Yukarıda geçtiği gibi müellif Herevi:
"İnsanların özür ve mazeret
talep etmeleri tevbenin hakikatlerindendir" demiştir. Bundan anlaşılan birinci
manaya göre günah konusunda İnsanların mazur olduklarını söylemeleri ve mazeret
talebinde bulunmaları yeterli olmayıp, tevbeyi bozan ve onu iptal eden bir
husustur.
İnsanlar sana bir kötülük yapıp, sana karşı bir suç
işlediklerinde kabahati kadere yüklemelerini, fiillerinin bir ağacın
hareketinden farksız olduğunu söylemelerini kendi hakkında kabul edebilir, mazur
görebilirsin, ama rabbin hakkında böyle bir şeyi kabul edemezsin. Doğru olan
tavır budur ve ariflerin, Allah'ın has ve dost kullarının
hali de böyledir. Kendi haklarına önem vermezler fakat Allah'ın hakkını tam
olarak verirler. Kendi haklarından kendilerine karşı suç işlendiğinde işi kadere
havale ederler ama Allah'ın hakkı söz konusu olduğunda kadere değil, vakıaya
bakarlar. Allah'ın hakkını ararlar. Kendi haklarına bir tecavüz olduğunda
haklarından vazgeçerler fakat Allah'ın hakkını tastamam alırlar.
Bu hal, Hz. Peygamber (s.a.v.)' in
hali idi. Nitekim Hz. Aişe (ra) şöyle anlatır:
"Allah Rasulü (s.a.v) asla kendi
nefsi için intikam almamış ve buna meyil de duymamıştır. Allah Rasulü ancak
Allah'ın haramları çiğnendiğinde intikam almıştır. Allah'ın haramları
çiğnendiğinde, onun intikamım almaktan başka bir şey onun gazabını gideremezdi."
Yine Hz. Aişe (r.a) şöyle der:
"Allah Rasulü (s.a.v), Allah yolunda cihad müstesna, ne bir hizmetçiye, ne bir
hayvana ve ne de bir şeye bir kere olsun eliyle vurmuş değildir".
(Müslim, Fedail, 79; İbn Mace, Nikah,51; Müsned,VI 229, 232)
Hz. Enes (ra):
"Nebi (sav)'e on
sene hizmet ettim. Yaptığım bir şey için: "-Niçin onu böyle yaptın?" veya
yapmadığım bir iş için "-Niçin yapmadın?"dememiştir. Ailesinden biri beni
azarladığında şöyle derdi:"- Onu bırakın! Eğer takdir edilseydi olurdu".
(Buhari, Edeb,39; Ebu Davud, Edeb,1; Tirmizi, Birr, 69)
Şimdi onun kendi hakkına bir
halel geldiğinde bunu takdir-i ilahiye bırakmasına, bir de Allah'ın hakkı söz
konusu olduğunda onun emrini yerine getirip kadının elini kesmesine bak.
O (s.a.v) bunu
yaparken:
"Kader ona böyle hükmetti"
dememiştir. Yine O'nun cemaatle namaza katılmayanları yakma konusundaki
kararlılığı buna delildir.
Bu konuda:
"namaz
onlara takdir edilseydi kılarlardı" dememiştir. Aynı şekilde zina eden bir kadın
ve erkeği recmetmesi buna delildir. Bu konuda bu ikisi için kaderi delil olarak
ileri sürmemiştir. Hz. Peygamber'in, çobanı öldürüp develeri de alıp götüren ve
müslüman olduktan sonra irtidat eden Urenilere karşı tavrı da böyledir.
"Takdir
böyleymiş" dememiş, aksine çaprazlama ellerinin, sonra da ayaklarının
kesilmesini ve gözlerine mil çekilmesini emretmiştir. Sıcağa bırakılmışlar, su
istemişler fakat su verilmemiş ve susuz olarak ölmüşlerdir. Anlatılması uzun
sürecek bu ve benzeri olaylar Hz. Peygamber'in bu konudaki tutumuna örnek
gösterilebilir.
