Sözlerini şerhetmeye dönelim:
"Avamm'ın sevgisine gelince bu nimetlere karşı minnet duyma hissinden doğar"
Yani, bu sevginin bir kaynağı varlığı ve büyümesi vardır.
- Kaynağı; ihsan Allah'ın fazlını ve kulu üstündeki minnetini gözetmektir.
- Varlığı; (devamlılığı) ise Allah'ın peygamberleri diliyle bildirdiği emirlerine tabi olmakla olur.
- Büyümesi ve artması ise; kulun Rabbine olan ihtiyacının gereklerini yerine getirmekle gerçekleşir. İhtiyacı onu rabbine her çağırdığında bu ihtiyaca, cevap verir. İnsan ise zâtı itibariyle muhtaçtır. O açıdan her zaman Allah'a muhtaçtır. İhtiyaçlara cevap verdiği müddetçe de sevgisi artar ve büyür. Rabbi kalbine ihtiyaçlarını ve fakirliğini her hatırlattığında da kalbi hemen cevap verir. Önünde zilletle ve sevgiyle eğilir.
Ona göre bu avamm'ın sevgisidir. Çünkü kaynağı fiillerdir. Sıfatlar ve cemâl değildir. Bu kalblerden ihsanını kesse, değişirler ve içlerindeki sevgi gider veya zayıflar. Çünkü bu sevgiye sebep olan ihsandır. Seni bir iş için seven işi hallolunduğunda çekip gider. O ihsana ve nimetlere bakmakla ve onlarla ilgilenmekle meşguldür.
"Bu, vesveseyi kesen, hizmetten tad aldıran, musibetlerde teselli veren bir sevgidir. Bu aynı zamanda avamm'ın yolunda imanın dayanağıdır."
Sözüne gelince:
Bu sevginin vesveseyi kesmesinin sebebi, seven kişinin kalbini sevdiğinin önünde hazır tutmasından kaynaklanmaktadır.
Vesvese ise uzaklık ve yalnızlıktan doğar. Hazır olan müşahede hâlinde olan kimsenin vesveseyle ilgisi olmaz. Vesveseli olan kişi, mabudunun önünde hazır durmak için nefsi ve kalbiyle mücadele eder durur. Sevenin ise kalbi hiçbir zaman gaib
değil ki onu hazır tutmak için mücadele etsin.
Sevgi ve vesvese zıt iki şeydir. Bir başka açıdan
sevenin kalbinden, sevgiyle dolu olduğu için tamah vesveseleri kesilmiştir. O
sevdiğiyle meşgul olduğu için kalbine temenni, tamah istekleri girmek için yol
bulmaz. Çünkü vesvese ve temenniler ihtiyaçlarından dolayı doğar. Bu ise gördüğü
ihsanlar ve elde ettiği nimetlerden dolayı ihtiyaçları kapanmıştır. O yüzden
vesvese ve tamahı yoktur. Bilakis kendine nimet verene sevgisi, ona şükrü ve onu
anması vesvesenin yerini almıştır.
Bu görüşte olanların bu sevgiyi üçüncü sevgiden aşağıda görmeleri asıllarına binaendir. Çünkü fena salik'in en büyük gayesidir. Çünkü bu sevgi fenaya ulaştırınca, bütün ruhunu toplayınca, öyle ki onu şuhuddan gaybe çevirmiş ve seven tamamen fena bulunca ve sevdiğinden başka kimse kalmayınca sanki o, bu şekilde kendi kendini sevmiş gibi olmaktadır. Bu şekilde zaten olmayan fena bulmuş devamlı olanda baki kalmıştır. Bunu ifade edecek söz bulamayınca da şöyle anlatmaya çalışmışlardır bu sevgiyi:
"Kelimelerle ifade edilmez, işaret edilmekten çok ince".
Yani işaret edilmeyecek derecede incedir. Çünkü işaret seven ve sevileni kapsar. Bu sevgi de ise seven fena bulmuş bu yüzden ona işaret edilmez. Onlara göre bu makamın sırrı sevgide fena bulmaktır. O iki derece, bekayla alakalı oldukları için bundan alt derecededir. Bir de
"sıfatlarla anlatılmaz" demiştir. Yani sıfatlar bu sevgiye ulaşamaz ve idrak edemez. Bu zaten bu kitaplar ki meşhur kaidesi - fena derecesi her zaman bir diğer dereceden üstündür'e göredir. Doğrusu ise ikinci derece bu dereceden daha kamil daha tamamdır. Bu aynı zamanda sevenlerin kâmil olanlarının derecesidir.
Bu yüzden İmamları, efendileri, ve en büyük sevgi sahibi Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) sevginin zirvesindedir.
Bununla beraber işlerin gidişatına ve ümmetin haline
riayet etmiştir. Örnek olarak namazda bebeğin ağlamasını duyması ve ondan dolayı
namazı kısa tutması gibi... (Buhari, Feth'ul bari 2/207, Müslim 470, Ebu Davud 879, Nesâi 2/94,95)
Yine namazda düşmanın durumunu öğrenmeye gönderdiği
zatın geldiği yola bakması gibi...
(Ebu Davud 916/2501)
İşte o, sevginin yüksek derecesindedir. Bu yüzden İsra gecesinde gördüklerini hazır (canlı) bir kalb,
sakin bir ruh ile müşahede etmiştir. Rabbinin hitabını dinlemek ve emirlerini
almak, namaz hususunda da rabbine birkaç defa münacat etmekten geri durmamıştır,
fenaya uğramamıştır.
(Buhari, Feth 6/302 Müslim 164, Nesai 1/217, 218)
Şüphe yok ki bu hâl Musa (a.s)'ın halinden daha kâmildir.
Çünkü Musa (a.s) yeryüzünde olmasına rağmen, Rabbi dağa tecelli edince baygın düşmüştür. Halbuki Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) o mesafeleri geçmiş, perdeleri aşmış, o kadar şey görmüş fakat gözü ne kaymış ne de ötesine geçmiştir. Kalbi de titrememiş ve de baygın düşmemiştir.
|