Hayırlarda öne geçenlerin bir diğer hâlleri de şudur:
Bunlar, kendi nefisleri için Allah'ın tedbir ve ihtiyarlarına muhalif bir şekilde tedbir ve ihtiyar hakkı görmezler.
Bunlar, bütün yönleriyle mahlukatın bütün işlerini düzenlemenin Allah sübhânehû'nun hakkı olduğunu kabul etmişlerdir. Onların tedbirleri Allah'ın tedbiriyle ve onların ihtiyarları O'nun ihtiyarıyla çelişmez. Zira onlar yakinen inanırlar ki, her şeyin mâliki, her şeye galip, bütün yaratıkların nâsiyeleri
/ perçemleri elinde olan ve tüm âlemin bütün işlerinin tedbirini üstüne alan
sadece Allah'tır.
Yine onlar yakinen bilirler ki, bütün fiillerini
hikmetle yapan hâkim sadece O'dur ve O'nun fiilleri, hikmet, maslahat ve rahmet
çerçevesinin dışında cereyan etmez. Bundan dolayı da onlar:
"şöyle şöyle olsa,"
"muhtemelen şöyle olur,"
"şöyle olması umulur" ve
"keşke şöyle olsaydı" demek suretiyle Allah'ın kullarının işlerini evirip çevirmesine ve mülkünü tedbir etmesine karışmış değillerdir.
Bilakis onların Rabb'lerinin onların kalplerindeki yeri, kendisine itiraz edilmesinden, tedbirine kızılmasından veya ondan başkasının temenni edilmesinden çok daha yüce ve çok daha büyüktür.
Hiç şüphesiz ki bunlar, kalp gözleriyle bütün eşyayı yaratana bakmakta, O'nun sanatının sağlamlığını seyretmektedirler. Bunlar, insanların akıllarına, âdetlerine ve alışkanlıklarına zahiren aykırı da görünse Allah'ın bütün fiillerinin bir hikmete mebni olduğunu müşahede ederler.
Seleften birisi şöyle der:
"Benim bedenimin makaslarla kesilip parça parça
edilmesi, Allah'ın takdir ettiği bir şey için: "keşke bunu takdir etmeseydi"
dememden bana daha sevimli gelir."
Başka biri de şöyle dedi:
"Ben öyle bir günah işledim ki, otuz seneden
beridir o günahımdan dolayı ağlamaktayım."
Bu, çok ibadet eden bir zât idi. Ona:
"nedir o günahın" diye sorulduğunda şöyle
cevap verdi:
"Bir defasında ben olmuş bir şey için: "Keşke
olmasaydı" demiştim.
Bazı arifler de, yaratılmışları ayıplamayı ve onları noksan görmeyi, yaratanı ayıplama konumunda kabul ederler. Zira onlar, O'nun sanatı ve hikmetinin eseridirler. Allah sübhânehû ise, her şeyi en güzel ve en sağlam şekilde yaratmıştır.
Şüphesiz ki Allah, en iyi hükmeden ve en güzel şekilde yaratandır. O'nun, her şeyde üstün bir hikmeti ve mükemmel bir sanatı vardır. Böyle iken bir kişi kalkıp ta Rabb sübhanehû'nun izni olmadan O'nun sanatını ayıplayacak olursa, bu ayıplama direk sâni' / yaratıcı olan Rabb'ba yapılmış olur. Zira onu bu şekilde yapan ve hikmetiyle onu ortaya çıkaran O'dur. O şey ise yaratılmış olup, ne kendisini o yapmış ne de yaratılmasında onun bir etkisi olmuştur.
Arif olan kimse, sadece Allah'ın ayıpladıklarını ayıplar ve O'nun kötülediklerini kötüler. Eğer Allah'ın ayıplamadıklarını ayıplama ve O'nun kötülemediklerini kötüleme onun dilinden veya kalbinden geçerse, günah işleyen birinin tevbe etmesi gibi o da hemen tevbe eder. Zira o, Allah'ın evinde olduğu halde evin içindeki âletleri ve diğer eşyayı ayıplamaktan Allah'tan utanır. O kendisini şöyle bir adam konumunda farzeder. Bir adam ki herhangi bir sultanın sarayına girer ve o sarayın içinde bulunan âletleri ve onların düzenleme şekillerini seyreder.
Bu esnada o âletlerden bazılarını ayıplayıp kötülemeye başlar ve şöyle der:
"Eğer şunun yerinde şu olsaydı daha iyi olurdu."
Sultanın bazı kimseleri göreve getirdiğini, bazılarını da görevden aldığını;
kimine bağışta bulunduğunu, kimini de mahrum bıraktığını görür ve şöyle der:
"Eğer falanın yerine şu görevlendirilseydi daha
iyi olurdu. Şayet şu görevli azledilse daha uygun olur. Keşke şu hastaya afiyet
verilmiş olsaydı. Keşke şu fakire zenginlik bahsedilmiş olsaydı..."
Acaba sultanın bu itirazcıya kızgınlığı ve onu kendi
yakınlığından kovması nasıl olur?
