Menazil sahibi derki:
İlham üç derecedir.
Birinci
derece: duymaya bağlı ve kesin olarak vahy şeklinde tezahür eden nebe (haber)
dir. Zira mutlak anlamda “nebe” bir özelliği olan habere denir. Her haber nebe
değildir. Oysa bu, o büyük gaybdan gelen haber manasına nebedir.
Vahy ve ilhamdan kasdedilen kendisine ilham gelen
kişiye bunun gereğinin kesin olduğunu bildirmektir. Bu ya işitme vasıtasıyla
olur. Ya da vasıtasız bildirmesiyle olur.
Ben derim ki: İlhamın işitme vasıtasıyla hasıl
olanına gelince, bu ilham değildir. Bilakis bu hitab kabilinden birşeydir. Bunun
nebilerden başkası için meydana gelmesi düşünülemez. Hz. Musa’ya tahsis edilen
hitab bu kabildendir. Zira burada hitab eden Hakk Azze ve Celledir.
Riyazat erbabının çoğu hakkında hasıl olan işitmeye
gelince:
Bu da üç şekilden biri ile olur, bunun dördüncü bir
şıkkı yoktur. Bunun en üst mertebesi Melikin ona cüz’i bir şekilde hitab
etmesidir. Bu hitab,
nebilerden başkasına da hasıl olur. Nitekim melekler İmran b. Husayn’a selamla
hitap etmişlerdi.İmran dikkatle bakınca selam vermeyi kesiyorlardı, İmran
dikkatli bakmadığı zaman meleki hitab tekrar geri geliyordu. Bu çeşit hitab iki
türlüdür:
Birincisi: kişinin bizzat kulağı ile duyduğu hitab
ki müminlerin geneline nisbetle bu nadiren gerçekleşir.
İkincisi: kalbe atılan bir hitabdır, melek onu ruha
ilka eder. Nitekim meşhur hadiste:
“Şüphesiz meleğin de şeytanın da ademoğlunun
kalbine bir şey ilham etmesi mümkündür. Meleğin ilhamı hayrı hatırlatması, vaadi
tasdik etmesidir, şeytanın ilhamı şerri hatırlatması ve vaadi (cenneti-
cehennemi) tekzib etmesidir”.
Sonra Rasulullah şu ayeti okur:
“Şeytan size
fakirliği vaad eder ve fahşayı (yüz kızartıcı şeyleri) emreder, Allah ise size
mağfiret ve lutfunu vaad ediyor” (Bakara, 268)
Diğer bir ayette Allah Teala:
“Hani o gün Rabbin meleklerine ben sizinle
beraberim gidin, müminlerin kalbini sağlamlaştırın diye vahyetmişti”
(Enfal,12) buyurur.
Bu ayet “Onların kalblerini güçlendirin ve onlara zafer müjdeleyin” şeklinde tefsir edildiği gibi
“Onlarla beraber savaşta hazır bulunun” şeklinde de yorumlanmıştır. Bunların
ikisi de doğrudur. Melekler hem müminlerle beraber savaşta hazır bulunmuşlar,
hem de onların kalblerini pekiştirmişlerdir.
Allah’ın mümin kullarının kalbine vaz ve nasihat
vermesi de bu hitab nevindedir. Nitekim Tirmizi’nin Camii ile Ahmed b. Hanbel’in
Müsned’inde Nevvas b. Seman yoluyla gelen hadisde Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur:
“Allah Teala sıratı müstakimi; şöyle temsil eder.
Sıratın iki yanı surla çevrilidir, bu surların açık duran kapıları vardır,
kapıların üzerinde geniş perdeler mevcuttur ve sıratın bir başında bir de
üzerinde durup insanları sırata çağıran davetçiler bulunur.
İşte bu sırat-ı
müstakim İslam’dır. Surlar Allah’ın hududu, açık duran kapılar da Allah’ın
haramlarıdır. Allah’ın hadlerinden birini çiğneyen, o perdeyi kaldırmış (yani
sırat-ı müstakimden çıkmış) olur. Yolun başında duran davetçi Allah’ın
kitabıdır. Yolun üstünde duran davetçi de Allah’ın mü’minlerin kalbindeki
öğütçüsüdür.”
