Tevbeye Dair Bazı Hükümler

 

Burada ihmalkarlık edip üzerindeki bir hakkı ödemeyen fakat daha sonra tevbe eden kimsenin bu tevbesinin hükmü üzerinde duracağız. Tevbe ya Allah veya kul hakları ile ilgili olur.

Allah hakkı ile ilgili olan tevbe, vacip ve farz olduğunu bilerek, özürsüz ve kasden namazı terk eden ve daha sonra pişmanlık duyan kimsenin ettiği tevbedir. Selef uleması bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup böyle bir günahın tevbesinin pişmanlık duymak, o farzları eda etmeye başlamak ve kılınmayan namazları kaza etmek tarzında olacağını ileri sürmektedirler. Dört mezhep imamı ve onlar gibi düşünen bazıları bu gruba dahildirler. Diğer bir grub ise Allah hakkı ile ilgili bir kusurdan dolayı edilecek olan tevbenin amel etmeye başlamaktan ibaret olduğunu iddia ederler. Bunlara göre ödenmeyen hakkı (namazı) kaza ederek ödemenin hiç bir yararı olmayacağı gibi, kabul olmaz ve hatta bu o kişiye farz da değildir. Zahiriler ve seleften bir grup bu görüştedirler.

Tevbede Allah hakkının (mesela namaz) kaza edilmesinin gerektiğine hükmeden birinci grup şu delillere dayanırlar:

1 - Hz. Peygamber (s.a.v):

“Kim uyuyarak veya unutarak namazını geçirirse onu hatırlayınca kılsın” (Ebu Davud, Salat, 11; Nesai, Mevakit, 53; İbn Mace, Salat, 10) buyurmuştur.

İhmal ve kusuru olmadığı halde unutan ve uyuyakalan kimsenin geçen namazını kaza etmesi vacip olursa kasden ve kusurlu olarak namazını kılmayan kimsenin tevbe ederken onu kaza etmesi öncelikle vacip olur.

2 - Mü’mine iki husus vacip olur: Bir namaz kılmak, iki o namazı vaktinde kılmak. Bir kimse bunlardan birini yapmayacak olursa diğeri baki kalır.

3 - Şayet bu namazın kazasının onun farz oluşunu sağlayan ilk emirle vacip olduğunu kabul edersek zaten bir mesele yoktur. Eğer bunun için yeni bir emrin gerektiğini söyleyecek olursak daha önce de belirttiğimiz gibi, uyuyarak veya unutarak namazını kılmayan kimse ile ilgili emir kasden kılmamış olana da ışık tutar.

4 - İnsan eğer bir fiilin maslahatını elde etmezse onu mümkün olan zamanda elde eder. Namaz kılmayan kimse onun maslahatını zamanında elde edememiştir. O halde elde edebildiği zaman ifa etmesi gerekir. Bu ise normal zamanın dışında onu elde etmektir.

5 - Hz. Peygamber (s.a.v):

“Size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz” (Buhari, İ’tisam,6; Müslim, Fedail, 130) buyurmuştur.

Namazını kılmayan kimse ise onu zamanında kılmaya gücü yetmemiş, o emri ilk vaktinin dışında eda edebilmiştir. O halde gücü yettiği zaman da O’nu eda etmesi gerekir.

6 - Şeriat, uyku ve unutma özrü olanlara bile kılamadıkları namazı kaza etmeyi farz kılmıştır. Hal böyle iken, kasden namazını kılmayarak Allah ve Rasulüne isyan eden kimseye kolaylık sağlayıp kazayı vacip kılmaması nasıl düşünülebilir?

7 - Normal zamanı dışında kılınan namaz, normal zamanında kılınanın bedelidir. İbadette, eğer bedeli varsa ve asıl olan ibadet yapılmazsa, bu durumda mükellef, bedel olan ibadeti eda eder.    

Abdest alamayan kimsenin teyemmüm etmesi, ayakta duramayan kimsenin oturarak namaz kılması, oturamayanın ise yaslanmış bir halde kılması; yaşlılık ve iyileşme ümidi olmayan herhangi bir hastalık sebebiyle oruç tutulamaması halinde her bir gün için bir fakirin doyurulması vb. hükümler bu türdendir.

8 - Namaz muvakkat (zamana bağlı) bir haktır. Bu hak ilgili zamanın sonrasına tehir edilmekle düşmez. Nitekim insanların birbirlerine olan zamanlı hak ve borçları da böyledir.

9 - Namazını vaktinde kılmayan insan sonuç olarak bu tehiriyle günah işlemiş olmaktadır. Bu sonuç onun namazını kaza etmesini gerektirmez. Nitekim zekatım farz olan zamanda ödemeyen veya hac farizasını tehir eden kimse de bu tehiriyle günahkar olmakla birlikte o farzların zorunluğu da devam etmektedir.

