بســـم الله الرحمن الرحيم

 

4. Bölüm Fasıl.22

 

Ebu'l Abbas diyor ki:

"Bunların hepsi Havass'ın uzak durduğu illetler, bulaşmadıkları sebeplerdir. Hakka karşı bir istekleri, verdiklerinden fazlasını bekleme yoktur. Azıklarının sonu, rağbetlerinin gayesi o'dur. Bundan dolayı onun önündeki her şeyin kesintiye sebep olacağına inanırlar.

 "Deki: Kimin şahitliği en büyüktür. Deki: Allah(ın)! " (Enam, 19)

 Himmet sahibi olmaları, onları kainatı öğrenmeye muhtaç bırakmamıştır. Çünkü Hakk, kesf nuruyla onları hallere bağlı kalmaktan muaf tutmuştur.

"Biz onları öyle bir hasletle ihlaslı kıldık ki bu da ahiret yurdunu anmaktır." Muhakkak onlar yanımızda seçkinler den hayırlılardandırlar." (46-47)

 

Derim ki:

Bununla ona göre gayelerin gayesi olan fena ve yok olma makamına işaret etmektedir.

Buna daha önce değinmiştik. Ayrıca uyanık ve beka makamı bundan efdal ve ubudiyet açısından ekmeldir. Şunun bilinmesi gerekir ki, gaye olarak kabul ettikleri fena makamına riayet etmek, onu isteyen bir çok kimsenin bütün amelleri bırakmasına sebep olmuştur, amelleri fena makamına engel olan illetler kabul etmişlerdir. İmamların ve şeyhlerin bunlara reddiyeleri çok şiddetli olmuştur. Öyle ki tasavvufun İmamlarından Cüneyd şöyle demiştir:

"Zina eden, hırsızlık yapan kişi bile bunlardan hayırlıdır."

Bunlar iki kısımdır:

Bir kısım vardır ki fenâ'yı hükmü müşahede etmekten ibaret saydılar. Bu hüküm, kaderi hükümdür. Onlara göre bu aynı zamanda tevhid'in zirvesidir. Buna öyle daldılar ki bu onların sebepleri atmalarına yol açmıştır. Öyleki bazıları şöyle demiştir:

Arif ne marufu emreder (söyler) ne de münkerden nehyeder. Çünkü o, Allah'ın kaderinde ki sırrını göstermektedir.

İkinci kısım ise, fena ve iradeyi tecrid edenler. Bu tecridleri onları sebepleri tamamen bırakmaya götürmüştür. Her iki grup da yolda çıkmış, sapmış ve din ve ilmin dışına çıkmışlardır.

 

"Bunun önündeki her şeyin (onun) kesilmesine sebep olacağına inanırlar" sözüne gelince; Onun önündekiler ancak şu zaman kesintiye sebep olur. Kul bununla yetinir, iradesi ona bağlı olur ve sadece onu istemekle yetinirse olur. Ancak bunu Allah'a ulaşmaya bir yol ve vesile kabul ederse o zaman ne kesintiye sebep olur ne de örtü teşkil eder.

Allah'u Teala'nın:

"Deki: Kimin şahitliği en büyüktür. Deki Allah(ın)" (Enam, 19) ayetine gelince bunun manası şudur:

Allah'u Teala'nın rasulünü risaletinde tasdik için şahitlik etmesidir. Çünkü müşrikler Rasulullah, (sallallahu aleyhi ve sellem)'e:

"Sana dediklerinde kim şahitlik eder?" demişlerdi.

Bunun üzerine Allah'u Teala, kendisinin, meleklerinin ve ehli kitab alimlerinin şahitlik ettiğini ifade eden ayetleri indirmiştir. Allah'u Teala buyuruyor ki:

"De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Ve yanlarında kitab ilmi olanlar" (Ra'd, 43) yani yanında kitab ilmi olanlar benim için şahitlikte bulunurlar. Şahitlikleri de makbuldür çünkü bilgiye dayalı bir şahitliktir.

Allah'u Teala buyuruyor ki:

"Fakat Allah'u Teala sana indirdiklerine şahitlik eder. O'nu ilmiyle indirmiştir. Meleklerde şahitlik ederler. (Ancak) ve Allah şahid olarak yeter." (Nisa, 66)

"Deki: Kimin şahitliği en büyüktür? Deki: Allah (in) benimle sizin aranızda şâhiddir" (Enam, 19)

Allahu Teala bu yerlerde Peygamberi için şahitlik ettiğini haber vermiştir. Onun sıdkının ispatı için Allah'ın şahitliği yeter ve Allah şahid olarak yeter. Denilse ki:

"Rasulü için şahitliği nedir? Denilir ki:

Şahidliği, Rasulünün sadık olduğunu ispat için ikame etmiş olduğu deliller ve ayetlerdir. Bunlann rasulullah'ın sıdkına delaletleri her türlü delilden ve şahitlikten kuvvetlidir. Allah'u Tealanın rasulünün sıdkına şahitlik etmesi en büyük en doğru ve iddiayı ispat eden en delâletli şahitliktir.