Müminlerin kalbindeki bu öğüt melekler vasıtasıyla
gelen ilahi ilhamdır.
Bu ilhamın doğrudan meydana gelmesine gelince bu,
henüz açıklığa kavuşmuş ilan şeylerden değildir. Bu konuda olumlu ya da olumsuz
kesin bir yargıya varmak delile dayanır.
En iyi bilen Allah’dır.
İşitmekle vuku bulan hitabın ikinci nevi: Bu, cinler
tarafından gelen gaybi hitablardır. Bazen hitab eden mümin salih bir cin olur ve
bazen de şeytan olur. Aynı şekilde bu nevi ilham da kendi içinde iki kısma
ayrılır.
Birincisi: Melek ya da şeytanın hitabının kişinin
kulağıyla işitebileceği şekilde iknasıdır.
İkincisi: İlham olunurken ilhamın kalbe
doğdurulmasıdır. Cinnin emir veya nehiyde bulunurken ve ona vaad ederken ümit
verirkenki vaad ve ümitlendirmesi bu eşit ilhamdandır. Nitekim Allah Teala da :
“Şeytan onlara vaad eder ve onları ümitlendirir, oysa şeytan onlara ancak
aldanmayı vaad eder” (Nisa, 120),
“Şeytan size fakirliği vaadeder ve yüz kızartıcı şeyleri yapmanızı emreder”
(Bakara, 168) buyurur.
Kalbin de kulağın da bu tür hitabdan nasibi vardır.
Bundan ancak peygamberler ve ümmetin tamamı korunmuştur.
Bu hitaba maruz kalan kişi bu hitabın meleki mi
yoksa Rahmani mi olduğunu nereden,hangi burhan ve delille bilecek?
Şeytan nefse ilhamını atar, kulağa hitabını bırakır.
Aldatılmış ve tuzağa düşürülmüş olan kişi de, bana söylendi, böyle hitab edildi
ben de tasdik ettim der. Fakat sana söz söyleyen ve hitab edenin kim olduğunu
biliyor musun?
Ömer b. Hattab (r.a), Gaylan b. Seleme’ye -sahabedendir-
hanımlarını boşayıp malını çocukları arasında taksim edince - “öyle zannediyorum
ki - şeytan kulak hırsızlığı yaparak senin öleceğini öğrendi de ölümü senin
nefsine koydu. Ey Şehr (Ömer) senden sonra okuyanlar kime güvensin, gerçeği
kimden öğrensinler.”
Üçüncüsü: Hal hitabıdır. Şahsın kendisinden
çıkar ve yine kendisine döner, Şahıs ise bunun dışarıdan geldiğini zanneder.
Oysa bu hitab kişinin kendisindendir, nefsden çıkar yine nefse döner.
Bu, çoğunlukla saliklere arız olan ve onları
yanıltan bir durumdur. Salik bunun Allah’ın hitabı olduğunu, Allah’ın kendisiyle
konuştuğunu sanır. Bu yanılmanın sebebi şudur:
İnsanın latif ve ince müdrikesi,
riyazetle berraklaşıp yoğun meşgalelerinden alakası kesilince, bu müdrikenin
hükmü bedeni kaplayan kalb ve ruhun hükmü mesabesinde olur, bilginin hükmü de
ruha ve kalbe olur. Böylece nefs ve kalbin bütün gayreti kendilerine bağlı
bitişik olan manaları tecrid etmeye yönelir ve ruhun bu manalara bağlantısı da
daha da artar. Böylece ruh bu meşgul edici ve bağlayıcı şeylerin yerini alır ve
kalb bu manalarla dolar. Sonra bu manalar konuşmaya ve olağan şeyler hükmündeki
ruhi ve kalbi hitaba dönüşür ve böylece ruhun arınmasına uygun düşer. Böylece bu
manalar, işitme duyusu için işitilmiş sesler gibi şekillenir. Görme duyusu için
görünen şahıslar gibi şekillenir. Ve o kişi bir takım suretler görmeğe ve bazı
hitabları duymaya başladığını sanır. Oysa bütün bunlar onun nefsinde olup
bitmektedir, hariçten gelen hiç birşey yoktur. Ama o birşeyler gördüğüne bir
şeyler işittiğine ve doğru’ söylediğine yemin eder.Fakat acaba gördüğü dışardan
mı yoksa nefsinden mi? Bütün bunlar kişinin temyiz kabiliyetinin zayıflığı;
ilminin azlığı, bu manaların kalbini kaplaması ve ruhun meşgalelerden tecrid
edilmesinden kaynaklanır.