10 - Cuma namazını kılmayan kimse de bu hareketiyle günah işlemiş olur. Bununla birlikte o günkü öğle namazını daha sonra kılması icap eder. Kılınamayan cuma namazından sonra nasıl öğle namazının eda edilmesi gerekirse, güneşin doğuşundan önce kılınmayan sabah namazı da doğuşundan sonra kılınır. İki durum arasında herhangi bir fark yoktur.

11 - Hz. Peygamber (s.a.v), Ahzab günü ikindi namazını güneşin batımından sonraya kadar te’hir etmişler, ondan sonra kılmışlardır. Bu olay, namazın kasden kılınmaması halinde de vaktinin dışında kılınabileceğini gösterir. Bu kimse, Ahzab günü Rasulullah’ın o te’hiri ve Beni Kurayza günü bazı ashabın ikindi namazını gün batımından sonraya bırakması gibi mazur olabilir. Ayrıca ihmalinden dolayı tehir eden kimse gibi özürsüz de olabilir. İki hal birbirinden daha sonra işlemenin farz olması bakımından değil, sadece günah olup olmama bakımından farklı olur.

12 - Şayet namazı normal zamanının dışında kılmak sahih ve vacip olmamış olsaydı Peygamber efendimiz Beni Kurayza günü sahabe-i kirama ikindi namazını tehiredip köye girdikten sonra kılmalarını emretmezdi. Nitekim bunun üzerine ashaptan bazıları ikindi namazını vaktinde kılmamış, köye girdikten sonra geceleyin kılmıştır. Ancak orada bulunan sahabeden bazıları ikindi namazını te’hir etmeyerek yolda kılmışlardır. Rasulullah (sav) ise bu ictihadlarından dolayı her iki gruba da olumsuz bir söz söylememiştir.

13 - Dinimiz, günah işleyip de daha sonra tevbe etmek isteyen herkese tevbe imkanı tanımıştır. Hal böyle iken, namaz kılmadığı için tevbe etmek isteyen kimseye nasıl mani olunur da günahının vebalinden kurtulamayacağı ve boynunda borç olarak kalacağı söylenebilir?

Böyle bir muamele dinimizin kaidelerine, hikmet ve rahmetine, dünya ve ahirette kulun yararını gözetme niteliğine uygun düşmez.

Birinci grubun bu konudaki belli başlı delilleri bunlardan ibarettir.

 

Allah hakkında zayi eden (mesela namazını kasden terk eden) kimsenin onu kaza etmesinin ne vacip ve ne de kabul olmayacağını, dolayısıyla hiç bir yararının söz konusu olmayacağını ileri süren ikinci grubun (zahirilerin) delilleri ise şunlardır:

1 - Bir ibadet eğer belli bir sıfat ve zaman içinde eda edilmek üzere emredilmişse kişi onu vasfı, vakti ve şartıyla, emrolunan tarzda yerine getirmedikçe emre uymuş olmaz.

Dolayısıyla, mesela namazı vaktinin dışında kılmakla kıbleye yönelmeden kılmak, secdede yere alnı koymak yerine, yanağı koymak ve rüku yerine diz çökmek vb. arasında hiç bir fark yoktur.

2 - Bir zaman dilimine mahsus kılınmış olan ibadetle bir mekan parçasına has olan ibadetler gibi, ancak kendisi için ayrılan zaman içinde sahih olurlar. Şayet insan mekana mahsus ibadetleri başka bir mekanda eda edecek olsa bu sahih olmaz.

Bir mekan diğer bir mekanın yerine geçmez. Arafat dağı, Müzdelife, şeytan taşlama yerleri, Safa ve Merve ve tavaf mekanları gibi haccın menasikine ait mahaller böyledir. İbadetleri şeriatça tahsis edilen zamanlarından başka bir zamana taşımak onları dince tahsis edilen mekandan başkasına taşımak gibidir, ibadetin makbul olup olmaması ve günah olup olmaması bakımından bu iki tür taşıma arasında bir fark yoktur.

Başı ve sonu itibariyle sınırlanmış olan bir zamanla tahsis edilen namazı o zamandan alıp başka bir zamana nakletmek Arafat dağı yerine Müzdelife’de vakfe yapmak ve hac ayları yerine başka aylarda haccetmek gibidir. Sonra Ramazan orucunu Şevval ayına veya ikindi namazını gece yansına nakleden kimse ile muharrem ayında hacceden ve o ayda vakfe yapan kimse arasında ne fark vardır?

Onun haccı sahih olmadığı halde bunun orucu ve namazı nasıl sahih olur?

Oysa ikisi de Allah’ın emrine muhalefet etmiş, asi ve günahkar olmuşlardır.

Görüldüğü üzere Allah zamana mahsus olan haklarını o zamanların dışında kabul etmez. O zaman girmeden önce kabul etmediği gibi çıktıktan sonra da kabul etmez.

Bir insan: “ben Ramazan orucunu şevval ayında tutacağım” dese, aynı orucu Şaban ayında tutmak isteyen kimseden farkı yoktur.