Hz. Peygamber, kaderi bahane
ederek O'nun emrini terkeden ve böyle bir delili insanlardan kabul eden kimseden
çok daha fazla Allah'ı ve O'nun hakkını tanıyan biridir. Bununla birlikte, kendi
hakkı konusunda Hz. Enes'i mazur görmüş ve "takdir edilseydi olurdu" demiştir.
Allah'ın salat ve selamı onun üzerine olsun.
Bu ikinci mana her ne kadar
doğru ise de tevbenin şartlarından veya onun esaslarından biri değildir. Bu
mananın esasında tevbeyle de bir ilgisi yoktur. Eğer kişi kendine yapılan bir
kötülüğü mazur görse bu o kişinin tevbesinden birşey eksiltmez. O zaman da
birinci manayı kasdetmiş olur. Bu konudaki hükmün ne olduğunu da biliyorsun.
Şüphe yok ki Menazil müellifi
burada hem insanları kaderden dolayı mazur görmeyi, hem de emr-i ilahinin
hükmünü onlara tatbik etmeyi kasdediyor. Kaderin bizzat kendisini dikkate alarak
onları mazur görmüş; emr-i ilahiyi dikkate alarak da emrin gereğini onlara
uygulamıştır. Emr'e vakıf olması kaderden, kaderi gözetmesi de emr'den onu
alıkoymaz.
Bu görüş doğru olsa da onların
mazur görülmelerine delil teşkil etmez. Onların mazur oluşları elbette tevbe ile
ilgili bir husus değildir. Bu mazeret batıl değil, muteber bile olsa onlar mazur
sayılmazlar, mazeret istekleri de tevbenin hakikatlerinden olmaz. Aksine asıl
Allah için muhalefet ve buğz beslemek tevbenin hakikatlerindendir.
O'nun emrine
ve nehyine muhalefet edildiğinde insanları mazur görmemek ve şiddetle kızmak
Allah'a karşı duyulan saygının büyüklüğünün alametlerindendir.
O'nun emrine ve nehyine muhalefet edildiğinde onları mazur görmeye nisbetle bu hal, tevbenin
hakikatlerinden olmaya daha layıktır.
Bilhassa bu tür bir telakki, putlara
ibadet edenleri, peygamberleri öldürenleri, Firavn'ı, Haman'ı, Nemrut b.
Ken'an'ı, Ebu Cehil ve arkadaşlarını, iblis ve askerlerini, bütün kafir, zalim
ve Allah'ın koyduğu sınırları aşanları ve O'nun haramlarını çiğneyenleri mazur
görmeye götürür.
Bütün bunlar, mahlukattan olduklarına göre hepsi kaderin hükmü
altındadır. Şimdi bütün bunların özürleri tevbenin hakikatinden midir?
Bu düşünceye, kulun rububiyetin
tevhidinde fena olmak yolunda ilerlemesi ve bunun saliklerin varmaya
çalıştıkları gaye olarak gösterilmesi neden olmaktadır. Sonra Allah'ın mazur
görmediği, hatta şiddetle kızıp yanından uzaklaştırdığı, kapısından kovduğu ve
çok fazla kin duyduğu birinin mazuriyeti hakkında, Allah'a nasıl muvafakattan
bahsedilebilir? Sen o kimseyi mazur görürsen bu ancak, Mahbub olan Allah'ın
hiddetini çekmeğe ve O'nun gözünden düşmeğe sebeb olmaz mı?
