بســـم الله الرحمن الرحيم

 

4. Bölüm Fasıl.6

 

Eğer kul kendi nefsinde bunu görmek istiyorsa, "Nasuh" / tam ve samimi tevbeden sonra hissettiği sevince ve elde ettiği lezzete baksın. Şüphesiz ki mükâfat, yapılan amelin cinsinden olur. Kul Allah'a tevbe edip, Allah onun tevbe etmesiyle sevinince; bunun hemen akabinde Allah ona da büyük bir sevinç bahşeder.

Burada bu hususta fakih olanların dışında kimsenin bilemeyeceği ince bir mesele vardır. Şöyle ki:

Her tevbe edenin kalbinde, daha tevbesinin başında üzüntü, keder ve daralma şeklinde bir sıkılmanın ve gerilmenin olması kaçınılmazdır. En azından sevdiği bir şeyden ayrılma acısı olur, bundan dolayı da onun kalbi daralır ve sıkılır. İşte bu arzudan dolayıdır ki, insanların çoğu tevbelerinden vazgeçer ve gerisin geriye eski hallerine dönerler...

Fakat arif ve muvaffak olan kimse, tevbenin hemen akabinde kendisi için gerçekleşecek olan sevinç ve lezzetin, en az bu sıkılma ve daralma oranında olacağını bilmektedir. Hiç şüphe yok ki bu sıkılma ve daralmanın zorluğu ve kuvveti nispetinde, tevbeden sonra gerçekleşecek olan sevinç ve lezzet de tam ve mükemmel olur. Bunun bir çok sebebi vardır.

Ezcümle:

Şüphesiz ki bu sıkılma ve daralma, onun kalbinin hayatta olduğuna ve kuvvetli bir kabiliyete sahip bulunduğuna delildir. Zira eğer onun kalbi ölü ve kabiliyeti zayıf olsaydı, bu şekilde sıkılıp daralmazdı.

Hem muhakkak ki şeytan, imanı çalmaya çalışan bir hırsızdır. Hırsız ise, mamur olan yerlere yönelir. Kendisinden herhangi bir şey elde etmeyi ummadığı harabe yerler gelirse, hiçbir hırsız oralara yönelmez. Sıkılma ve şeytani direnmeler kuvvet kazandığı zaman, bu onun kalbinde, şeytanın çekip almaya çok hırslı olduğu büyük bir hayrın bulunduğunu gösterir.

Hem hiç şüphe yok ki muarız ve karşıtların kuvvetli olması, onlara karşı yapılan mukavemetin ve karşı koymanın da kuvvetli olduğunu gösterir. Bu gibi kimseler, ya hayırda yada şerde önder olurlar. Zira büyük ve kuvvetli olan nefisler, eğer hayırlı iseler, hayırda önder olurlar; yok eğer şerli iseler, şerde önder olurlar.

Hem istenilen bir şey ne kadar büyük ve yüce olursa, onun önündeki engel ve arızalar da o kadar çok olurlar. Bu, Allah'ın yaratıklar hakkındaki bir sünnetidir.

Meselâ cennete ve onun yüceliğine, bir de ona engel olan mânilere bak!

Öyle ki bu mânilerden dolayı, her bin kişiden sadece bir kişi oraya girebilmektir.

Yine Allah, sevgisine, her şeyi bırakıp sadece O'na yönelmeye, O'nunla tanışık olmaya, O'nu dost, vekil ve kâfi edinmeye bak!

Kul bundan daha yüce bir şey elde edebilir mi?

Bir de buna engel olan ve bundan alıkoyan sebeplere bak!

Öyle ki her bir kavim, O'nun dışında çeşitli şeylere tutunmuştur. O'nu talep edenlerden de kimisi kendi ameline, kimisi ilmine, kimisi hâline ve kimisi de Rabb'inden elde edeceği hazzına ve zevkine bakmaktadır. Halbuki onlardan istenen, bütün bunların ötesinde bir şeydir.

Hülasa:

Tevbe vesilesiyle oluşan bu hâl, en yüce ve en büyük bir hâl olunca; onun önüne bazı engeller ve imtihanlar konuldu ki, böylece samimi olanla yalancı olan ayıklansın, elverişli olanla olmayan ayırt edilsin ve imtihan gerçekleşmiş olsun.

Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Elif, Lâm, mim. İnsanlar (dünyada çeşitli çile ve güçlüklerle) imtihan edilmeden (sadece) inandık demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?

Andolsun ki biz onlardan öncekileri de (sıkıntılarla) imtihan ettik. Allah elbette (imanda) doğru olanları da bilir, yalancıları da bilir." (Ankebût, 1-3)

Başka bir âyette de şöyle buyuruyor:

"O, ölümü ve hayatı, amel bakımından hanginizin daha güzel olacağını imtihan etmek için yarattı.." (Mülk, 2)

Fakat kul, bu daralmaya az bir sabrederse; bu sabır onu ünsiyet ve neşe bahçelerine götürür. Yok eğer buna sabretmeyecek olursa, gerisin geriye döner.

Başarıya veren Allah'tır. O'ndan başka ibadete layık ilâh yoktur.

Bütün bu anlatılanlardan maksat şudur ki;

Kulunun tevbe etmesiyle Allah'ü Teâlâ'nın bu derece sevinmesiki bu sevinç, tevbenin dışındaki hiçbir tâat için varit olmamıştır.

Tevbenin Allah katındaki kadrini ve faziletini, tevbeyle Allah'a kulluk yapmanın ibâdetlerin en yücesi olduğunu göstermektedir. Bu da göstermektedir ki, tevbe eden kimse, tevbeye sebep olan kusurundan daha önceki hâlinden daha mükemmel bir hâle döner.

İşte bunlar, bu görüş için getirilmiş olan delillerin bir kısmıdır.

 

Tevbe eden kimsenin tekrar eski hâli dönmeyeceğini, onun eski hâlinin tevbeden sonra daha noksan olacağını söyleyen gruba gelince; bunların delilleri şunlardır:

Hiç şüphesiz ki cinayet / günah işlemek, mahbuba olan sevginin zevalini, O'ndan uzaklaşmayı ve O'na olan kulluğun noksanlaşmasını gerektirir. Bütün vakitlerini efendisine itaat etmekle geçiren kir köle ile, efendisinin hakları hususunda kusurlu davranan bir köle eşit olmazlar. Bu , inkârı ve karşı konulması mümkün olmayan bir şeydir. İşte böyle bir kul Rabb'ine tevbe edip döndüğü zaman, onun bu samimi tevbesi; ancak onun suçundan dolayı cezalandırılmaması ve affedilmesinde etkili olur. Fakat muhabbet ve yakınlık makamının tekrar geri gelmesine gelince, işte bu olmayacak bir şeydir.

Hem dediler ki:

Hiç şüphe yok ki, bu kişi masiyet anında Allah'a yürümüyordu. Eğer yerinde sayıyor olsaydı bile, yine ilerlemiş olması söz konusu olmazdı. Peki masiyet anında gerisin geriye giderken nasıl ilerlemiş olabilir?

Bu kişi tevbe edip tekrar yürümeye başladığı zaman, tekrar kendisinden gerilediği eski yerine gelmek için belirli bir mesafe katetmek zorundadır.

Hem dediler ki:

Eğer tevbeden sonra yine eski hâline veya ondan daha yüce bir hâle dönecek olursa, bu durumda itaate devam eden kimseyle aynı konumda veya ondan daha iyi bir konumda olur ki, bu mümkün değildir. Zira bu kişi masiyetle meşgul olurken, diğeri belirli bir mesafe katetmiş bulunmaktadır. Hem biri doğu tarafına, diğeri ise batı tarafına giden iki adam nasıl karşılaşabilirler?

Bunlardan biri, ciddiyetle yoluna devam eden diğerinin gittiği yöne dönse bile; ona gevşeklik ve tembellik arız olmadığı sürece onun önünde bulunur. Bunun inkârı mümkün değildir.

Hem dediler ki:

Kalbin günahlarla hastalanması, bedenin hastalıklarına benzemektedir. Tevbe de ilaç içmek konumundadır. İlâç içip iyileşen bir hastanın, hastalıktan önceki kuvvetinin kendisine hemen geri gelmediği muhakkaktır. Bu iyileşen kimse, ancak belli bir süreden sonra eski kuvvetini yakalayabilir.