Ya da bu adamı bir arkadaşı misafir etse ve ona yemeğini takdim etsede, o da bu yemeği ayıplamaya ve yapılışını kötülemeye başlasa; yemek sahibi ne bu kadar zor gelir!
Hz. Aişe şöyle demektedir:
"Rasülûllah
(sallallahu aleyhi ve sellem), kesinlikle hiçbir yemeği ayıplamış değildir. Eğer
iştahı çekseydi yerdi, yok iştahı çekmeseydi bırakırdı."
(Buhari, el-fethü'l bari, 9/547; Müslim, 2064.)
Hülâsa olarak bu kavmin hâli, bütün himmetlerini tedbir ve ihtiyara sarfetmekten uzaklaşmak ve himmetlerini sadece Allah'ın kendileri üzerinde bulunan haklarını yerine getirmeye hasretmektir. Genel ve özel tedbirlerini ise, her şeyin velisi ve dilediğini yapan mutlak mâlikine teslim etmişlerdir.
Burada şöyle bir soru sarabilirsin:
"Allah'ın tedbirinde O'nunla çekişen kimse var mıdır ki?"
Bu sorunun cevabı olarak kendi nefsine... âciz, zayıf ve câhil olan nefsine bak. Nasıl da Allah'ın tedbirine karşı çıkmakta! Câhil, âciz ve zayıf birinin karşı çıkması şeklinde karşılamakta Allah'ın tedbirini...
Eğer biraz daha güçlü olsaydı, görecektin ki çok hayret verici şeyler yapacaktı. Onu acizlik, zayıflık ve cehaletle zelil kılan Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir. Allah ona kendisinde bulunan birçok ibret verici şeyler göstermiştir. Keşke o, güç bakımından ne kadar âciz olduğunu, irade yönünden ne kadar zayıf olduğunu, işleri başkası tarafından düzenlenen bir köle olduğunu ve hiçbir şeyin kendi elinde olmadığını bir bilseydi. Bütün bunlarla beraber o, rububiyetinde, hikmet ve tedbirinde Allah'la çekişmektedir. Allah'ın razı olduğu şeylere rıza göstermiyor ve O'nun kaderinin cereyan şekliyle huzura kavuşup mutmain olmuyor...
Fakat o, rububiyet taslayan zayıf ve miskin bir kuldur. Bütün durumlarında zayıf ve miskin olduğu halde, kendisini zengin görmekte; cahil ve zalim olduğu halde, kendisini arif ve ihsan sahibi zannetmektedir. Hem kendisi hem de Rabb'i hakkında ne kadar da cahildir o! Rabb'inin nice haklarını terk etmiş ve kendi payını da zayi etmiştir o!
Eğer olgunluğa ermiş olsaydı, hem kendisinin hem de bütün yaratılmışların
perçemlerinin Allah'ın elinde olduğunu, Allah'ın dilediği gibi onları alçaltıp yükselttiğini; onların kalplerinin de O'nun elinde olduğunu, istediği gibi onları evirip çevirdiğini, onlardan dilediğini saptırıp dilediğini de hak yol üzerinde sabit bıraktığını görecekti. Ve bu hâl onun kalbi müşahedesine galip gelecek, o da kendi meşieti, iradesi ve ihtiyarından vazgeçecekti. Ve bilecekti ki, kulun kendi tedbirine ve havi ile kuvvetine dayanması; hem kendisi hem de Rabb'i hakkındaki cehaletinden kaynaklanmaktadır. Böylece onun Allah'ı bilmesi ve tanıması, onun kalbinden cehaleti söküp atacaktır.
Aynı şekilde onun Allah'ı bilmesi, onun kalbindeki bütün iradeleri, meşietleri ve tedbirleri siler atar. O bütün bunları, bütün kalplerin ve perçemlerin mâliki olan Allah'a havale eder. Ve böylece Allah'ın gerçek bir kulu olur. Allah'ın kudret eli onu evirip çevirir. Aynı şekilde vaktine son derece önem vererek kendi nefsinin işlerini düzenleyeceği başka bir vakit de beklemez. Zira bütün vakit, o vakti tayin edenin elindedir. O kendi nefsini, kendisine yapılacak şeyleri bekleyen kabirdeki bir ölü konumunda görür...
İşte bütün bunlar, kendileri için Allah'ın kevni bir fiili, kazası ve hükmü söz konusu olduğu zaman geçerli olurlar. Fakat Allah'ın bir emri söz konusu olduğu zaman, bunların iradeleri, ihtiyarları, ciddiyetle
çalışmaları ve bütün düşüncelerini ona yönelterek çabalamaları da geri gelir. Bir de bakmışsın ki onlar, kuvvetli, canlanmış, hareketli ve Mevlâlarına kulluk yapmayı O'nun emrinde müşahede eden kimseler olmuşlardır. Mevlâlarının emrini yerine getirmek için, hem zâhirleriyle hem de bâtınlarıyla herekete geçmiş; kendi güçlerini kuvveden fiile çıkarmışlardır. Bununla beraber onlar, Rabb'lerinden yardım istemekte, O'nun havi ve kuvvetine tutunmakta ve kendi zayıflık ve acizliklerini mülâhaza etmektedirler. Âdeta onlar:
"Yalnız sana ibadet eder sadece senden yardım dileriz"
(Fatiha, 5) âyetini kendilerinde gerçekleştirmişlerdir.
