe etmedikleri takdirde bu
durumlarından dolayı cehennemde ebedi olarak kalacaklarını, ancak tevbe etmeleri
halinde bundan kurtulacaklarını ileri sürmüşlerdir.
2 - Bir başka grup ise tehdit içeren bu
nasların o günahları helal saymak suretiyle işleyen kimselerle ilgili olduğunu
kabul ederler. Bunlara göre haram olduğuna dair olan inancını muhafaza ederek o
günahları işleyen kimse cehenneme girme tehdidi kapsamına girse dahi orada ebedi
olarak kalma tehlikesinden kurtulur.
Öte yandan İmam Ahmed b. Hanbel:
“Bu günahları
işlemese dahi bir kimsenin onları helal sayması sonucu kafir olacağını, ayrıca
Hz. Peygamberin:
“Şunu şunu yapın...” diye buyurduğunu, yani o tehditlerin
inanmayla değil, amelle ilgili olduğunu, ileri sürerek ikinci mezhebin görüşüne
karşı çıkmıştır.
3 - Üçüncü bir grup ise bu naslarla istidlal
edenlerin orada genel bir mana olduğu esasına dayandıklarını, oysa bu lafızlarda
genellik bulunmadığını ileri sürerek günah işleyen herkesin bu kapsama
girmeyeceğini söylemişlerdir. Bu kimseler bu yaklaşımlarıyla Mu’tezile ve
Haricilerin bu delillerle istidlal etmelerini önlemek için bu yola gitmişlerdir.
Ancak bunların bu tarz davranışları bütünüyle şer’i hükümleri’, hatta bütün
haberleri hükümsüz kılma sonucunu doğurur. Binaenaleyh bunlar, batılı daha batıl
olan bir şeyle, bid’atı daha çirkin bir bid’atle reddetmişler, adeta bir ev
yapmak için bir şehir yıkan kimse durumuna düşmüşlerdir.
4 - Dördüncü bir grup ise bu delillerde gizli
tutulan bir ifade (izmar) bulunduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre Arap dilinde
bu tür gizli ibarelere sık sık rastlanmaktadır. Bu delillerde neyin gizli olarak
ifade edildiği hususunda ittifak edememiş olan bu kimselerden bazıları burada
bir şart cümleciği gizlendiğini ve “eğer Allah cezalandırırsa”, yahut
“eğer Allah dilerse cezası budur” tarzında bir takdir bulunduğunu
söylemişlerdir.
5 - Beşinci grup ise bu gibi delillerde bir
istisna cümleciği gizli olduğunu, aslının “esası budur, meğerki Allah affetsin”
tarzında olacağım ileri sürmüşlerdir. Ancak bu iki yaklaşımı, delillerin
lafızlarından yararlanarak isbat etmek mümkün değildir. Bunlar,ancak akıl
yoluyla ortaya atılan görüşlerdir.
6 - Altıncı grup ise şöyle demektedir:
Bu
delillerde vaid (tehdit) vardır. Vaidden dönmek ise kınanmaz, aksine övülür.
Cenab-ı Allah hakkında ise vaidinden dönmek caiz değildir. Çünkü vaid Allah’ın
hakkıdır. Dolayısıyla ondan dönmesi bir af, bir hibe ve bağışlanmadır. Bunlar
ise Allah’ın lütuf ve ihsanının ve cömertliğinin gereğidir.
Halbuki va’d
Allah’ın üzerindeki haktır; onu kendi üzerine vacip kılmıştır. Onun için Allah
va’dinden dönmez.
Nitekim Ka’b b. Züheyr şu beytinde Rasulullah’ı
(s.a.v) böyle bir davranışla methetmektedir.
Duydum ki, Rasulullah beni tehdit etmiş
Ama Rasulullah’ın affedeceği umulur.
Bir defasında Ebu Amr b. el - Ala ile Amr b. Ubeyd bu
konuda münakaşa ediyorlarmış.
Amr b. Ubeyd şöyle demiş:
“Ey Ebu Amr, “Kim bir mü’mini kasden
öldürürse...” (Nisa,33) buyuran Allah
vaidinden dönmez.”
Ebu Amr ise şöyle cevap vermiş:
“Yazıklar olsun sana, yoksa
sen Arap değil misin? Çünkü Araplar vaidden dönmeyi kınanacak bir şey saymazlar,
aksine cömertlik ve alicenaplık olarak kabul ederler. Sen şairin şu beyitlerini
duymadın mı?
Amca oğlu, ben yaşadıkça, benim hücumumdan
Ve
korkutanın mağlup etmesinden korkmaz.
Şayet ben ona bir tehditte veya va’dde
bulunursam,
Tehdidimden cayar, va’dimi yerine getiririm.
7 - Yedinci grup ise şöyle demektedir:
Bu
gibi naslarda sadece ukubet (ceza) gerektiren unsur zikrolunmuştur. Halbuki bir
hükmü gerektiren unsurun bulunması mutlaka o hükmün de bulunmasını gerektirmez.