İşte bu üç şekil hitabın çeşitleridir. Kim bunlarla
gösteriş yaparsa o ancak aldanma, hile ve tuzak içindedir. Bu konuda söylenecek
söz bundan ibarettir. Bu konu anlayıp inceleyebilen için en önemli
konulardandır. Doğruya ulaşmayı nasib eden Allah’dır.
(Menazil Sahibi) Herevi derki: ”İlhamın ikinci
derecesi: Apaçık meydana gelen ilhamdır. Bunun doğruluğunun belirtisi şudur ki;
buna mazhar olan kişi, perdeyi yırtmaz, dinin çizdiği sınırı (had) aşmaz ve
hiçbir zaman hataya da düşmez.”
Bu ikinci derecedeki ilhamla birinci derecedeki
ilham arasıdaki fark şudur:
Bu ikinci derecedeki ilham kalbden atılması mümkün
olmayan zaruri olan şeyin bilgisine benzer. Bu ilham muayene (müşahade)
mükaşefedir. Bu, birinciden daha üstün bir derece ve ondan daha açıktır.
Bu ilhamın kalbe nisbeti görülen şeyin göze nisbeti
gibidir. Bu tür ilhamın üç belirtisini saymıştır.
Birincisi: Perdeyi açmamasıdır. Bu ilham
sahibi başkasının gizli hali kendisine keşfolunduğu zaman, ister hayr olsun,
isterse şerr olsun bunu açıklamaz. Veya Allah’ın sırrını insanlardan gizlediği
şeyi açıklamaz ve kendisine hali keşfedilen sırrını da gizler.
İkincisi, haddi aşmamasıdır. Bu da iki manaya
gelebilir:
Birincisi: Bu ilhamla Allah’ın koyduğu sınırı
aşarak günah işlemez, kahinler ve şeytani keşf sahihlerinin yaptıkları gibi.
İkincisi: Dinin sınırlarının aksine hareket
etmez. Allah’ın, ardına düşülmesini ve araştırılmasını yasakladığı ayıpları
(avret) araştırmak gibi. Bu keşif sahibi keşfiyle bu gibi işlere yellenir,
müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırırsa bu keşif Rahmani değil,
şeytanidir.
Üçüncüsü: Bu keşif sahibini hiçbir zaman
hataya düşürmemiştir. Şeytani keşif böyle değildir. Çünkü şeytani keşifte hata
çok olur. Nitekim Nebi (sav) İbn Said’e “ne görüyorsun?” diye sorduğunda, o da
bazen doğru bazen yanlış görüyorum, demiş, Nebi de, sana karışık gösteriliyor.(Buhari,
Edeb,97; Müslim, Fiten, 95) buyurmuştur.
Şeytani keşif mutlaka yalandır doğruluğu hiçbir
zaman daim olamaz. “Menazil” sahibi derki, ilhamın üçüncü derecesi: sırf
gerçeğin parladığı, tecelli ettiği ihamdır. Bu ilham sahibi, salt ezeli
hakikatin kaynağından konuşur. Bu, kendisine işaret edilemeyecek kadar zirvede
olan bir ilhamdır.
Ona göre tahkikin kendisi: Hakikati
müşahedede fani olmaktır. Şöyle ki bu müşahade sırasında hakikatten başka herşey
yok olur ve resimler sırf yokluğa (adem) bürünür. Bu derece ilham, ilham gelene
sırf hakikat olarak açılır, bu ilhama akıl ve hissin idraklarından hiçbir şey
karışmaz.