Öte yandan gece ödenecek olan hak gündüz, gündüz ödenecek olan da gece ödenecek olsa kabul olunmaz.

Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a), Hz. Ömer’e (r.a) diğer ashap tarafından da kabul ile karşılanan şu vasiyette bulunmuştur:

“Bilesin ki Allah’ın sende gece hakkı vardır, onları gündüz kabul etmez; gündüz hakkı vardır, onu da gece kabul etmez.”

Ayrıca bir ibadetin şeran belirli olan zamanı geçtikten sonra o ibadet aynıyla baki kalmaz. Şayet bu zamanda ibadet edilecek olursa o önceki zamana mahsus olan ibadet değil, bir başka ibadet olur. Mesela ikindi namazını güneş battıktan sonra kılan kimse ikindi namazını kılmış olmaz. Çünkü ikindi namazı o belirli zamanda kılınan namazdır. Güneşin batınımdan sonraki zaman ise ikindi zamanı değildir. Binaenaleyh o kimse kati surette ikindi namazını kılmış olmaz. Olsa olsa ikindi namazına benzeyen dört rekatlık bir namaz, kılmış olur.

3 - Hz. Peygamber (s.a.v) bir rivayetle:

“Kim ikindi namazını terkederse ameli boşa çıkar” (Buhari, Mevakitu’s- Salat,15), bir başka rivayette ise:

“ikindi namazını geçiren kimse ailesini ve malını kaybeden kimse gibidir” buyurmuştur.

Şayet zamanı geçen ikindi namazının daha sonra kılınması mümkün , sahih ve makbul olsa idi onu kılmayan kimsenin ameli boşa çıkmaz, ailesini ve malını tamamıyla kaybeden kimse gibi nitelenmezdi. Çünkü birinci görüşte olanlara göre namazı vaktinin dışına tehir etmekten dolayı herhangi bir günahın söz konusu olmaması gerekir. Zira o namazı o sonraki zamanda kılmak ve itaat etmek mümkün olmaktadır.

4 - Vaktinden sonra kılınan namaz şâri tarafından açıkça reddedilmiştir. Binaenaleyh, buna rağmen böyle bir namazın sahih ve makbul olacağını söylemek mümkün değildir.

Nitekim Hz. Aişe’nin (r.a) rivayet ettiği sahih bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Bizim beyan ettiğimizin dışında herhangi bir amel işleyen kimse (nin ibadeti) merduttur” veya “Bizim beyanımız dışında yapılan her amel merduttur” (Buhari, Sulh, 5; Müslim, Akdiye, 17), yani geri çevrilir, kabul olunmaz.

Vaktin dışında namaz kılan kimse de Peygamber (s.a.v)’in gösterdiği zamanın dışında amel etmiştir. O halde onun namazıda merduttur. Zamanı dışında kılınan bu namazın merdut olduğu sabit olduğuna göre sahih ve makbul da değildir. Hadiste geçen “red” kelimesi, “halk”ın “mahluk”, “darb”ın “madrub” manasına olması  gibi “merdud” manasındadır.

5 - Namazda vakit, günahtan kurtulma ve emre imtisal etmiş olan için temizlik, kıbleye yönelme ve avret mahallini örtme gibi namazın sahih olması ve borcun ödenmiş sayılması için şarttır.

(Hatta zaman bu şartlar içinde en önemli olanıdır. Nitekim AllahTeâlâ özrü olan kimseden su ile temizlenme, kıbleye doğru yönelme ve avret mahalini örtmeyi kaldırdığı halde zaman konusunda asla ruhsat tanımamıştır.)

Dolayısıyla, namazla ilgili emir bütün şartları topyekün içine alır. Hal böyle olduğuna göre gerek vücub gerek emir ve gerekse şart olma bakımından aynı olan bu şartları ayrı ayrı telakki etmek mümkün değildir.

6 - Namazın, vaktinin dışında kılınması halinde sahih olacağını ileri sürenlerin ne nas, ne icma ve ne de sahih kıyas nevinden bir delilleri yoktur. Onların bütün kıyaslarını çürütecek ve yanlışlığını izah edeceğiz.

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ve diğer bazı müsnedlerde Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kim özürsüz olarak Ramazan’dan bir gün oruç yerse ömrü boyunca oruç tutsa onun yerine geçmez.” (Buhari, Savm, 29; Ebu Davud, Savm, 38; Tirmizi, Savm, 28)

Bu hadise rağmen daha sonra bir gün oruç tutulması halinde o orucun yerine geçeceği nasıl ileri sürülebilir?