Çünkü bir hüküm, bir netice ancak onu gerekli kılan unsurun mevcut olması ile
gerçekleşir. Bu naslar ise sadece böyle bir günahın cezaya sebep ve muhtaç
olduğunu bildirmektedir. Oysa hem nas ve hem de icma tarzında bu konuda
manilerin olduğunu bildiren deliller vardır.
Mesela tevbe bu konuda hükmün
tahakkuku için icma tarzında bir manidir. Allah’ın birliğine olan iman hiç bir
surette reddedilemeyecek olan mütevatir naslarla sabit olan bir manidir. Keza
günahları silen büyük haseneler, seyyiata keffaret olan büyük musibetler ve bu
dünyada iken tatbik edilen cezalar (hadler) da nas ile sabit olan manilerdir. Bu
nasları inkar etmek mümkün değildir. O halde işlenen bir günahın, sonuç hükmünü
değerlendirirken her iki yandaki (muktezi ve mani) nasları birlikte düşünmek
gerekir.
Uhrevi cezanın hem gerektirenini ve hem de
manilerini dikkate alarak tercihe şayan olara işlemek esasına dayanan bu prensip
iyilik ile kötülüğü dengeleme neticesini doğurmuştur.
Nitekim dünya ve ahiretin yarar ve zararları da,
şer’i ve kaderle ilgili hükümlerde bu dengeleme esası üzerinde cereyan
etmektedir. Kainatta cereyan eden ilahi hikmet de bunu gerektirir. Hem yaratma
ve hem de idare etme noktasından sebep ve sebep olunan ilişkisi de bu esasa göre
meydana gelir. Allah her şey için ona karşı koyan ve iten bir zıt unsur
yaratmıştır; bu zıtların hangisi galip gelirse netice ona göre tecelli eder.
Mesela kuvvet sıhhat ve afiyeti gerektirirken,
unsurların bozulması ve bozuk unsurların galebe çalması da tabiat ve kuvvetin
işleyişine mani olur.
Sonuçta ise üstün gelen kazanır, ilaçlar ve
hastalıklar da böyledir, insanda hem sıhhati mucip olan, hem de hastalığı
gerektiren unsurlar bulunur. Bu iki unsurdan her biri diğerinin tam olmasına
mani olur ve karşı koyar. Sonunda hangisi ağır basar ve diğerini yenerse o
etkili olur.
Bu husus dikkate alındığında, insanların ebedi
olarak cennete veya cehenneme girecek olanlar, cehenneme girip de daha sonra
çıkacak olanlar gibi uhrevi bir takım sınıflara ayrılacakları açıkça görülür.
Cehennemden daha sonra çıkacak olanların orada kalma
müddetleri, çabuk veya geç çıkmalarını gerektiren amellerine göre belirlenir.
Basiret sahibi biri bununla Allah’ın kitabında
ahiret ve ahiretle ilgili ayrıntılı haber verdiği her şeyi gözüyle
görüyormuşçasına müşahede eder. Bu dengeleme esasının Allah’ın uluhiyet,
rububiyet, izzet ve hikmetinin gereği olduğunu bilir. Bunun aksini Allah
hakkında imkansız ve muhal bir şeyin O’na nisbet edilmesinin O’nun zatına layık
olmayan şeyi nisbet etmek olduğunu yakinen idrak eder. Göz, güneş ve yıldızlan
nasıl görürse basiret de bu hususu görür. İşte bu yakin ifade eden imandır. O,
ateşin odunu yakması gibi günahları yakıp yok eder.
Bu ölçüde bir imana sahip olan insanın çok ve sıkça
vaki olsa dahi günahta ısrar etmesi imkansızdır. Çünkü ondaki iman her an
Allah’a dönmek suretiyle tekrar tekrar tevbe etmesini ona emreder, işte bu insan
Allah’ın en çok sevdiği insandır.
İşte bu nokta İslam ulemasının vaid (tehdit) ifade
eden naslar konusundaki görüşlerinin birleştiği noktadır.
Öte yandan alimler katil kimsenin tevbe ederek
teslim olup kısas yapılarak öldürülmesi halinde öldürdüğü kimsenin ahiret
gününde onda herhangi bir hakkı olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bir grup şöyle demektedir:
Bu durumda öldürülen
kimsenin öldüren üzerinde hiçbir hakkı kalmaz. Çünkü yapılan kısas bu günahın
cezası (haddi) dır. Cezalar ise verilen kimsenin günahını temizler. Öldürülen
kimsenin mirasçıları ise kısas cezası verdirmek suretiyle mirasçı oldukları
kimsenin hakkını almış olurlar. Mirasçılar hakkını alma konusunda öldürülen
akrabalarının yerine geçmektedirler. O halde bu durumda öldürülen kimse hakkını
bizzat kendisi almış gibi olmaktadır. Çünkü bir insanın hakkını bizzat
almasıyla, yerine geçen veya vekili olan biri aracılığıyla alması arasında
hiçbir fark yoktur.
