3. Ebû Abbas'ın:
"Zühd, dünyayı tazim etmek ve ondan
faydalanmamak için kişinin kendini zorlamasıdır" sözüne gelince:
Eğer bu
sözünden maksadı, zühd sahibi olmanın dünyayı tazim etmeye ve kişinin kalbinde
dünyaya ait büyük bir makam ve mevki bulunduğuna delil olduğu; bundan dolayı da
dünyayı terk etmesi için kişinin nefsini zorladığı ise; şüphesiz ki zühd, ne
böyle bir şeye delâlet eder, ne de böyle bir şeyi gerektirip netice verir.
Bilakis bir kimsenin dünya hakkında zahit olması, dünya sevgisinin ve dünyaya
değer vermenin onun kalbinden çıktığını gösterir. Bunun noksanlık olması hangi
açıdan düşünülebilir ki?
Fakat şu açıların birinde zühd noksan olabilir:
a. Kişinin, dünyadan kendisi için faydalı olan, seferi hususunda kendisine yardımcı ve destek olan şeyler hususunda zühd sahibi olmasıdır. Şüphesiz ki bu bir noksanlıktır.
Çünkü;
- Zühdün hakikati, kişinin kendisine faydası
dokunmayan şeyleri terk etmesidir.
- Takva da, sana zararı dokunacak olan şeylerden
kaçınmandır.
b. Zühdün sebebinin acizlik, sıkılmak, bıkmak, dünya ve dünya ehlinden eziyet görmek, kalbin dünya ile meşgul olmaktan dolayı yorulması ve benzeri sebepler olması noksanlıktır. Nitekim birine:
"Senin dünya hakkında zahit olmanı gerektiren nedir?" diye sorulduğunda o şöyle cevap vermişti:
"Dünyanın vefasız olması, cefasının çok olması ve dünya hususunda ortak olan kimselerin bayağı ve adi olmalarıdır."
Şüphesiz ki bu noksan bir zühdtür. Zira eğer bütün bu arazi şeyler bu zahit için berrak ve temiz olsaydı, hiç şüphesiz ki o bunları terk etmeyecekti.
Fakat dünya hakkındaki Zühdü, kalbinin ahiret sevgisiyle ve Allah'a daha yakın olmaya rağbet etmekle dolu olmasından kaynaklanan kimseye gelince; işte böyle bir kimsenin
zühdünde hiçbir noksanlık mevcut değildir.
c. Kişinin kendi zühd hâlini müşahede etmesi, bunu düşünmesi ve kendisinden dolayı zahit olduğu şeyi düşünerek bu hâlini unutmamasıdır. Şüphesiz ki bu da noksanlıktır.
Zira
zühdün en kemâli, senin zühd hâlini düşünmemen ve Allah'ın fazlını ve minnetini görerek kendi
zühdünü tamamen unutmandır. Muhakkak ki senin zühd hâlini düşünüp kalmaman, bilakis bundan yüz çevirerek ciddiyetiyle yoluna devam etmen ve istediğin şeylere nispeten bu hâlini çok basit görmen gerekir.
Şu da muhakkaktır ki bu illet, bütün manevi makamlar için söz konusudur. Allah'ın izniyle ileride biz buna dikkatleri çekeceğiz.
Şüphesiz ki bu hususta en önemli olan şey, bu konuları nebevi naslara, sarih akla ve kâmil fıtrata bağlamaktır.
Kendi nefsi hakkında samimi olan bir kimsenin bu konuda sadece bu hususun ehli olan kimseleri taklit etmekle yetinmesi ona yaraşmaz. Onların bu konudaki hataları ne kadar da çoktur!
Zira onlar, sadece kendi zevklerini hakem kılmakta ve zevklerinin vereceği hükmü her şey için geçerli kabul etmektedirler. Zaten bunların
çok hata yapmalarının sebebi de bu ve benzeri şeylerdir.