Eğer burada akli veya hissi bir idrak söz konusu ise hakikatin
sırf parıltısı olamaz, böyle bir şey meydana gelmez. Onlara göre bu keşiften
bahsedeni ancak onunla birlikte olan ve ona bu hususta iştirak eden anlayabilir.
Bu keşif sahihlerine göre bütün mahlukat o sırf hakikat karşısında
hicaplıdırlar. Yine onlara göre ilim, akıl, hal bu hakikat karşısında örtülüdür
ve mahlukatın konuşması ancak hicabın berisindeki dil iledir. Mahlukat bu
hicabın ötesinde gizli mananın dilinden anlamazlar, îşte bundan dolayı bu hakikata işaret etmek onu ifade etmek mümkün değildir, işaret ve ifade ancak
duyular va akıl yoluyla kavranılan şeylerde olur, bu keşf ise hissi ve aklın
ötesinde olan bir keyfiyettir. Bu ilham hasılı şudur ki: Bu ilhamla beraber
bütün vasıtalar ortadan kalkar, yok olur, izmihlal bulur: Fakat bu durum
varlıkta değil, şuhud halinde olur. Vahdet-i Vucud’u savunan ittihadiliğe
gelince, onlar bunu varlıkta adem (yokluk) ve izmihlal olarak nitelerler.
“El-Menazil” kitabının müellifini de
kendilerinden sayarlar, oysa o akıl, din, hal ve marifetçe onlardan uzaktır.
Allah en iyisini bilir.
Onuncu mertebe:
Hidayetin onuncu mertebesi
sadık rüya, peygamberliğin cüzlerinden biridir. Nitekim bir hadiste:
“Sadık
rüya nübüvvetin kırkaltı cüzünden biridir” buyurulmuştur.
(Buhari,Tabir, 4 Müslim, Rüya, 67)
Yukarıdaki tahsisin sebebi için denilir ki: Vahyin
ilk başlangıcı sadık rüya idi ve altı ay sürdü. Sonra sadık rüyadan, Rasulullah
(sav)’ın ölümüne kadar yirmi üç senelik bir sürede uyanık haldeki vahye geçti.
Böylece uyku halinde gelen vahyin süresinin uyanık halde gelen vahyin süresine
nisbeti kırk altıda birdir. Başka sahih bir rivayet te:
“
sadık rüya yetmiş cüzden bir cüzdür” şeklindedir, bu güzel bir
yorumdur.
Bu iki rivayetin arası şöyle cem edilmiştir: Bu
durum rüyayı görenin haliyle ilgilidir. Sıddıkların rüyası kırkaltı yaşından
sonra başlar. Genelde müminlerin sadık rüyaları ise yetmiş yaşından sonra
vakidir. Doğrusunu Allah bilir.
Rüya: Vahiy başlangıcıdır. Rüyanın doğruluğu
rüyayı görenin doğruluğuna bağlıdır. Sözce en doğru olan insan, rüyasında en
doğru olandır. Bu sadık rüya Nebi (sav)’in de buyurduğu gibi vahy zamanı
gelinceye kadar, doğru çıkmaya devam eder. Nübüvvet nurunun ve tesirlerinin
azaldığı zamanlarda, müminlere vahye mukabil rüya verilmiştir.Nübüvvet nurunun
güçlü olduğu zamanlarda ise, onun nurunun yayılması ve güçlenmesi ümmeti rüyadan
müstağni kılar.
Bunun bir örneği sahabe asrından sonra ortaya çıkan
kerametlerdir. Sahabe devrinde ashab güçlü bir imana sahip oldukları için
keramete ihtiyaçları olmamış ve keramet zuhur etmemiştir. Sahabeden sonraki
devirlerde insanların imanlarının zayıflığı için keramete ihtiyaç duyulmuştur.
Şüphesiz Ahmet b. Hanbel de bu manaya işaret eder. Ubade b. Samit der ki:
“Müminin rüyası Rabbinin kuluyla uykusunda
konuşmasıdır.”