Şeyhu'l -İslam'dan sadır olan
bu hatalı görüş, onun iyi taraflarını silmeye ve hakkında kötü bir düşünceye
sevketmeye neden olmamalıdır. Onun ilim, önderlik, bilgi ve seyr-i sülukdaki
ileri durumu bilinmeyen bir husus değildir. Söylediği her sözün tartışmasız
benimsenmesi veya reddettiği bir şeyin terkedilmesi ancak, günahlardan korunmuş
olan peygambere -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun-mahsustur. Kamil kişi
ise hatasının olabileceğini benimseyebilen kişidir. Özellikle de, insanın
ayaklarının kaydığı, zihinlerin yanlış yollara saptığı, salihlerin farklı
yollara ayrıldığı ve ancak az bir kısmının helakden kurtarıcı ilaçları elde
edebildiği bir sahada hata yapabileceğini kabul etmek daha olgun bir
davranıştır.
Nasıl olmasın? Bu öyle bir
denizdir ki, bu denizde kişinin yolculuk ettiği gemisi dağlar gibi dalgalar
arasında gitmektedir. Bu öyle bir savaş alanıdır ki, gördüklerinde yiğitlerin
şecaatleri kesilir. Zeki kimselerin akıllan hayrete düşer ve insanlar bu denizin
sahiline geldiklerinde denize açılmaktan vazgeçerler.
Bunların bir kısmı dehşetten
şaşkına dönmüştür. Aynı sahneleri bir daha görmeğe tahammülü ve bir adım bile
atacak hali yoktur. Müşahade ettiği manzaranın dehşeti karşısında kalbi korkuyla
dolmuş ve şöyle demiştir: Kıyıda durmak daha emniyetli; kendini tehlikeye atan
biri akıllı olmaz.
Bir kısmı ise, bu denizin
taşkınlığını ve dalgalarının sesini duyunca ona bakmaya bile takati kalmaz ve
gerisin geriye döner.
Bir kısmı da kendini denizin ortasına atar ve
dalgalar onu kaldırıp indirir. Bu üçü de tehlike içindedir: Çünkü kıyıda duran
kimsenin de suya düşeceğinden korkulur. Bundan kaçanın
ise -bu kaçışından büyük gayret sarfetse bile- dönüp varacağı yer sadece
orasıdır. Kendini bu tehlikeye atan kimse ise her an boğulanları kendi gözüyle
görmektedir. Bu durumdan insanların ancak dördüncü sınıfı kurtulabilir:
Onlar "emr"
gemisinin gelmesini bekler. Gemi onlara yaklaşınca kaptan onlara seslenir:
"Haydi binin gemiye. Onun duruşu da kalkışı da Allah'ın adıyladır."
(Hud, 41)
Şüphesiz bu, Hz. Nuh'un ve
ondan sonra gelen peygamberlerin gemisidir. Buna kim binerse kurtulur ve kim de
binmezse boğulur. Binenler Emr gemisine kader ile binerler ve o gemi,
denizlerden tasarruf kudretini elinde bulunduran Zat'ın boyun eğdiren hükmüne
bağlı olarak, denizin dalgaları arasında yüzer gider. Bu salınma yeryüzü ve
gökyüzüne şöyle nida edilene kadar devam eder:
"Ey yeryüzü! Suyunu yut ve ey
gökyüzü! Yağmuru tut! Su çekilmiş iş bitmiş ve gemi Cudi üzerine oturmuştur".
(Hud,44)
Nuh'un kavmi ve bu gemiye
binmeyenler önce boğulurlar ve sonra ateşe atıldılar ve alemlerin zirvesinden
onlara şöyle seslenilir:
"Denilir ki: Zalimler helak olsun!"
(Hud,44).
"Biz
onlara zulmetmedik, fakat onlar, kendileri zalim oldular" (Zuhruf, 76).
Sonra
onlara şeriat ve kader lisanıyla O'nun birliğini tasdik ve hüccetini ispat
için -ki O Allah adillerin en adilidir- şöyle nida edilir:
"De ki: Tam hüccet
Allah'a aittir. O dileseydi elbette hepinizi toptan hidayete erdirirdi".
(En'am,149)
|