7 - Bir ibadetin sıhhati ne ile izah edilecektir? Şayet emre uygun olmakla izah edilecekse bu ibadetin emre uygun olmadığında şüphe yoktur. O halde sahih değildir. Eğer üzerindeki borcun düşmesi olarak anlaşılacak ise bir borç ancak emrolunan şekilde eda edilmesi halinde düşer. Bu ibadet ise emrolunan şekilde vaki olmamıştır. Bu şekilde yapılmayan bir ibadetin ne emredildiği şekilde yapıldığını ne de sahih olduğunu söylemek mümkün değildir. İbadetin sıhhati kişinin boynundan sorumluluğun düşmesiyle izah edildiği takdirde vakti dışında yapılan ibadet kişiyi günah sorumluluğundan asla kurtarmamaktadır. Vakti dışında yapılan ibadetin kişiyi sorumluluktan kurtaracağını bildiren herhangi bir delil mevcut değildir.

Sahih olan ibadet şari’in itibar edip razı olduğu ve kabul ettiği ibadettir. Bu husus ise ancak onun sahih veya emrine uygun olduğunu bildirmesiyle bilinebilir. Zamanının dışında yapılan ibadette bu durum mevcut değildir. O halde onun sıhhatine ne ile hükmedilecektir?

Aslında ibadetlerin sıhhat ve fesadı şer’i hükümler olup kaynaklan kanun koyucunun kendisidir. Binaenaleyh, sahih ibadet şari’in sıhhatine şehadet ettiği veya emrine uygun olduğunu bildirdiği yahut da sıhhatine şehadet ettiğine benzer olan ve onun hükmünü alan ibadettir. Zamanının dışında yapılan ibadette ise bu hususlann hiç biri mevcut değildir.

Vaktinin dışında yapılan ibadetin sıhhati konusunda yapılan en yanlış mukayeselerden biri de bunun özürlü veya izinli olarak tehir ettikten sonra yapılan ibadetle mukayese edilmesidir. Bu bir şeyi zıddıyla kıyaslama, hakikat ve şeriat açısından kendisinden tamamıyla farklı olana kıyas etmektir ki en yanlış kıyaslardan biridir.

8 - Bazılarının Rasulullah’ın (s.a.v):

Kim uyuyakalır veya unuturda namazı geçirirse O’nu hatırlayınca kılsın” (Ebu Davud, Salat, 11; Nesai, Mevakit, 53; İbn Mace, Salat, 10) mealindeki hadisini delil getirerek özürlü olarak namaz kılamayana, dolayısıyla kusurlu olarak namazı terk edene kazayı farz görmelerine gelince, aslında bu delil onların lehine olmaktan ziyade aleyhlerine bir değer taşımaktadır. Çünkü şeriat sahibi namazın vakti dışında kaza edilmesini uyku veya unutma ile kılmamaya bağlı kılmıştır. Varlığı şarta bağlı olan bir hüküm, şart ortadan kalktığı zaman kendiliğinden kalkar. Geriye sadece cezayı hak etmiş asi bir kusurlunun Allah’ın mazur olarak kabul ettiği kusurlu ve asi olarak telakki etmediği kimseye kıyaslanması kalıyor. Nitekim Rasulullah efendimiz sahih bir rivayette:

“Uyumada kusur yoktur, kusur ancak uyanıklık halinde namazı bir sonraki vakit girinceye kadar tehir etmektir” (Müslim, Mesacid, 311; Ebu Davud, Salat, 11; Tirmizi, Salat, 130) buyurmuştur.

Bu iki kimseyi birbiriyle kıyaslamaktan daha batıl ve fasit bir kıyas dünyada mevcut olamaz.

Kaldı ki uyuma ve unutma ile namazı kılamayıp daha sonra kılan kimse o namazı vaktinin dışına tehir etmemiştir. O namazın vakti uyanılan ve namazın hatırlandığı vakittir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v):

“Kim uyur veya unutur da namazı tehir etmiş olursa onu hatırladığı zaman kılsın. Çünkü o namazın vakti, hatırlandığı zamandır. Zira Allah:

“Beni hatırlayınca namaz kıl” (Taha, 14) buyurmaktadır.

Bilindiği gibi nahiv alimlerinin çoğu bu ayetteki “lam” harfinin zaman manasım ifade ettiğini söylemişlerdir. Bize göre Peygamberimiz, Ahzab savaşı sırasında güneş doğduktan sonra kılmış olduğu sabah namazını gerçek vaktinde kılmışıtr.

Bize göre namaz vakitleri üç çeşittir:

Birincisi namaz kılmaya kadir, uyanık halde bulunup namazı unutmamış olan ve özürlü bulunmayan kimselere aittir. Bu çeşit namaz vakitleri beştir,

İkincisi uyanık bulunan, namazı unutmamış fakat özürlü olan kimselere hastır. Bu ise üç vakittir. Böyle kimse için namaz vakitleri öğlen ve ikindi vakitleri bir, akşam ve yatsı vakitleri bir ve sabah vakti bir vakit olarak gerçekleşmektedir. Binaenaleyh bu şartlardaki kimse hakkında namaz vakitleri üç tanedir. O halde bu şartlarda öğle namazını tehir edip de ikindi vaktinde kılan kimse namazını normal vaktinde kılmış olur.