İşte bu gruptakilerde bu ve benzeri şeyleri görüşlerine delil olarak getirmişlerdir.

 

Bu konu, şeyhül İslâm İbnû Teymiye'nin huzurunda söz konusu olmuştu. Ben onun bu üç görüşü de sadece hikâye ettiğini işittim. Ya ben veya başkası bu görüşlerden hangisinin daha doğru olduğunu sorduk. O şöyle cevap verdi:

"Doğrusu şudur ki:

- Tevbe edenlerden bazıları eski hâllerine,

- bazıları eski durumlarından daha iyi bir hâle ve

- bazıları daha düşük bir hâle dönerler.

Şöyle ki;

- Eğer tevbeden sonra kul, tevbe yapmasına sebep olan hatasından önceki hâlinden daha hayırlı olur, daha çok sakınır, paçalarını sıvar ve daha yüce bir şekilde Allah'a boyun eğer, O'ndan korkar ve O'na yönelirse; işte bu kul eski hâlinden daha iyi bir hâle döner.

- Eğer bütün bu saydığımız şeylerde o hatayı yapmadan önce daha iyi olur ve tevbeden sonra o kadar iyi olmazsa, eski hâlinden daha noksan bir hâle döner.

- Eğer tevbeden sonraki durumu ile tevbeye sebep olan hatadan önceki durumu aynı olursa, bu da eski aynısına döner."

 

Ben derim ki:

Tam da burada açıklanması gereken bir mesele daha var o da şudur:

Bir kimse "Nasuh / tam ve samimi" bir tevbeyle Allah'a tevbe ettiği zaman, o kimsenin günahları, ne lehine, ne de aleyhine bir şekilde mi silinir?

Yoksa günahları silinip, her bir günahın yerine bir hasene mi yazılır?

İşte bu konu, hem şimdi hem eskiden müfessirlerin ve başkalarının ihtilaf ettiği bir konudur:

Zeccac şöyle demektedir:

"Günahın yerine hasene konulacak değildir. Fakat günahın yerine tevbe konulacak, hasene ise tevbe ile beraber bulunmaktadır."

İbnû Atiye şöyle demektedir:

"Onların amelleri, daha önce yaptıkları masiyetler yerine tâat olan şeyler olacaklardır. Bu tâatler de Allah'ın onlara rahmet etmesine sebep olacaktır."

İbnû Abbas, İbnû Cübeyr, İbnû Zeyd ve Hasan da bu görüşü belirtmişlerdir.

Sa'lebi şöyle demektedir:

"Allah'ü Teâlâ'nın:

"Ancak tevbe edip inanan ve iyi bir iş yapanlar hariçtir. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir" (Furkân, 70) âyeti kerimesi hakkında İbnû Abbas İbnû Cüreyc, Dahhak ve İbnû Zeyd şöyle dediler:

"Allah onların şirk dönemindeki kötü ve çirkin amellerini, İslâmdaki iyi ve güzel amellerle değiştirmiştir. Meselâ şirki imanla, mü'minleri öldürmeyi müşrikleri öldürmekle, zina etmeyi iffetli olmakla değiştirmiştir."

Başka bir takım âlimler de şöyle dediler:

"Allah, onların Müslüman iken yapmış oldukları günahlarını kıyamet günü iyiliklere çevirir."

Bu iki görüşün aslı şudur:

Bu değiştirme dünyada mı, yoksa kıyamet günü mü olacaktır?

Dünyada olacaktır diyenler şöyle dediler:

"Bu, kötü ve çirkin amellerin, fasit ve nefsani iradelerin zıtlarıyla değiştirilmesidir ki bu zıtları da iyiliklerdir. İşte bu, hakikaten gerçekleşen bir değişmedir."

Bu görüşü destekleyenler şöyle delil getirdiler:

Hiç şüphe yok ki bir günah, haseneye dönüşmez. Fakat o günah silinir ve izi tamamen silinip kaybolur. Haseneye dönüşmesine gelince, bu asla olmayacak bir şeydir. Zira o, bir tâat değil, Rabb'ın sevmediği ve buğz ettiği bir masiyet idi. Böyle iken nasıl olur da Rabb'ın sevip razı olacağı bir haseneye dönüşebilir.