Bu bir yorumdur. Bir yorum daha var:

Allahu Teala sözüyle onu tasdik etmiş ve haber verdiği hususlarda sadık olduğuna katı deliller ikame etmiştir. Sözüyle ona şahitlik ettiğini haber veriyorsa bu zarureten haber verdiklerinde sadık olmasını gerektirir. Buna dair şahitlikte kesinlikle sahihtir.

Ayetin manası budur ve onun istidlalinden uzaktır. Bunun bir benzeri de Allah'u Teala'nın şu ayetiyle istişhad etmeleridir:

"(Üstelik) sizin de atalarınızında bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir. Allah'dır de! Sonra onları bırak... " (En'am, 91)

Öyleki bazıları bu ayete binaen "Allah" Allah" diyerek zikretmeyi "Subhanallah, Elhamdülillah, Lâilahe illellah, Allahu Ekber" diyerek zikir yapmaktan efdal saymışlardır. Bu da fasiddir ve fasid üzerine bina edilmiştir. Çünkü müfred isimle zikir yapmak meşru değildir. Hiçbir mana ifade etmemektedir. Aslında bu kelam da değildir. Hiçbir övgü tazimede etmemektedir. Buna iman'da taalluk etmez, sevabı da olmaz. Bu sözü söylemekle de kişi İslam dinine girmez.

Kafir insan hayatının başından sonuna kadar "Allah" "Allah" dese, zikretmiş olmak veya afdal olan zikri yapmak bir tarafa bununla Müslüman dahi olamaz. Bazılar da aşırı giderek şunu da söylemiştir:

"zamir'le zikir yapmak zahir isimle zikir yapmaktan efdaldir. "Hu, hu" diyerek zikir "Allah, Allah" diyerek zikir yapmaktan faziletlidir." Bunların hepsi türlü dalaletlere yol açan saçmalık ve boş boş hayallerdir.

Üzerine bina edilen mananın bozukluğuna gelince onlar:

"Allah de! Sözünün manasının şöyle olduğunu zannetmişlerdir:

"Yani "bu ismi söyle "Allah, Allah" de. Bu onların Allah'ın kitabını anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü burada Allah ismi şu buyruğunun cevabıdır.

"... De ki: "Musa'nın insanlar için bir nur ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin onu parça parça kağıtlar haline koyup kimini açıklayıp çoğunu da gizlediğiniz kitabı kim indirdi? Üstelik sizinde atalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir. "Allah de!"... (En'am, 91)

Yani: Allah onu indirdi de! Çünkü soru cevapta tekrar edilmiştir, cevap da soruyu içerdiği için havfedilmiştir.

Nitekim şöyle denilir:

"Yerleri ve gökleri kim yarattı? Cevaben, Allah dersin. Manası Allah yarattı demektir. Soru buna işaret ettiği için fiil hazf edilmiştir.

 

"Himmet sahibi olmaları, onları kainat tanımaya muhtaç bırakmamıştır. Çünkü Hakk, keşif nuruyla onları, hallere bağlı kalmaktan muaf tutmuştur" sözüne gelince:

Deriz ki:

Onların bu himmete sahip olmalarını ve hallere bağlı kalmalarını engelleyen keşif imanı ve kurân'i keşiftir. Hakikatte bu, faydalı ve sahibini iyilerin makamında yürümeye ve yakınlık derecelerine ulaşmaya cezbeden bir keşiftir. Özellikle buna nefsin ve amellerin ayıbı keşfi eklenecek olursa, bu keşif makam olarak yeter. Bunun üzerine terettüb eden keramet de istikamete yapışmak ve ubudiyete devam etmektir. Bu kula bahşedilecek en büyük keşiftir, veliye nasib olacak en büyük keramettir. Allah bizlere de nasib eylesin!

"Biz onları bir hasletle ihlaslı kıldık ki, bu da (ahiret) yurdunu anmaktır" (Sâd, 46) ayetiyle istişhad etmesine gelince:

Bu ayette Allah'u Teala nebi ve rasüllerinin ahrete sahib olma da O'na göstermiş oldukları ihlası haber vermektedir. Bu ayetin izahı iki şekilde yapılmıştır:

Birincisi: manası; Biz onların kalbinden dünya sevgisini, zikrini, onu tercih etmeyi ve onun için amel etmeyi çekip aldık.

İkinci izah: Biz ahirette var olanların en faziletlisini onlara hâss kıldık.

"Onların tevekkülü hakkın tedbirine rıza göstermek ve kendi tedbirlerinden kurtulmak, düzenlerini sağlamak için bunlara başvurma derdinden uzak durmaktır. Müdebbir'in bunları bitirmiş olmasına dayanmaktadırlar.

Bunlar onun ilmi ve onların maslahatı üzere cereyan etmektedir. Nefisleri de buna mutmaindir:

"Ey nefs-i mutmainne..." (Fecr, 27)   

Tevekkül'ün izahı ve ariflerin makamından biri olduğunu izah etmiştik. Mü'min tevekkülden ayrılamaz. Bunun da illetini anlatmıştık.