Üçüncüsü ise uyku veya unutma sebebiyle mükellefiyetten çıkmış olan kimse ile ilgili olan vakittir. Bu vakit kesinlikle sınırlı değildir. Bu kimse için namazın vakti uyandığı ve namazı hatırladığı zamandır. Dini nas ve kuralların gösterdiği namaz vakitleri bunlardır. Kusurlu olarak namazını zayi eden kimse ise bu üç kısım vakitten herhangi birine sahip değildir. O bunların dışında dördüncü bir çeşide girer.

9 - Cenab-ı Allah hayız, yolculuk ve hastalık gibi bir özürden dolayı orucunu tutamayana kazayı meşru kıldığı halde özürsüz olarak kasden orucunu yiyen kimseye kazayı ne nas, ne işaret ve ne de ima yoluyla asla meşru kılmamışım Bizim görüşümüzde olmayanların dayanacakları tek şey şeriat kurallarının farklılıklarını bildiregelmiş olmasına rağmen, kasden oruç tutmayanı özürlü olarak tutmayana kıyaslamaktır. Oysa sari, değil güne gün tutmak, ömür boyu tutulan orucun bile özürsüz olarak yenen bir orucun yerini tutmayacağını bildirmiştir.

10 - “Kula iki şey vaciptir. Biri ibadet etmek, diğeri ise o ibadeti vaktinde eda etmektir. Biri terk edilecek olsa diğeri baki kalır” tarzında ileri sürülen görüş ise ancak iki hususta biri diğerine şart bağıyla bağlı olmadığı zaman geçerli olur. Mesela hac ve zekat ibadeti ile emrolunan kimsenin durumu böyledir. Eda ve zamanında eda olmak üzere kendisine vacip olan iki husutan birini terkedecek oluşa diğeri baki kalır, düşmez. Fakat bu iki husustan birinin diğeri için şart olması ve meşruatın kendisine bağlı olarak emredilmemiş olduğu şartın yerine getirilmesi de mümkün olmaması halinde “biri olmasa da öbürünü yapması emrolunur” dene bilir mi?

Gerekli vasıf da olmadan, şart bulunmadan o ibadetin sahih olduğu söylenebilir mi?

Allah’ın böyle bir emri nerede bulunmaktadır? Asıl konumuz da bu değil midir?

11 - Şayet vaktinde kılınmayan namazın kazasının yeni bir emirle farz olduğunu kabul etsek bu konuda kaza edileceğine dair hiç bir delil yoktur. Bu konuyu icma vaki olan konulara kıyas etmek de mümkün değildir. Şayet birinci emirle vacip olduğunu kabul edersek bu eğer kaza yararlı ve maslahatı eda gibi olursa sözkonusu olabilir. Hasta, yolcu ve hayızlı kimsenin orucu; bayılan, uyuyan ve unutanın da namazı kazası böyledir. Fakat eğer kaza boynundaki borcu düşürmüyor, kişi de farzı vaktinin dışına te’hirinde mazur değilse, bu durumda kaza ne birinci, ne de ikinci emre girmez. Burada kaza, olsa olsa birbirine kıyıslanmalarına açık bir mani bulunmasına rağmen, fer’in asla kıyas edildiği açıkça bilinen batıl bir kıyasa dahil olur.

12 - “Eğer bir fiilin maslahatı elde edilemezse mümkün olan şekli ile elde edilir” tarzındaki görüş ise ancak şu durumda muteber olabilir. Eğer zevaliyle maslahatın dazail olacağı şarta göre maslahat elde edilemiyor ve bu şartın zail olması sebebiyle istenen biçimde elde edilmesi ancak tevbe, fazlaca nafile ve hayırlı ameller işlemek suretiyle mümkün oluyor ise muteber olur, fakat böyle bir durum dışında asla olmaz.

13 - Rasulullah’ın (s.a.v)

“Size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği kadar yerine getirin” (Buharı, İ’tisam, 6; Müslim, Fedail,130) mealindeki hadisiyle istidlal edenler ise isabetli değildirler.    

Çünkü bu hadis ancak bir insanın emrolunan fiili işlemekten aciz olması halinde onun yerine yapabileceği fiili yerine getireceğine delalet eder. Mesela namazda ayakta duramayan, abdestte yıkanması gereken uzuvları yıkayamayan, fatihayı okuyamayan, üzerine vacip olan nafakanın tamamını ödeyemeyen vb. kimseler güçlerinin yettiği fiili yaparlar ve yapamadıkları fiil de böylece zimmetlerinden kalkmış olur. Ama kasden, özürsüz olarak kendisine emrolunan fiili işlemeyip de vaktinin çıkmasına sebep olan kimse, bu hadisin kapsamına girmez. Şayet hadis, bu kimseyi kapsamına alsaydı bir başka hadiste böyle bir kimsenin amelinin hükümsüz olacağı, ailesi ve malı gitmiş yapayalnız olan bir kimseye benzediği bildirilmezdi.