4. Zühd üç kısma ayrılmaktadır:
a. Birinci kısmı; her müslümana farz olan zühdtür ki haram olan şeyleri terk etmektir. Bunu ihlâl eden her Müslüman için azap sebebi tahakkuk etmiş olur. Bunun akabinde azabında tahakkuk etmesi kaçınılmaz olur. Meğer ki azabın meydana gelmesi engelleyen bir başka sebep bulunsun.
b. İkinci kısım; müstehab olan zühdtür. Bu da, terk edilen şeyler hasebiyle farklı derecelerde müstehabtır. Bu
zühd, mekruh olan şeyleri, ihtiyaç fazlası mübahları ve çeşit çeşit mubah arzuları terk etmektir.
c. Üçüncü kısım ise, bu hususun ehli olan kimselerin zühd hâlidir.
Bunlar, Allah'a yönelip seyr u sulukta bulunmak için paçaları sıvayan kimselerdir.
Bunların
zühd hâli de iki çeşittir:
Birincisi: Genel olarak dünya hakkında zahit olmaktır. Bundan maksat, dünyayı tamamen elden çıkarmak ve dünya hususunda eli boş olarak oturmak değildir. Bilakis bundan kastedilen, bütünüyle dünyayı kalbinden çıkarmak, kalben ona iltifat etmemek ve elinde bulunsa dahi kalbine girmesine fırsat vermemektir.
Hiç şüphe yok ki zühd, kalbinde bulunduğu halde dünyayı elinden çıkarman değil; elinde bulunduğu halde onu kalbinden çıkarmandır.
İşte bu, Râşit halifelerin ve bütün malların hazineleri elinin altında bulunduğu halde
Zühdü "darbı mesel" olan Ömer b. Abdülaziz'in hâlidir.
Hatta bu, âdemoğullarının efendisinin hâlidir ki; Allah ona birçok fetihler nasip ettiği halde, bu fetihler sadece onun
(sallallahu aleyhi ve sellem) dünya hakkındaki zühdünü artırmaktaydılar.
Böyle dosdoğru bir zühde sahip olmak için üç şey gerekir:
1. Kulun, dünyanın geçici bir gölge ve bir an için insana uğradıktan sonra kaybolup giden bir hayal olduğunu bilmesidir. Nitekim Allah'ü Teâlâ
dünya hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Bilin ki dünya hayatı, ancak (geçici) bir
oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme, mal ve evlâtla çoğalma
yarışıdır. (Bu) tıpkı şuna benzer: Bir yağmur, bitirdiği (o yeşil)
bitki, ekincilerin hoşuna gider, (fakat) sonra o (bitki) kurur da
sen onu sararmış halde görürsün; sonra da çer-çöp olur (işte dünyada ki her
şeyde böyledir).." (Hadîd, 20)
Başka bir âyette de şöyle buyuruyor:
"Dünya hayatının misali şöyledir: Biz gökten su indiririz de onunla, insanların ve hayvanların yediği, yeryüzü bitkileri birbirine karış(ıp yetiş)ir. Nihayet (bitkilerle)
zinetini takınıp süslendiği, sahiplerinin de (o mahsûlü biçmek ve
toplamak için) ona muktedir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin
veya gündüzün o yere (âfet) geliverir de, (sanki dün hiç bitkilerle)
zengin olmamış gibi orayı (kökünden) biçilmiş hale getiririz. İşte biz,
düşünen bir toplum(un ibret alması, aldanmamaları) için âyetleri geniş
geniş açıklıyoruz." (Yunus, 24)
Diğer bir âyette de şöyle buyuruyor O:
"Onlara dünya hayatının misâlini de şöyle anlat:
Tıpkı o, semâdan indirdiğimiz su ile yeryüzü bitkilerinin karışması (sulanıp
güzelleşmesi) ama sonunda (o bitkilerin kuruyup) rüzgârların
savuracağı çöp kırıntısı haline gelivermesi gibidir. Allah, her şeyin üstünde
bir kudret sahibidir." (Kehf, 45)
Aynı şekilde Allah'ü Teâlâ dünyayı "aldanma metaı"
diye isimlendirmiş ve ona aldanmayı bize yasaklamıştır.
Allah'ü Teâlâ, dünyaya aklananların kötü
akıbetlerini bize haber vererek, onların düştüğü duruma düşmekten bizleri
sakındırmıştır. Allah sübhanehû, dünyaya razı olup onunla huzura kavuşanları kötülemiştir.
Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır:
"Dünyadan bana ne! Şüphesiz ki ben, bir ağacın gölgesinde kaylule
uykusuna yatan, sonra da onu terk edip giden bir binici (yolcu) gibiyim."
(Tirmizi, 2377; İbni mâce, 4109; Ahmed, 1/391)
Yine imam Ahmed'in müsnedinde bu mânâda şöyle bir hadis vardır:
"Allah'ü Teâlâ, insanoğlunun
yediklerini ve kendisinden çıkan artıkları dünyaya örnek verdi... İnsanoğlu
istediği kadar bu yiyecekleri tatlı ve güzel yapsın, neticede neye dönüşeceğine
bir baksın."
(Ahmed, 3/452.)
Bütün bunlardan sonra dünyaya ancak bayağı bir himmete, hakir bir akla ve düşük bir kıymete sahip olanlar aklanabilirler.
2. Kulun, bu dünyadan sonra kadri daha büyük ve kıymeti daha yüce olan bir yurdun bulunduğunu bilmesidir ki; orası ebedilik yurdudur.
Yine kul bilmelidir ki bu dünyanın ebedilik yurduna nispeti peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in buyurduğu gibi şöyledir:
"Dünyanın ahirete olan
nispeti, ancak sizden birinin parmağını denize sokması gibidir; parmağının neyle(ne
kadar suyla) döndüğüne bir baksın."
(Müslim, 2858; Tirmizi, 4108)
Dolayısıyla dünya hakkında zahit davrananın durumu
elinde sahte bir dirhem bulunan adamın durumu gibidir:
Bu adama denir ki:
"Bu sahte dirhemi at, karşılığında sana yüz bin
dinar verelim."
Bunun üzerine o adamda, bu karşılığı elde etmek
umuduyla o sahte dirhemi elinden atar. İşte bu adam, bu sahte dirhemden çok daha
yüce ve büyük olan karşılığa en kâmil mânâda rağbet ettiği için onun hakkında
zahit davranmaktadır.
3. Kul kesin olarak bilmelidir ki, onun dünya hakkında zahit olması, onun için takdir edilmiş olan hiçbir şeyin ona ulaşmasını engellemez. Yine onun dünyaya çok haris olması, Onun için takdir edilmemiş hiçbir şeyi ona ulaştırmaz. İşte kul bunu yakinen bildiği zaman, dünya hakkında zahit olmak ona çok kolay gelir.
İşte bu üç husus, dünya hakkında zahit olmayı kul için kolaylaştırır ve kulun ayağını makamında sabit kılar. Dilediğine başarı bahşeden Allah'ü Teâlâ'dır.
Zühdün ikinci çeşidi:
Nefsin hakkında zahit olmandır. Zühd çeşitlerinin en zoru ve meşakkatli olanı da budur. Zahitlerin çoğu bu mertebeye ulaşmış ama buna girmemişlerdir. Zira bir zahidin haramı terk etmesi kolaydır. Çünkü onun neticesi çok kötü ve meyvesi çok çirkindir. Aynı şekilde zahit, kendi dinini himaye etmek, imanını korumak, lezzet ve nimetleri azaba tercih etmek, fâsık ve fâcirlere ortak olmaktan kaçınmak ve düşmanının eline düşüp onun oyuncağı olmaktan korunmak için haramlardan kaçınabilir.
Yine zahidin mekruh ve ihtiyaç fazlası mubahları terk etmesi kolaydır. Zira zahit, bunları tercih etmekle kaçıracağı lezzetleri, ebedi sevinçleri ve dâimi nimetleri çok iyi bilmektedir.
Aynı şekilde zahidin dünyayı da terk etmesi kolaydır. Zira zahit, dünyadan sonra nasıl mükemmel ve tam bir karşılık istediğini ve ne kadar yüce bir talebi olduğunu çok iyi bilmektedir.