"Tevekkülleri Hakkın tedbirine rıza göstermektir:

"Tedbire rıza göstermek tevekkülün gereği ve sonucudur. Yoksa tevekkülün ve takdirin bizzat kendisi değildir. Bunu iki durum izah eder:

Vuku bulmadan önce tevekkül,

vuku bulduktan sonra rıza göstermektir"

İşte bu açıdan bazıları şöyle demiştir:

Tevekkülün hakikati rızadır. Çünkü rıza tevekkülün meyvesi ve gereği olunca rızayla tevekküle istidlal edilmiş olur. Nitekim eserle tesiri yapana malul ile illete istidlal edilir. Bu sebeple İmam Ahmed ve Nesâi'nin rivayet ettiği hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demektedir:

"... Senden kazadan sonra rıza göstermeyi istiyorum..."

Hadis daha önce geçmişti. Tevekkül ise kazadan önce olur.

"Kendi tedbirlerinden kurtulmak..."

Bu, saliklerin çokça işaret ettiği bir makamdır, Tedbiri terk etmek. Bu mutlak olarak telakki edilmemeli. Bilakis muhakkak izaha ihtiyaç vardır. Şu denilebilir:

Kul yapması gereken emir ile terk etmesi gereken mahzurlu arasındadır. Bazen iradesi ve müdahalesi olmadan bunlar onun için geçerli olabilir. Emir hususundaki görevi tam tedbir, ciddiyet ve işe kolları sıvamaktır. Emri yerine getirmek için mümkün olan her çareye başvurmalıdır. Burada tedbiri bırakmak emri yerine getirmemektir. Hakkın tedbirini göz önüne alarak fiil için tedbir alır.

Ayrıca tedbiri ancak Allah'ın ona tedbir etmesiyle gerçekleşebilir. Burada Allah'ın tedbirini, takdirini ve yardımını inkar eden bir kaderî veya Mecusi olmamalı. Kendi fiilini inkar eden ve her şeyi Allah'a ihale eden bir cebriye ve kaderî olmamalı. Kendi fiilini inkar eden emir ve nehyi ortadan kaldırır ve gerçekleştiği mahalli inkar eder. Mahzurlu hususlardaki vazifesi kendi fiil ve iradesini yok etmektir. Eğer içinden yapmak geçerse ona düşen hemen kaçmak ve yapmaktan uzak durmaktır. Bu da menhiyat için bir tedbirdir. İradesi olmadan ona isabet eden kadere gelince, işte tedbirin tamamen düşürüleceği yer burasıdır. Ona düşen kendisine nasib olan sevdiği ve sevmediği her şeye sabredip rıza göstermektir.  "tedbiri düşürmek" bu tafsilat üzere anlaşılmalı ve telakki edilmelidir.

 

İşin esası şudur:

Sen kendi payına düşende tedbiri düşürürsün, Rabbinin hakları hususunda da tedbiri yerine getirirsin. Böylece de kendini düzeltmen için bütün himmetini harcaman gerekir.  Senin payına düşenin meydana gelmesiyle kendini islah etmen himmetini harcaman ve tedbiri terk etmendir. Allah'ın haklarını yerine getirerek kendini ıslah ise burada yapılması gereken bütün  himmetini bunları yerine getirmeye harcamaktır.   

"Onlar burada Müdebbirin bunları bitirmiş olmasına dayan-maktadırlar. Çünkü bunlar Allah' m ilmi ve onların maslahatı üzere  cereyan etmektedir":     

Şüphe yok ki Allah hükmünü vermiş, mahlukatın işlerini tedbirini bitirmiştir. Ancak bunları sebeplere bağlayarak takdir etmiştir. Kulun, Allah'ın bu işleri bitirmesine vakıf olması sebeplere  sarılmasına ve yerine getirmesine engel olmamalıdır. Ayrıca kul,   hayatını muhafaza edecek olan -yeme-içme, giyinme, barınma gibi sebeplere sarılmalıdır. Müdebbirin bunların kararını vermiş olması bunları yerine getirmeye engel değildir.

Ayrıca türünü devam ettirecek olan nikah, cariye sahibi olma sebeplerini de yerine getirir. Allah'ın bunları takdir etmiş olması da bu sebeplere sarılmaya engel değildir. Bütün dünya ve ahiret maslahatları böyledir. Kaza ve kader olarak bunlar bitmiş olsa da bunlar sebeplere bağlanmıştır.

Allah'u Teala'nın:

"Ey Nefsi mutmaine! Rabbine razı olmuş ve razı edilmiş (olarak) dön!" (Fecr, 27,28) ayetini delil getirmesine gelince:

Nefsi mutmaine, rabbine mutmain olan ve sevgisinde huzur bulan, zikriyle hoşnut olan, vadine yakınen inanan ve kaderine rıza gösteren nefistir. Bu kötülüğü emreden nefsin zıddıdır. Mutmainliği mücerred olarak tedbiri düşürmekle olmamıştır. Bilakis bu, hakkını yerine getirmek sevgisine ve zikrine mutmain olmakla gerçekleşir.

 

İÇİNDEKİLER

4. Bölüm