14 - “Şeriatın özürlü kimseye kaza görevi verdiği halde kasden kusur işleyen böyle bir kimseye kaza görevi vermeyerek kolaylık sağlayacağını düşünmek mümkün değildir” tarzındaki görüş ise, gerçekten uzak ve batıllığı açık bir görüştür. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi özürlü kimse kendisine emrolunan ibadeti zamanında eda etmektedir. Namazını vaktinde kılan özürsüz kimse ile onun arasında hiçbir fark yoktur. Oysa biz kasden namazını kılmayanın kaza yapmayacağını ona kolaylık olması için değil, ona bir faydası olmadığı, kabul olmayacağı, onu yapmakla emrolunmadığı için kabul ediyoruz. Bize göre bu kimsenin terk etmiş olduğu ibadetin maslahatını elde etmesine imkan kalmamaktadır. Dolayısıyla burada bir kolaylaştırma söz konusu değildir.

(Çünkü bu uygulama O’nu mahrum etme ve cezalandırmadır. Kişi o cezadan ancak samimi, ciddi bir şekilde, Allah’a kavuşmak, O’na müracaat etmek ve felaha erenlerden olmak için ihtiyaçlarını ondan istemek için Allah’ın önüne çıkardığı fırsatları değerlendirme konusunda azimli olarak Islama dönmesine vesile olacak olan tevbe ile kurtulabilir.)

15 - “Vakti dışında kılınan namaz, vaktinde kılınan namazın bedelidir. Şayet asıl olanı yerine getirmek mümkün olmazsa bedeli yerine getirilir” tarzındaki görüş ise soyut bir iddiadan başka bir şey değildir. Zaten ihtilaf da burada değil midir?

Şu kasten namazını kılmayan kimsenin, geçen o namazının bedeli olduğunun delili nedir?

Önce bu bedele dair bir emir isteriz. Sonra onun makbul ve yararlı olup, olmadığını bildiren bir emir gerekir. Bunları isbat etmek hiçbir zaman mümkün değildir.

Aslında bir şeyin bedeli olduğu, şâriin onun için bir bedel koyması ile bilinebilir. Mesela Cenab-ı Allah suyun kullanılması halinde teyemmümü, oruç tutulamaması durumunda ise fidyeyi veya yemin keffaretinde olduğu gibi para olarak ödenmesinin imkansız olması halinde orucu bedel olarak bildirmiştir. Ama kasden namazını kılmayan için kazayı, vaktinde kılması gereken ibadet için bedel kıldığına dair herhangi bir nas mevcut değildir. Bu konudaki aksi görüşün, fasit olduğu açıkça ortaya çıkmış olan kıyasdan başka bir dayanağı yoktur.

Namazı vakti dışında kılmayı, zamanı geçtikten sonra insanların birbirlerine olan borçlarını ödeyebilmelerine benzetmeye gelince bu da batıl bir mukayesedir. Çünkü beşeri borçların vücub zamanı namazınki gibi iki yanı sınırlı değildir. Beşeri borç sınırlı ve muvakkat bir şekilde vacip olmaz. Aksine fevren (derhal) olduğunu kabul edenlerin anlayışına göre zekat ve hac gibi fevri olarak vacip olur. Dolayısıyla insanların birbirlerine onan borçlannı ertelemeleri onu ödemek için şart olan zamanın dışına çıkma manasına gelmez. Gerçi bir borcu ödemenin en makbul zamanı ilk anda derhal ödenmesidir. Ama daha sonraya bırakmak da onun kaza tarzında ödenmesi manasını taşımaz.

16 - Eğer denilirse ki: Ramazan orucu da kaza ediliyor. Oysa Ramazan orucu iki Ramazan arasında tutulmak üzere bir genişlik tarzında sınırlandırılmıştır ve tutma imkanı olduktan sonra orucunu bir sonraki Ramazan’a te’hir etmek caiz olmaz. Bununla beraber şayet bir insan orucunu ikinci Ramazan’a bırakacak olursa O’nu tutmak ve her bir gün için bir fakir doyurmak gerekir. Nitekim sahabe-i kiram bu hususta öyle fetva vermişlerdir. Bu durum geçici bir ibadetin şeriatçe tayin edilen zamanı çıktıktan sonra yerine getirilmesinin mümkün olduğunu gösterir.

Buna şöyle cevap verilir:

Şeriat sahibi, Ramazan orucu ile Ramazan orucu kazasını farklı olarak bildirmiştir. Ramazan orucunu, öne alınması ve arkaya bırakılması caiz olmayan iki yandan sınırlandırmış, ramazan orucunun kazasını ise serbest (mutlak) bırakmıştır.

Cenab-ı Allah:

“Sizden öncekilere yazıldığı gibi (günahlardan) korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı. Sayılı günler olarak sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar)” ( Bakara, 183,184) buyurarak ramazan orucunun kazasını mutlak olarak bildirmiştir.