Nebi (sav) de:
“Nübüvvetten sadece mübaşerat (müjdeler) kaldı” buyurdu.
Kendisine mübaşerat
nedir? diye sorulunca:
“Müminin gördüğü veya kendisine gösterilen sadık rüyadır”
buyurdu. (Buhari, Ta’bir,5; Ebu Davud, Salat, 152;İbnMace,Ta’biru’r-rü’ya,1;Müsned,1,219)
Müslümanların rüyası birleşince o rüya tekzib
edilmez. Nebi (s.a.v) Kadir gecesini rüyalarında ramazan son on gecesinde
gördükleri zaman ashabına şöyle demişti:
“Ben sizin rüyalarınızın Ramazanın son
on gününde ittifak ettiğini görüyorum. Öyleyse sizden her kim Kadir gecesini
ararsa Ramazanın son on gününde araştırsın.” (Buhari,
Teheccüd, 21; Fadlu Leyleti’l- kadr,2; Müslim, Siyam, 205)
Rüya da keşf gibidir. Bir kısmı Rahmani, bir kısmı
nefsani, bir kısmı da şeytanidir. Nebi (sav) şöyle buyurur:
“Rüya üç çeşittir.
Allah’tan olan rüya, şeytandan gelen rüya, uyanıkken kişinin kendi kendisinin
düşündüğü şeyden meydana gelen rüya ki daha sonra bu onun rüyasına girer.”
(Buhari,
Ta’bir, 26; Müslim, Rüya,6)
Hidayet sebeblerinden olan rüya özellikle Allah’dan
gelen rüyadır.
Nebilerin rüyaları vahydir ve ümmetin ittifakıyla
Nebiler şeytandan korunmuştur. Bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim oğlu İsmaili
gördüğü rüya üzerine kurban etmeğe kalkışmıştır.
Nebilerden başkalarının rüyalarına gelince bunlar
sarih olan vahye vurulur, vahye uyarsa ne ala, uymazsa bu rüya ile amel edilmez.
Eğer rüya sadık olur veya rüyalar birleşirse ne
diyorsunuz? denilirse, biz de deriz ki, eğer rüya böyle tahakkuk ediyorsa onun
vahye aykırı olması düşünülemez, bilakis vahye mutabık ve vahyi, veya vahyin
ihtiva ettiği özel bir hükmü hatırlatıcı olması gerekir. Her ne kadar rüyayı
gören rüyanın vahyle ilgili ihtiva ettiği hükmü bilmese de bu rüya ile hükme
muttali kılınabilir. Kim rüyasının doğru olmasını isterse, doğru olmaya baksın,
helal yesin, Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat etsin. Kıbleye doğru ve
abdestli olarak yatsın. Gözleri kapanıncaya kadar Allah’ı zikretsin. O zaman
rüyası tekzib edilemeyecek derecede olur.
En doğru rüyalar seher vakitlerinde görülen
rüyalardır. Seher vakti ilahi vahyin indirildiği vakittir. Seher vakti rahmet ve
mağfiretin indiği şeytanların durulduğu vakittir. Sadık rüyanın aksi gece yarısı
görülen, şeytanların ve şeytani ruhların intişar ettiği vakitlerde görülen
rüyadır, Ubade b. Samit derki:
“Müminin rüyası rabbinin uykuda kendisiyle
konuşmasıdır.”
Rüyalarla görevli bir melek vardır. Melek uygun
gelen misal ve şekillerle kula rüyayı gösterir.Rüyayı herkesin durumuna göre misallendirir.
İmam Malik (ra):
“Rüya vahiy çeşitlerinden biridir” diyerek
bilgisizce rüya tabir etmeyi meneder ve “Allah’ın vahyi ile mi oynuyorsunuz?”
derdi.
Rüyayı, hükümlerini tevil yollarını ve ayrıntılarını
anlatmak ayrı bir sahaya girer. Bunları burada anlatmamız bizi konumuzun dışına
çıkarır.
Allah en iyisini bilir.
|