Menazil müellifi şöyle der:
"Tevbenin
esrarının incelikleri üçtür:
Birincisi, kişinin günahı ve ilahi hükmü düşünmesi
ve bu konuda Allah'ın muradının ne olduğunu anlamaya çalışmasıdır. Çünkü Allah
seni günah işleyip işlememe konusunda serbest bırakmıştır. Allah Teala, kul ile
günah arasına ancak şu iki sebepten dolayı bir engel koymaz:
Birincisi:
Allah'ın hükmündeki
üstünlüğünü, kulun günahını örtmedeki iyiliğini, günahkara mühlet tanıma
konusundaki sabnnı, kulun ileri süreceği özrü kabuldeki keremini ve onu
bağışlamadaki cömertliğini, kuluna göstermek istemiştir. İkincisi, Allah'ın
kuluna karşı adil davrandığım göstermek için, bunun delil olmasını istemesidir.
Çünkü bu, kulunu cezalandıracağı zaman delil teşkil edecektir".
Şunu bil ki, basiret sahibi bir
kimsenin, bir hata işlediğinde şu beş konuya dikkat etmesi gerekir:
Birincisi: Allah'ın emir ve
yasaklarına bakması. Bu bakış kulu işlediği fiilin günah olduğunu itiraf
etmesine ve bu günahın kendi nefsinden kaynaklandığını kabul etmeye götürür.
İkincisi: O'nun va'd ve vaidine
bakmasıdır. Bu da onda korku ve haşyet uyandırır ve onu tevbe etmeye sevkeder.
Üçüncüsü: Allah'ın, bu hatayı
işlemesi için ona imkan tanıdığına, kendisi ile günahı başbaşa bırakmasına ve o
hatayı ona takdir etmesine bakmasıdır. Çünkü eğer O dileseydi bu günahı
işlemekten onu korurdu. Bu düşünce, Allah'ın isim ve sıfatları, hikmeti, rahmeti,
mağfireti, sabrı ve keremi hakkında, o kulda çeşit çeşit bilgiler doğmasına sebeb olur. Bu bilgi de o kulu, Allah'ın bu isimleri vasıtasıyla kendisine
kulluk etmeye sevkeder. Bu kulluk da elbette beraberinde gereklerini de getirir.
Böylece kul, mahlukat ve emir, O'nun ceza, va'd ve vaidi ile isim ve sıfatları
arasındaki irtibatı görür. Bu hal, O'nun isim ve sıfatlarının bir gereği ve
varlık aleminde bir tesiridir. O'nun her isim ve sıfatı, bu isim ve sıfatın
tesir ve gereğini ve bunların isim ve sıfatla irtibatlı olduğu sonucunu doğurur.
Kulun bunları görmesi onu, güzel bilgi, iman ve kaderin esrar ve hikmet
bahçelerine ulaştırır ki bu hali anlatmaya kelimeler yetmez.
Bu bahçelerden biri, Şeyh'in zikrettiği "kulun,
O'nun takdirindeki üstünlüğü bilmesidir" cümlesidir. O
Allah -O'nu her türlü noksanlıklardan tenzih ederiz- dilediği gibi takdir eden
Aziz'dir. O, kişinin kalbini çekip çevirmek ve dilediği yöne sevketmek
suretiyle, izzetinin kemali ile kuluna hüküm ve takdir etmiştir. O, kulu ile
kalbinin arasına girmiştir. Allah o kulu kendi dilediği şeyi istemeye sevketmektedir. Buda O'nun üstünlüğünün mükemmel olmasından kaynaklanmaktadır.
Çünkü bunu yapmaya Allah'dan başka gücü yeten biri yoktur. İnsan ise ancak senin
beden ve dış görünüşün üzerinde tasarrufta bulunabilir. Fakat kendi dilediği ve
istediği şekilde seni de istetip diletmeye ancak çok üstün izzet sahibi olan
Allah kadir olabilir.
Kul Rabbinin üstünlüğünü bilir,
onu kalbinde hisseder ve onu müşahedeye çalışırsa, günahın zilletinden kurtulup
O'nunla meşgul olması, o kişi için daha uygun ve daha faydalıdır. Çünkü bu
durumda o kişi, nefsiyle değil, Allah ile beraber olmaktadır.