Bu hususu şöyle izah edebiliriz:
Burada Allah ve kul hakkı olmak üzere iki hakka
tecavüz edilmiş, cinayet işlenmiştir. Bu iki hak geri alındıktan sonra artık
herhangi bir haktan söz etmek mümkün olmaz. Nasıl ki bir insanın bir uzvuna
tecavüz edilse ve kişi onun intikamını alsa, geriye bir hak kalmazsa bu da
öyledir.
Bir başka grup ise şöyle demektedir:
Öldürülen kimse zulme uğramış ve canını
kaybetmiştir. Ayrıca hakkını da geri alamamıştır. Öldüren kimseye kısas cezası
verilmesi ile de mirasçı ancak kendi intikamını almış, kinini söndürmüş
olmaktadır. Katile verilen kısas cezasının maktule ne yaran dokunur? Maktul bu
durumda katilden hangi hakkını almaktadır?
Aslında öldürme olayında üç ayrı hak bulunmaktadır:
1 - Allah’ın hakkı,
2 - Maktulün hakkı ve
3 - Mirasçı hakkı.
Allah’ın hakkı ancak tevbe etmek suretiyle kalkar.
Mirasçı hakkı ise üç şeyden biriyle zail olur:
1 - Kısas,
2 - Karşılıksız olarak bağışlama ve
3 - Mal karşılığı affetme.
Katl yoluyla hakkı çiğnenmiş olan mirasçı bu üç
şeyden biriyle hakkını almakta serbesttir. Mirasçının bu yollardan af ve diyet
alma yollarına tevessül etmesiyle öldürülen kimsenin hakkı iade edilmiş olmaz.
Keza kısas suretiyle hakkını alması halinde de maktulün hakkı zail olmaz. Çünkü
kısas mirasçının hakkını alma hususundaki üç yoldan biridir. Aynı doğrultudaki
üç yoldan ikisiyle maktulün hakkı iade edilmiş olmuyorsa, diğer biriyle nasıl
iade edilmiş olsun?
Şayet öldürülen kimse:
“Beni öldüren kimseyi kısas
cezası vererek öldürmeyin. Ben hakkımı ahirette almak istiyorum” diyecek
olsa ve buna rağmen katil öldürülse, düşürmediği halde hakkı düşmüş olacak
mıdır?
Bu soruya “evet” derseniz batıl olur. Çünkü
öldürülen insan, hakkının bu suretle düşürülmesine razı olmamıştır. Şayet
“hayır, düşmez” diye cevap verirseniz maktulün, hakkının düşürülmesine razı
olup olmadığı bilinmemesine rağmen, kısas yapılması halinde onun hakkını nasıl
düşürebilirsiniz?
Hakikat şu ki, bu deliller, görüldüğü gibi kuvvetçe
ancak misli veya daha üstünü bir delille karşı çıkılabilecek olan delillerdir.
Bu hususta söylenebilecek en doğru söz -bizce Allah
bilir ya- şu olabilir:
Katil, Allah hakkı konusunda tevbe eder ve maktulün
hakkını alması için de kendi isteğiyle mirasçıya teslim olursa üzerindeki bu iki
hak düşmüş olur. Öldürülen kimsenin hakkı ise baki kalır. Allah o hakkı zayi
etmez; katili bağışlamasının tam olması için maktulün hakkının da iade
edilmesini şart koşar. Çünkü maktulün uğradığı haksızlık katilin öldürülmesiyle
telafi edilmiş olmaz. Nasuh tevbesi ise ondan önce işlenen haksızlığı tamamıyla
ortadan kaldırır. Bu durumda Allah maktule, uğradığı haksızlığın bedelini kendi
lutfundan verirken, katili de nasuh tevbesi ile tam manasıyla tevbe ettiği için
cezalandırmaz. Bu durum şu olaya benzer:
Allah ve Rasulü ile savaşan kafir bir
kimse cephede bir müslüman öldürür. Daha sonra ise hidayete ererek tam bir
müslüman olur. Bu durumda Allah cephede o kimse tarafından öldürülen şehide
uğradığı haksızlığın bedelini verirken, kafir katili de müslüman olduğu için
bağışlar ve haksız yere bir müslümanı öldürmesinden dolayı onu sorumlu tutmaz.
Çünkü tevbenin daha önce işlenen günahı temizlemesiyle müslümanlığı kabul
etmenin temizlemesi arasında bir fark yoktur. Keza katil teslim olur ve nasuh
tevbesi ile tevbe eder ve maktulün mirasçısı tarafından affedilirse, Allah onun
tevbesini kabul eder ve öldürülene de uğradığı haksızlığın bedelini verir.
Alim kimsenin düşünce ve gayretinin varabileceği
nokta budur. Bundan sonrasında ise hüküm Allah’a aittir:
“Şüphesiz Rabbin onlar arasında hükmünü
verecektir. O, üstündür, hakkıyla bilendir.”
(Neml, 78)
|