Hem dediler ki:

Kur'ân'ın delâlet ettiği şey, sadece günahların silinmesi ve affedilmesidir. Nitekim Allah'ü Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"...Ey Rabb'imiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı iyiliklerle beraber al." (Al'i İmran, 193)

"... O, kötülükleri bağışlayandır..." (Şûra, 25)

"... Çünkü Allah (şirk ve inkârdan başka, dilediği kimselerden) bütün günahları bağışlar." (Zümer, 53)

Kur'ân bu gibi âyetlerle doludur.

Sahih bir hadiste Katâde, Safvan b. Mihrez'den rivayet ediyor:

Safvan dedi ki:

Bir adam İbnû Ömer'e:

"Fısıldaşma hakkında Rasûlüllah'ın ne dediğini işittin?" diye sordu.

İbnû Ömer dedi ki:

Rasûlüllah'ı şöyle derken işittim:

"Kıyamet gününde mü'min Rabb'ine yaklaştırılır, öyle ki Rabb'i onu rahmetiyle bürür ve ona günahlarını ikrar ettirir. Rabb'i ona:

"Bunları biliyormusun?" der. O da:

"Evet Rabb'im, biliyorum" diye karşılık verir. Bunun üzerine Rabb şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki ben, dünyada bunları senin için örttüm. Bugün de bunları senden bağışlıyorum."

Böylece ona iyiliklerinin sahifesi verilir.

Kâfir ve münafıklara gelince, herkesin göreceği bir şekilde onlar hakkında şöyle nida edilir:

"İşte Allah azze ve celle'ye, yalan yere iftirada bulunanlar bunlardır." (Buhari, el-fethü'l bari, 5/96; 2768.)

İşte mü'min kula olan Allah'ın inayetini içeren bu hadisi şerifte, sadece dünyada iken onun günahlarının örtüldüğü ve kıyamet gününde de affedildiği zikredilmektedir. Allah'ü Teâlâ ona:

"Ben her günahının yerine sana bir hasene veriyorum" demiyor...

Bu da gösteriyor ki günahlar hakkında olan şey, sadece onların bağışlanması ve Allah'ın onlardan dolayı cezalandırmamasıdır. Nitekim Allah'ü Teâlâ sâdık kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü Allah, onların (geçmişte) yapmış olduklarının en kötüsünü bile örtecek ve kendilerine mükâfatlarını, yapmış olduklarının en güzeliyle verecektir." (Zümer, 35)

Hiç şüphesiz ki bunlar insanların en seçkinleridirler. Allah'ü Teâlâ bunlar hakkında, onların kötü amellerini örteceğini ve yaptıklarının en güzeliyle onları mükâfatlandıracağını haber vermektedir. Onların yaptıklarının en güzeli ise, kötülükler değil, iyiliklerdir. Bu da göstermektir ki en güzeliyle mükâfatlandırmak, sadece iyilikler için söz konusudur. Kötülüklere gelince, onlar silinir ve izleri tamamen yok edilir.

Hem dediler ki:

Eğer tevbe eden kimsenin kötülükleri de iyiliklere dönüşecek olursa, bu kimse o kötülüklerden hiç birini işlememiş olan kimseden daha iyi durumda olur ve iyiliklere onunkinden daha fazla olurlar. Çünkü kötülükleri işleyen bu adam, diğerinin yaptığı iyiliklerde ona ortak olur; ayrıca iyiliklere dönüşecek olan bu kötülükleriyle ondan daha üstün olur. Şimdi nasıl olurda bir sürü kötü amel yapan kimse, hiçbir kötü amel yapmayan bir kimseden üstün olabilir?

Hem dediler ki:

Nasıl ki bir kul bir sürü iyi amel yaptıktan sonra onları iptal edecek bir şey yapsa, onun bu iyilikleri kendisiyle cezalandırılacağı kötülüklere dönüşmüyor; bilakis onların sadece izleri siliniyor ve onun lehine, ne de aleyhine oluyorlar. Bu kimsenin tek cezası ise, bu iyiliklerin mükâfatının verilmeyişi olur. Aynı şekilde birçok kötü amel yaptıktan sonra tevbe eden bir kimsenin de bu kötülükleri iyiliklere dönüşmeyecektir.