Şu halleri bilmesi de O'nun
takdirindeki üstünlüğünü bilmesinden kaynaklanır:
Kul, kendisinin idare ve güç
altında tutulan bir varlık olduğunu, kafa ve gönlünün başkasının elinde
bulunduğunu kabul eder. O'nun korumasından başka bir korumanın olmadığı, O'nun
yardımı olmadan başarısının söz konusu olamayacağım; kendinin zelil ve hakir
olup, Aziz ve Hamid olan Allah'ın tasarrufu altında bulunduğunu bilir.
Aynı şekilde zikredeceğimiz şu
hususları bilmesi, O'nun takdirindeki üstünlüğüne vakıf olmasından kaynaklanır:
Mükemmellik, övgü, hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmaması ve üstünlük; bütün bunların Allah'ın olduğuna şahitlik etmesi ve de kulun nefsinin kusura,
zemmedilme ye, ayıplanmaya, zulme ve muhtaç bir şey olduğuna kesinlikle inanması
gerekir. Kendisinin zelil, eksik, kusurlu ve muhtaç olduğuna dair bilgi ve
kanaati arttıkça, Allah'ın üstünlüğüne, mükemmelliğine, hamdine ve kimseye
ihtiyaç duymadığına dair kanaati de artar. Bunun aksi de böyledir. Günah ve
zelilliğin azalması da O'nun üstünlüğünü idrake götürür.
Şu da yukarıda zikrettiğimiz
duygular ve haller nevindedir: Kul, sırf isyan olduğu için Mevla'sına isyan
etmeyi arzulmaz. O'nun hükmüne tahakkukunu, tercih etmediği bir meselede O'nu
fail kılmasını, O'nun irade, dileme ve tercihiyle o işi yaptığını görünce şöyle
düşünür:
Sanki kendisi, seçme hürriyeti bulunmayan hür, bir
şey irade edemeyen bir iradeli varlık, bir şey dileyemeyen bir ihtiyar sahibi
varlık olarak görür. Bu da Allah'ın üstünlüğüne, büyüklüğüne ve gücünün
mükemmelliğine delil teşkil eder.
Yine bu tür duygulardan biri de
Allah'a isyan ettiği anda, O'nun kulunu tam olarak görmesine rağmen bu günahını
diğer insanlardan gizlemesinin O'nun bir iyiliği olduğunu bilmesidir. Dileseydi
o kişinin günahını ifşa ederdi ve böylece insanlarda o kişiden sakınır,
çekinirlerdi. İşte Allah'ın bu davranışı O'nun bir lütfudur. O'nun güzel
isimlerinden biri de "el- Berr' " dir. Bu da, Allah'ın hiçbir şekilde kulun
yardımına muhtaç olmaması ve kulun O'na muhtaç olması şeklinde bir muhtevaya
sahiptir. Böylece kul, bu nimeti düşünmek ve bu lütuf ve ihsanı müşahede etmekle
iştigal eder. Bu halde iken günahını hatırlamayı terk eder ve Allah ile beraber
olur. Bu hal o kişi için, günahı ile meşgul olmak ve isyanının onu zelil
kılmasını düşünmekten daha faydalıdır. Çünkü Allah ile meşgul olmak ve O'ndan
başkasını hatırlamamak en yüce arzu ve en ulvi gayedir.
Fakat, bu durum bile kulun
günahını tamamen unutmasını gerektirmez. Bu hali kaybettiğinde günahı yeniden
düşünmeli ve hatırlamalıdır. Her vakit ve durumun münasip bir kulluğu vardır.
Günah işleyen kişiye mühlet
tanıması konusunda Allah Teala'nın sabrını bilmesi bu zikrettiğimiz haller
türündendir. Dileseydi hemen onu cezalandırırdı. Fakat O, acele etmeyen sabır
sahibi bir zattır. Bu duygu, Allah'ın "Halim" ismini bilmesine, "hilm"
sıfatını
müşahedeye ve bu isimle O'na kulluk etmeye sevkeder. Hikmet ve günahtan dolayı
bundan hasıl olan fayda, Allah'a daha sevimli gelip kul için daha uygun ve
faydası, daha fazladır. Sebeb olmaksızın neticenin meydana gelmesi imkansızdır.
Daha önce geçtiği şekilde kulun
özür dilediği zaman, rabbinin özürünü kabuldeki cömertliğini bilmesi de
zikrettiğimiz haller türündedir. Kaderi mazeret olarak ileri sürmesi ise Allah'a
karşı düşmanlıkta bulunmak ve O'nunla tartışmaktır. Bu konu daha önce geçmişti.