Muhakkak ki bunlar, kendi ihtiyarları dışında kendilerine isabet eden Allah'ın kaderlerini; gerektirdikleri kulluk şekliyle karşılarlar. Bu hususta onlar üç mertebe üzerinde bulunmaktadırlar:
Birinci Mertebe:
Bu kaderler hususunda Allah'tan razı olmak ve O'na olan muhabbet ile
iştiyakı artırmaktır. Bu hâl onların, Allah'ın kederlerinde bulunan lütfü, ihsanı ve hem dünyevi hem de uhrevi iyilikleri müşahede etmelerinden; bu ilâhi kaderlerde bulunan hikmetleri ve Allah'ın bunları kendilerinin maslahatı için oluşturduğunu düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Böylece bu ilâhi kaderler vasıtasıyla onların Allah'a olan muhabbet ve iştiyakları biraz daha artar. Daha bu hususta onların bir çok müşahedeleri vardır ki tabir edilmesi/anlatılması mümkün değildir. Zira bunlar kula yapılan öyle yüce ilâhi bağışlardır ki, kulun ne ilmi ne de ameli o yüce seviyeye asla çıkamaz.
İkinci Mertebe:
Diğer nimetlerinden dolayı Allah'a şükrettikleri gibi bunlardan dolayıda
O'na şükretmeleridir. Bu mertebe, sadece razı olma mertebesinden daha yücedir.
Bu mertebeye yücelmek için ondan geçmek gerekir. İşte bu iki mertebe, hayırlarda öne geçenlere mahsustur.
Üçüncü Mertebe:
Bu mertebe de ortada kalanlara ait olan sabır
mertebesidir ki, bunun da altına inmek; imanın noksanlaşması, hatta bazen ilâhi kadere kızmak ve şikayet etmekle imanın gitmesi, bu musibetlerden kurtuluşun gecikmesi, Allah'ın rahmetinden umudun kesilmesi ve mükâfatı kaybetmekle musibetlerin katlaşmasından başka hiçbir faydası bulunmayan bir tedirginlik halidir. Sabır, hem iman derecelerinin ilki, hem ortası, hem de sonudur. Zira rıza ve şükür mertebelerinde bulunanlar, aynı zamanda sabır mertebesinin de sahibidirler. Çünkü sabır olmadan rıza ve şükrün oluşması ve iyice kökleşmesi tasavvur edilemez ve bu mümkün de değildir. Nitekim bir üstündeki makama oranla her mertebe de böyledir...
Meselâ rızayla beraber tevekkülün de bulunması, muhabbetle birlikte ümit ve korkunun da bulunması gibi...
Zira herhangi bir mertebe, onun üstündeki makama yükselmekle kaybolmaz; çünkü eğer o mertebe kaybolacak olursa, onun yerini zıddı olan bir şey doldurur ki; bu da tabiatın noksanlığına ve nefsin kötü olan sıfatlarına geri dönüş olur. Hiç şüphe yok ki bu husus, bedenin ilerleme merhalelerine benzemez. Çünkü bedeni ilerleme de bir merhale katedildikten sonra terk edilir ve bir daha ona dönüp bakmaksızın yeni bir merhale yönelinir. Fakat bu husus tüccarın durumuna benzer ki, o her ne zaman malından bir şey satar ve onunla kâr eder; daha sonra kar ettiğinden satar ve onunla da kâr yaparsa; bu durumda o her ikisinden de kâr etmiş sayılır. Aynı şekilde her yeni alışverişte elde ettiği kârlar, önceki kârlara elenerek kat kat artar. Onun birinci alışverişteki kârı, ikinci alışverişteki kârının içinde olup; kaybolmuş değildir. Bu hususun hakkını vererek iyice düşün ki, bu makamların hastalıkları hususundaki hatalara maruz
kalmayasın ve iyice bilesin ki, bu makamların avama olduğunu ve bunların malûl olduğunu iddia eden kimseler iki açıdan hata yapmışlardır:
1. Biraz önce söylediğimiz gibi bu makamların en yücesiyle beraber en düşüğü de bulunmaktadır. Bu en üst makam en küçük mertebeyi, bir küllün cüz'ünü içermesi gibi içermektedir. Fakat o küçük mertebe üst makamın içine girdiğinden dolayı, sadece üst makam görünür olmuştur.
2. Şüphesiz ki bu makam ve merhalelerin avama ait olması ve kusurlu olmaları, ancak bağlı bulundukları kimse ve kendilerinden güdülen gayeler itibariyledir. Eğer bağlı bulundukları kimseler ve kendilerinden güdülen gayeler her türlü kusur şaibesinden beri olurlarsa ki bu kimseler en yüce ve büyük şahıslardır. Hiç şüphesiz ki o zaman bu makamlarda da hiçbir kusur bulunmaz.
Bu makamların havassa ait olmasına gelince, bu
onların hazzıyla ilintili oldukları içindir.
Şimdi biz bu makamlar bazı örnekler verelim:
|