Eğer siz:

"Tevbe edenin de mükâfatı, kötülüklerinden dolayı cezalandırılmayadır" derseniz, bu konuda biz sizinle çekişmeyiz. Çünkü "hasene"nin anlamı bu değildir. Zira "hasene," var olan bir mükâfatı gerektiren bir şeydir.

Bu değiştirmenin, kıyamet gününde kötülüklerinin iyiliklerle hakikaten değiştirilmesi olduğunu söyleyenler de şu delilleri getirdiler:

Şüphesiz ki "tebdil / değiştirme", kötülüklerin yerine iyiliklerin geçirilmesi demektir. Bu da ancak yapılmış ve artık kesinlik kazanmış bir kötülük hakkında söz konusu olabilir. Böyle bir kötülüğün iyiliğe çevrilmesi, onun silinmesi ve yerine bir hasenenin yazılması demektir. Dediler ki:

İşte bundan dolayı Allah'ü Teâlâ:

"...işte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir" (Furkân, 70) buyurmaktadır.

Burada kötülükleri onlara nispet etmektedir. Çünkü bu kötülükleri yapanlar onlardır. İyilikleri ise nekra / belirsiz olarak zikretmekte ve onlara nispet etmemektedir. Zira onlar bu iyilikleri kesbetmemiş, bilakis bu iyilikler sadece Allah'ın fazlı ve keremi olarak onlara verilmiştir.

Hem dediler ki:

Âyeti kerimede belirtilen değiştirme, onların fiili olmayıp sadece Allah'ın fiilidir. Zira Allah'ü Teâlâ, kendisinin onların kötülüklerini iyilikleri çevireceğini haber vermektedir. Eğer buradaki maksat sizin dediğiniz gibi olsaydı, o zaman "değiştirme" işlemini onlara nisbet etmesi gerekirdi. Zira kendi kötü amellerini iyi amellere çevirenler onlardır. Hiç şüphe yok ki ameller, onları yapan kimselere nispet edilirler.

Nitekim Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Fakat (o nefislerine) zulmedenler; sözümüzü kendilerine söylenenden başka şekle çevirdiler." (Bakara, 59)

Fakat bu, Allah'ın dışında herhangi bir failin yapmadığı bir "değiştirme" ise; Allah'ü Teâlâ işte böyle bir değiştirmeyi kendisine nispet etmektedir.

Nitekim şöyle buyuruyor:

"... onların iki bahçesini ekşi (buruk) yemişli, acu ılgınlı ve az bir şeyde sedir ağacından (ibaret, kötü) iki bahçeye çevirdik." (Sebe, 16)

Hiç şüphesiz ki Allah'ü Teâlâ'nın, onların kötülüklerini iyiliklere çevirenin kendisi olduğunu haber vermesi; bu değiştirmenin Allah sübhanehû tarafından onların kötülüklerine yapıldığını, bu değiştirmeye sebep olan tevbe, iman ve Salih ameller onlardan meydana gelse de değiştirmenin onlar tarafından yapılmadığını göstermektedir.

Hem dediler ki:

Ebû zer'den rivayet edilen şu sahih hadisi şerifte bu dediğimize delâlet etmektedir.

Ebû zer (r.a.) dedi ki:

Rasûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Muhakkak ki ben, cehennem ateşinden en son çıkan ve cennete en son giren kimseyi bilmekteyim:

Bu kıyamet günü getirilen bir adam olup (onun hakkında) şöyle denir:

"Ona küçük günahlarını arzedin. Büyük günahlarını ise ondan (onun günahları arasından) kaldırın."

Böylece ona küçük günahları sunulur ve ona şöyle denir:

"Sen falan falan gün, şu şu günahları işledin. Falan falan gün, şu şu günahları işledin..."

Buna karşılık o da:

"Evet" der ve inkâr etmeye güç yetirmez. Zira o büyük günahlarının kendisine arzedilmesinden korkmaktadır. Bu esnada ona denir ki:

"muhakkak ki bu kötülüklerinden her birinin yerine sana bir hasene verilecektir."

Buna mukabil o da:

"Ey Rabb'im, şüphesiz ki ben bazı şeyler (büyük günahlar) işlemiştim. Fakat onları burada görmemekteyim" der.