Allah onun özrünü, keremi ve cömertliği ile kabul eder. Bu duygu, O'nu anmasını
ve O'na şükretmekle meşgul olmasını gerektirir. Ayrıca bu duygu, o kişide daha
önce bulunmayan bir sevgi oluşturur. Yaptığın bir iyiliğe karşılık sana bunun
karşılığım veren ve mükafatlandıran, sonra da yine senin işlediğin bir
kötülükden dolayı seni affeden ve yargılamayan birine karşı duyduğun sevgi,
yalnızca iyiliğinin karşılığını verene duyduğun sevgiden kat kat fazladır.
Realite bu duruma şahittir. Günahtan sonra tevbe etmek bir kulluk olduğu gibi
buda bir tür kulluktur.
Allah'ın mağfiret konusundaki
lütfunu idrak etmesi de bu tür hallerdendir. Mağfiret Allah'ın bir lütfudur.
Yoksa sırf kendi hakkından dolayı seni hesaba çekmesi, adaletinin bir sonucudur.
O'nun affetmesi, kulun o affa hak kazandığından dolayı değil, O'nun lütfundan
dolayıdır. Bu düşünce kulu, Allah'a şükretmeye, sevgi duymaya, O'na yönelme
O'nunla sevinç duymaya, O'nun "gaffar" isimini tanıyıp, kavramaya ve bu sıfatın
gerekleriyle O'na kulluk etmeye yöneltir. O'na karşı kulluk, sevgi ve bilgide bu
en mükemmel bir haldir.
Bu hallerden biri de şudur.
Cenab-ı Hak huzurunda, kulun
baş eğmesi, küçüklüğünü itiraf etmesi üzüntü duyması ve O'na ihtiyaç duyması
konusunda gerekli bütün mertebeleri hazırlamıştır.
Nefsin yapısında rububiyete
özenme ve benzeme vasfı vardır. Fakat eğer nefsin elinde bir kudret olsaydı
Firavun'un söylediğini söylerdi. Fakat Firavun kadir olduğunu sanmış ve bunu açığa
vurmuştur. Onun dışındakiler ise aciz olduklarını düşünerek bunu gizlemişlerdir.
Rububiyete benzerlik uyandıran duygulardan,
ancak O'na kulluk görevi şuuruyla boyun eğme kurtarır.
Bu da dört mertebeden ibarettir.
Birinci Mertebe:
Mahlukat
arasında müşterek olan bu duygu, Allah'a muhtaç olduğunu zarureten
hissetmesidir. Göklerde ve yerdeki bütün mahlukat O'na muhtaçtır. Yalnız başına
O ise, onların hiçbirine muhtaç değildir. Göklerin ve yeryüzünün mahlukatı
O'ndan isterler. O ise hiç kimseden hiçbir şey istemez.
İkinci Mertebe:
O'na itaat ve
kulluk etmeye boyun eğmek. Bu da tercihini böyle kullanmaya mecbur hissetme
duygusudur. Bu hal itaat ehline mahsus bir haldir ve O'na kullukda bulunmanın
sırrıda budur.
Üçüncü Mertebe:
O'na sevgi
duymanın getirdiği, itaat ve zillet. Çünkü seven kimse, O'nun zatından dolayı
O'na boyun eğmiştir. O'na olan sevgisi ölçüsünde teslimiyeti artar.
Sevgi,
sevilen kimse karşısında duyulan itaat ve küçüklük üzerine kuruludur.
Nitekim
şair şöyle der:
Sevdiğin kimseye boyun eğ
itaatkar ol!
Çünkü sevginin hükmünde,
burnunu dikmek ve aldırmamak yoktur.
Bir başkası da şöyle demiştir:
Aşk ehlinin miskinleri, hatta
kabirler arasındaki mezarları üstünde itaat toprağı serpilidir
(Asıl nüshanın haşiyesinde şu
şiir vardır:
Şeref kazanmak için sevdiğim kimseye
itaat etmekle bu şerefi elde eder,
Aziz bir kimseyi sevdiğinde ona
itaat etmezsen
Birleşmenize selam oku! (Yani
birleşmeniz imkansız)
Dördüncü Mertebe:
O'na karşı
isyan ve günah işlemenin verdiği küçüklük ve zillet.
Bu dört mertebe bir araya
geldiğinde Allah'a itaat ve teslimiyet en mükemmel ve tam manada gerçekleşmiş
olur. O kişi, Allah'a karşı korku, haşyet, sevgi, tevbe, itaat ve O'na muhtaç
olduğunu hissederek boyun eğer.