Bu husus ramazan orucu kazasının herhangi bir günde yapılmasının caiz olduğunu gösterir. Bunun yanında bu kazanın mutlaka belli bir zamanda yapılmasını kayıtlayarak hükme bağlayan ne bir ayet, ne hadis ve ne de icma vardır. Bu konuda sadece Hz. Aişe’den (r.a) rivayet edilmiş olan şu hadis mevcuttur:

“Ramazan’dan oruç borcum olurdu. Rasulullah (s.a.v) ile meşguliyetten dolayı onu ancak Şaban ayında kaza ederdim.”

Fakat görüldüğü üzere bu hadis kaza orucunun, Ramazan orucunun iki hilal ile sınırlandırılmasında olduğu gibi iki Ramazan arasında tutulacağı hususunda sarih değildir. Dolayısıyla Ramazan orucu ile kazasını birbirine kıyaslamak mümkün değildir. Bu Allah (c.c)’ın ayrı ayrı telakki ettiği iki şeyi birlikte telakki etmektir. Çünkü Cenab-ı Allah, ramazan orucunu ileri ve geri gitmeyen bir sınırla sınırlamış, kazasını ise mutlak bırakmaktan başka “başka günler” (Eyya’min Uhra) ifadesiyle te’kid etmiştir. Ayrıca sahabeden bazıları Ramazan orucu kazasını ikinci Ramazan’dan sonraya bırakan kimsenin iki Ramazan arasında kaza etmediği için fidye vermesi yolunda bir fetva vermişlerdir. Buna rağmen o oruç bir sonraki Ramazandan sonra bile tutulmuş olsa kaza olmaktan çıkmaz. Ramazan orucunun kazasının ikinci Ramazan’dan önce veya sonra olması arasında fark vardır. Ramazan orucunun edası ise böyle değildir. Ramazanın içinde tutmakla sonrasında tutmak arasında bir fark yoktur.

Ramazan orucu ile kaza orucu arasındaki farkı şu misal gayet güzel açıklamaktadır: Bir insan özürsüz olarak, kasden Ramazanda birgün oruç yese kati surette bir başka gün orucu onun yerini tutmaz. Oysa tutmakta olduğu kaza orucundan birgün yiyecek olsa bir sonraki gün onun yerine geçer. Çünkü özürlü kimse hakkında kaza günleri bizzat belirlenmiş değildir. O bu konuda serbesttir; hangi gün tutsa tutamadığı günün yerine geçer. Halbuki özürsüz kimse hakkında Ramazan orucu günler bizzat belirlenmiştir; diğer günleri onların yerine geçmez.

17 - Kasden cuma namazını kılmayana gelince, ona öğle namazının farz olmasının sebebi o vakitte kesinlikle ya Cuma veya öğle namazlarından birinin farz olmasıdır. Cuma namazını kılmayan kimse, öğle vakti mevcut olduğu için o vaktin (öğle) namazını kılmakla yükümlüdür.

Özellikle Cuma namazını öğle namazının bedeli sayanlara göre cuma namazını (bedeli) kılmayan kimse öğle namazına (asla) döner. Tabii bu durum kazanın icma veya nas ile sabit olması anlayışına bina edilmiştir. Şayet bu hususa itiraz edilirse biz de ortak bir cevap verir ve şöyle deriz: Şayet Cuma namazını terk etmek vakit çıkıncaya kadar bir namazı kılmamakla bir ise az önce zikrettiğimiz delil mucibince her iki namazın kıyasının hükmü bir olur. Ancak eğer iki namaz arasında ikisini aynı kabul etmemize mani bir fark var ise bu durumda kıyas batıl olur. Hülasa her iki halde de kıyas batıldır.

18 - Hz. Peygamberin (s.a.v) Ahzab günü ikindi namazını güneş batıncaya kadar tehir etmesi meselesine gelince, bunun mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş vardır.

a)  - Ahmed b. Hanbel, Şafii ve Malik gibi ulemanın çoğunluğu bu konuda şöyle demektedirler: Bu olay korku namazı nazil olmadan önce meydana gelmiştir. Ancak daha sonra korku namazı ile hükmü neshedilmişlir. Kaldı ki Ahzap günü yapılan tehir iki namazı birleştirerek kılma halindeki tehir gibidir. Dolayısıyla gayr-ı şer’i olarak kılınmayan namaz buna kıyaslananı az. Bu iki tehir arasındaki fark uyuyan ve unutanın tehiri ile kasden tehir edenin arasındakinden daha barizdir. Çünkü Ahzap günü yapılan tehir o gün için emrolunmuş bir tehirdir. Arefe günü akşam namazını Müzdelife’ye varıncaya kadar tehir etmek gibidir.

b)  - İkinci görüşe göre ise Ahzab günü yapılan ikindi namazının tehirinin hükmü mensuh değil, bakidir. Buna göre savaşmakta olan kimse bu sırada namazı tehir edip savaşa devam edebilir ve daha sonra imkan bulduğu zaman namazı kılabilir.