(Ebû zer diyor ki:) Ben Rasûlullah'ın azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördüm." (Müslim, 190; Tirmizi, 2595)

 

Ben başarıyı Allah'tan bilerek, O'na yönelerek ve O'na dayanarak derim ki:

Allah'ın izniyle bu meselede doğru olan şöyle denmesidir:

Şüphesiz ki günahın bizzat kendisi haseneye inkılâp etmez. Zira hasene, mükâfat gerektiren vücudi bir şeydir. Bundan dolayıdır ki yasaklanmış olan şeyleri terk edenler, sadece bunları terk ettikleri ve bunlara dalmaktan nefislerini alıkoydukları için mükâfatlandırılırlar. Zira bu terk ve alıkoyma da, sevabın kendisiyle ilintili olduğu vücudi bir şeydir. Fakat günah işleme hissi hiç kalbinden geçmeyen ve nefsi kendisine böyle bir telkinde bulunmayan kimse, bu günahları yapmadığı için nasıl mükâfatlandırılabilir ki?

Zira eğer böyle birisi bu şekildeki bir günahı yapmadığı için mükâfatlandıralacak olursa, bu durumda hiç kalbinden geçirmediği âlemde var olan bütün günahlardan dolayı mükâfatlandırılması gerekir ki; bunlar onun yapmış olduğu iyiliklerden sayılamayacak kadar çok kat kat fazladır. Bütün bunlardan dolayı onun mükâfatlandırılması düşünülemez. Böylece anlaşıldı ki bir şeyin hasene / iyilik olabilmesi için vücudi bir şey olması gerekir.

Hiç şüphe yok ki işlemiş olduğu günahlardan tevbe eden kimse, her bir günahı için ayrı bir pişmanlık hissetmekte, bundan dolayı da nefsini ondan alıkoymakta ve bir daha ona dönmemeye kesin bir şekilde karar vermektedir. Hiç şüphesiz ki bütün bunlar hasenedir. muhakkak ki tevbe günahın izini silmiş ve o günahın yerini pişmanlık ve bir daha ona dönmeme azmi almıştır. İşte bunlar, o günahın kendileriyle değiştirildiği hasenelerdir. İşte bazı müfessirlerin :

"işlenmiş olan kötülüğün yerini tevbe alır. Hasene ise tevbe ile beraber bulunur" sözlerinin mânâsı da budur.

Eğer o kişi işlemiş olduğu her bir günahından tevbe ederse, işte bu tevbesi o günahın yerine geçen hasene olur.

İşte âyeti kerimede geçen "tebdil / değiştirme" den maksat bu olmalıdır. Yoksa kötülüğün bizzat kendisi haseneye dönüşür değildir. İşte Allah'a hamdolsun -bununla problem ortadan kalkmış ve doğru olan ortaya çıkmıştır.

Böylece ortaya çıktı ki bu iki grubun her biride ilim ve delil çerçevesinin dışına çıkmış değildir.

 

Ebû zer (r.a.)'in hadisine gelince:

Her ne kadar bu hadisi şerifte söz konusu edilen "tebdil / değiştirme", günahları üzerinde ısrar ederek ölen ve bu günahlarından dolayı azap edilen kimseler hakkında ise de; hiç şüphe yok ki bu hadisi şerif, günahlarından vazgeçen ve onlardan dolayı pişman olup tevbe eden kimseler için de bu "tebdil" in oluşacağını haydi haydi göstermektedir.

Muhakkak ki günahlarında ısrar ederek ölen kimseye azap edilmesi neticesinde, onun günahlarının izi silinir ve günahları sanki hiç yokmuş gibi olur.

Ayrıca Allah'ü Teâlâ ona, her bir kötülüğün yerine bir hasene verir. Zira onun günahlarının eserinin silinmesini ve hasenelere çevrilmesini gerektiren şey, onun azap edilmesiyle gerçekleşen aşırı derecedeki pişmanlığı değildir. Çünkü bu pişmanlık, ona fayda verecek bir vakitte gerçekleşmemiştir. Fakat bu günahlarından dolayı cezalandırılınca ve günahların eseri onun üzerinden kalkınca, Allah onun günahlarını iyiliklere çevirdi. Günahların eseri ceza ile ortadan kalktığına göre, Nasuh tevbe ile hayli hayli ortadan kalkar.