Bunun da hakikati ve esası
mutasavvıfların işaret ettiği, fakirliktir. Fakat bu mana sırf "fakr" olarak isimlendirmekten daha yücedir. Hatta bu kulluğun özü ve sırrıdır. Bu duygunun
meydana gelmesi kul için en faydalı ve Allah'a en sevimli gelen şeydir.
Fakat bu duygunun hasıl
olabilmesi için bazı sebeblerin takdir edilmesine gerek vardır. Bunlar zayıflık,
ihtiyaç, kulluk, itaat, sevgi, tevbe, isyan ve O'na karşı gelme sebebleridir.
Çünkü neticelerin sebebsiz meydana gelebilmesi imkansızdır. Netice ve sebebin
bulunmasının takdir edilmesinden maksat, bulunması bulunmamasından daha hayırlı
olan bir maslahatı temin etmektir. Aynı şekilde netice ve sebebin takdir edilmesinden bir zarar
da doğabilirki bu zararın ortaya çıkmaması çıkmasından daha mühimdir.
Hikmet iki zarardan büyüğünü
küçüğü ile giderme ve iki faydadan büyüğünü, küçüğünü bırakmakla elde etme
esasına dayanır. O senin için bu kapıyı açmıştır. Eğer marifet ehlinden isen bu
kapıdan gir. Değilsen kapıyı kapat ve selametle geri dön.
Yukarıda işaret ettiğimiz
hallerden biri de şudur ki, Cenab-ı Hakk'ın güzel isimlerinin bulunması, tıpkı
sebeplerin müsebbepleri doğurması gibi bunların da tesir ve neticelerinin
bulunmasını gerektirir:
"İşiten= Semi" ve "Gören= Basir" sıfatları, işitilen ve
görülen varlıkların mevcudiyetini gerektirir.
"Rızık veren= Rezzak" ismi, rızık
verilen varlığı gerektirir.
"Merhamet eden= Rahim" sıfatı
merhamet olunan varlığın,
aynı şekilde:
"Bağışlayan= Gafur", "Affeden= Afüv",
"tevbeleri kabul eden= Tevvab"
ve "Sabırlı= Halim" sıfatları da, bağışlanan, affedilen, tevbesi kabul edilen ve
sabırla muameleye muhatab olan varlıkların mevcudiyetini gerektirmektedir.
Bu
isim ve sıfatların tesirsiz, fonksiyonsuz bir halde olduğunu söylemek (ta'til)
imkansızdır.
Çünkü bu isim ve sıfatlar, güzellik, mükemelllik, büyüklük, hikmet,
iyilik ve cömertlik ifade eden sıfatlardır ve bunların tesirlerinin bu kainatta
ortaya çıkması gerekir. Bu konuya mahlukat arasında Allah'ı en çok bilen Hz.
Peygamber (s.a.v):
"Eğer siz günah işlemeseydiniz Allah sizi ortadan kaldırır ve
günah işleyen, sonra O'ndan af isteyen ve O'nun da affedeceği bir topluluk
getirirdi" şeklinde değinmiştir.
Eğer bütün canlıların var
olmadıklarını farzetsen, Rezzak olan Allah kime rızk verecek? isyan ve günahın
bütün kainatta ortadan kalktığını ileri sürsen, O kimin günahlarını bağışlayacak,
kimi affedecek, kimin tevbesini kabul edecek ve kime sabırla muamele edecek?
îhtiyaç duyulan her şeyin elde edildiği, kulların bu dertten kurtulmuş zengin
varlıklar olduğunu farzetsen, O'ndan istemek ve O'na yakarıp yalvarmak, O'nun da
duayı kabul etmesi, O'nun lütuf ve nimetini görmek, bazı kullarına özellikle
nimet vermesi ve ikram etmesi, nerede kalır?
Bütün tanıtma yollarını
kullanarak kendini mahlukatına tanıtan, bütün delilleriyle onlara yol gösteren,
bütün yolları onlar için açan ve sonra doğru yolu gösteren ve bu yolu onlara
bildiren ve ona kılavuzluk eden Allah'ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.
"Ta ki helak olan kişi apaçık bir delil (i gözüyle gördük)
den sonra helak olsun,
diri kalan kişi de yine apaçık delili (gözüyle) görerek hayatta kalsın. Şüphesiz
Allah hakkıyle işiten, kemaliyle bilendir." (Enfal, 42)
|