Bu görüş de Ebu Hanife’nin ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel’in görüşüdür. Hangi görüş dikkate alınırsa alınsın kasden namazını tehir eden kimsenin durumunu Ahzab gününe kıyaslamak mümkün değildir. Aslında Beni Kurayza olayında ashabın ikindiyi tehir etmesi de böyledir. Çünkü Zahirilerden bazı alimlere göre bu tehir de bir emir üzerine vaki olmuştur. Bazılarına göre ise bu, tevile müsait bir tehirdir. Onun içindir ki Rasulullah (s.a.v) ne yolda kılardan ve ne de geceye tehir edip Kurayza oğullarında kılardan kınamamıştır. Çünkü onlann bir kısmı emrin dış manasını, diğer kısmı ise maksadı ve niyeti (hızlı gitmek) dikkate almışlardı.

Bu arada İslam uleması bu iki görüşten hangisinin haklı olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bir grup: “şayet orada olsaydık biz de namazımızı yolda kılardık” diyerek maksat ve niyeti anlayıp hem namazı vaktinde kılan, hem de süratle düşmana doğru ilerleyen, ordudan geri kalmayan kimselerle birlikte hareket etmenin daha doğru olacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü namazı yolda kılanlar, kılmayıp da ilerleyerek Beni Kurayza’ya daha öfıce varan arkadaşlarına oraya varınca namaz kılarlarken yetişmişlerdi. O halde namazı yolda kılanlar İslamı daha iyi anlamış kimselerdi; emre uyma ve ictihad ile cihad ve anlayışı kendilerinde toplamışlardı.

Bir diğer grup ise şöyle demişlerdir:

Orada bulunsaydık namazı Kurayza oğullarına varıncaya kadar tehir edenlerle birlikte biz de tehir ederdik. Çünkü onlar kesinlikle Allah’ın hükmüne boyun eğmiş kimselerdir. Çünkü o tehir Rasulullah’ın (s.a.v) emrinden dolayı vacip olmuştu. Özellikle o gün için Allah’a (c.c) itaat o idi. Allah dilediğini yapar. Dilerse, tehiri, itaati vacib bir emir yapar. Onun tehiri emretmesi öne almayı emretmesi gibi vücub ifade eder. Binaenaleyh, o gün namazı tehir edenler nassa daha çok tabi olmuşlar, iki ecri birden almayı başarmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in namazı tehir etmeyenleri kınamaması ise yaptıkları tevil ve ictihad sebebiyledir. Çünkü onlar da Allah ve Rasülüne (s.a.v) itaat etmek istemişlerdi. Dolayısıyla onlar ictihad edip de hakka isabet ettiremeyen gibi sadece bir ecir almışlardır.

Bize göre sözün doğrusu şudur ki, kasden namazını tehir eden kimseyi Kurayza oğullan yolculuğunda tehir edenlerle aynı kefeye koymak son derece yanlış bir şeydir.

19 - “Kasden tehir etmiş ise namazını kaza etmek suretiyle tevbe etmektedir. Onun bu namazı kaza etmemesi gerektiğini söylemek suretiyle önündeki tevbe yolu nasıl tıkanabilir? Namazı kılmama günahının vebalinden kurtulamayacağı, ahirette boynunda borç olarak kalacağı nasıl söylenebilir?” diyenlere ise şu cevabı verebiliriz. Allah’ın bütün günahkar kulları için açmış olduğu ve ölünceye veya güneş batıdan doğuncaya kadar hiç kimse için kapamayacağı bir kapıyı onun yüzüne kapamaktan Allah’a sığınırız. Biz onun tevbesinin nasıl olacağı konusunda fikir beyan etmekteyiz. Bu insan tevbe etmek için o namazı kaza edecek mi yoksa amel işlemeye baştan, ilk olarak mı başlayacak, geçen sevap ve günahları lehine ve aleyhine bir sonuç doğurmayacak mı? Kendisi de amele baştan başlamak ve tevbesinin kabul olması bakımından kafir bir kimse gibi mi olacak?    

Çünkü İslamın farzlarından birini terketmek bütünüyle İslamı ve farzlarını teketmekten farklı bir durum değildir. İslamı terkedenin tevbesi, müslüman olduktan sonra kabul oluyor ; ister ilk defa müslüman olsun, ister mürted olduktan sonra olsun bu tevbenin sıhhati için ibadetleri daha sonra kaza etmesi şart olmuyor. Nitekim sahabe-i kiram da tekrar İslam’a döndükleri zaman mürtedlerin geçen ibadetleri kaza etmemeleri hususunda icma etmişlerdir. O halde namazını kılmayan kimsenin tevbesi öncelikle makbul olacak ve bu da onu kaza etmesine bağlı bulunmayacaktır.

 

İÇİNDEKİLER