Fakat nefis hakkında zühd sahibi olmaya gelince, işte bu bıçaksız nefsi kesmektir. Bu zühd iki türlüdür:
1. Vesile ve başlangıç konumundadır. Bu nefsi öldürme mertebesidir.
Böylece senin katında nefsin hiçbir kıymeti kalmaz. Öyle ki nefis hesabına kızarsın, ne razı olursun, ne ona destek olur ve nede onun için intikam alırsın. Sen onun itibar ve şerefini ihtiyaç günü için harcarsın. Bu durumda nefsin, ona yardım etmene, onun için intikam almana, seni çağırdığı zaman ona icabet etmene, sana asi olduğu zaman ona ikram etmene ve kötülendiğin zaman da onun için kızmana değmeyecek kadar basit ve değersiz olur.
Hatta senin katında nefis, kendisi hakkında söylenen şeylerden çok daha değersiz ve ona zor gelse dahi kurtuluşunun bağlı olduğu şeyleri yaptıktan sonra onu biraz dinlendirmeye değmeyecek kadar basittir.
Her ne kadar bu nefsi kesmek ve tabiatıyla huyları bakımından onu öldürmek olsa da, ancak bu nefsin sıhhat ve hayatının ta kendisidir. Bu olmadan nefsin hayat bulması imkansızdır, işte bu sarp yokuş, kişinin kendisinden Allah'a yakınlaşmış olan kimselerin makamlarına bakabileceği en son yokuştur. Bu yokuştan sonra insan, ebedilik vadisine yuvarlanır, hayat suyundan içer ve ruhu mihnet ve musibetler hapsinden, nefsani arzulara esir olmaktan kurtulur.
Artık insan, Rabb'i mabudu ve hak mevlâsı olan Allah'a tamamiyle bağlanmış olur. Hak mevlâsıyla gözü ne kadar da aydın olmuştur!
Mevlâsının yakınlığından dolayı ne mükemmel sevinç ve nimetler içerisindedir!
Düşmanından kurtulduğu için ne kadar sevinçlidir!
Kendi mevlâsına, bütün işlerinin mâlikine ve tüm maslahatlarını üstlenen O yüce zâta sığındığı için ne kadar da rahat etmiştir!
İşte bu zühd, muhabbet mihrinin ilk peşin parasıdır.
Bundan geri kalan müflise yazıklar olsun!
2. Zühdün gayesi ve en kemâl seviyesidir. Bu mertebede olan bir kul, nefsini tamamiyle mahbubuna feda eder ve ondan hiçbir şeyi kendisi için bırakmaz.
Bu kulun nefsi hakkındaki zahitliği, elinde bulunan değersiz bir malı mahbubunun istemesi durumunda o malı hemen terk edip mahbubuna veren bir kimsenin o mal hakkındaki zahitliği gibidir. Hiç bu kimsenin kalbi, bu değersiz malı elinde tutmaya ve mahbubuna vermemeye rağbet eder mi?
İşte samimi olan zahidin kendi nefsi hakkındaki Zühdü de böyledir.. o tamamiyle kendi nefsinden vazgeçmiş ve onu Rabb'ine teslim etmiştir. O, devamlı nefsini Rabb'i için feda etmekte ve bunun kendisinden kabul edilmesini ummaktadır.
Hiç şüphe yok ki daha önceden anlattığımız bütün
zühd mertebeleri, bu mertebenin başlangıcı ve vesileleridirler. Bu mertebenin de gerçekleşmesi, bütün o mertebelerin oluşmasına bağlıdır. Kim bundan önce anlatılan mertebelere hiç riayet etmeden direk bu mertebeye yükselmek isterse o kimse; merdiven olmadan minarenin
en tepesine çıkmak isteyen kimse gibi hiçbir şekilde mümkün olmayan bir şeyi arzulaşmış olur.
Selefi sâlihinden biri şöyle demektedir:
"Onların gayeye ulaşmaktan mahrum bırakılmalarının sebebi, yolun temel esaslarını ihmal etmeleridir. Kim temel esasları ihmal ederse, o hiçbir şekilde gayesine ulaşamaz."
Bütün bunlar bilindikten sonra deriz ki:
Bütün bunlarla beraber nasıl olurda Ebû Abbas, zühdün avamın makamlarından olduğunu ve seçkin insanların yolunda bir noksanlık olduğunu iddia eder?
Zühd hâlinin dışında bir kemâl var mıdır?
Hiç şüphe yok ki zühdün noksan olmasıyla kişi de
nakıs olur.
Doğruya eriştiren sadece Allah'tır.
|