Azap ile eseri ortadan kalktıktan sonra bu günahlar iyiliklere çevriliyorsa, tevbe ile eseri ortadan kalkan bu günahların iyiliklere çevrilmesi daha evlâ ve daha yerinde olur.

Hiç şüphesiz ki günahların silinmesi ve iyiliklere çevrilmesinde tevbenin tesiri, azabın tesirinden daha kuvvetli ve daha büyüktür.

Zira tevbe, kulun isteğiyle, Allah'ı severek ve O'ndan korkarak yapmış olduğu ihtiyari bir fiildir.

Azapla günahların silinmesine gelince; şüphesiz ki bu, kulun hiçbir seçeneği olmadan sadece Allah'ın fiiliyle kula isabet eden musibetlerle onun günahlarının silinmesi kabilindedir.

Hiç şüphe yok ki Allah'ın sevip razı olduğu ihtiyari fiillerin günahların silinmesindeki etkisi, kulun hiçbir ihtiyarı olmadan ona isabet eden musibetlerin tesirinden daha büyüktür.

 

Şimdi biz asıl maksada dönelim...

Bizim asıl maksadımız, Ebû Abbas b. Es-Saif'in manevi makamların illetleri hakkında zikrettiği şeyleri değerlendirmektir. Biz onun zühd makamının illetleri hakkındaki sözlerini naklettikten sonra bu makamı birkaç yönden inceleyeceğimizi söylemiştik.

Burada biz ikinci noktanında sonuna gelmiş bu bulunuyoruz...

 

3. Ebû Abbas'ın:

"Zühd, dünyayı tazim etmek ve ondan faydalanmamak için kişinin kendini zorlamasıdır" sözüne gelince:

Eğer bu sözünden maksadı, zühd sahibi olmanın dünyayı tazim etmeye ve kişinin kalbinde dünyaya ait büyük bir makam ve mevki bulunduğuna delil olduğu; bundan dolayı da dünyayı terk etmesi için kişinin nefsini zorladığı ise; şüphesiz ki zühd, ne böyle bir şeye delâlet eder, ne de böyle bir şeyi gerektirip netice verir. Bilakis bir kimsenin dünya hakkında zahit olması, dünya sevgisinin ve dünyaya değer vermenin onun kalbinden çıktığını gösterir. Bunun noksanlık olması hangi açıdan düşünülebilir ki?

Fakat şu açıların birinde zühd noksan olabilir:

a. Kişinin, dünyadan kendisi için faydalı olan, seferi hususunda kendisine yardımcı ve destek olan şeyler hususunda zühd sahibi olmasıdır. Şüphesiz ki bu bir noksanlıktır. Çünkü;

- Zühdün hakikati, kişinin kendisine faydası dokunmayan şeyleri terk etmesidir.

- Takva da, sana zararı dokunacak olan şeylerden kaçınmandır.

b. Zühdün sebebinin acizlik, sıkılmak, bıkmak, dünya ve dünya ehlinden eziyet görmek, kalbin dünya ile meşgul olmaktan dolayı yorulması ve benzeri sebepler olması noksanlıktır. Nitekim birine:

"Senin dünya hakkında zahit olmanı gerektiren nedir?" diye sorulduğunda o şöyle cevap vermişti:

"Dünyanın vefasız olması, cefasının çok olması ve dünya hususunda ortak olan kimselerin bayağı ve adi olmalarıdır."

Şüphesiz ki bu noksan bir zühdtür. Zira eğer bütün bu arazi şeyler bu zahit için berrak ve temiz olsaydı, hiç şüphesiz ki o bunları terk etmeyecekti.

Fakat dünya hakkındaki Zühdü, kalbinin ahiret sevgisiyle ve Allah'a daha yakın olmaya rağbet etmekle dolu olmasından kaynaklanan kimseye gelince; işte böyle bir kimsenin zühdünde hiçbir noksanlık mevcut değildir.

c. Kişinin kendi zühd hâlini müşahede etmesi, bunu düşünmesi ve kendisinden dolayı zahit olduğu şeyi düşünerek bu hâlini unutmamasıdır. Şüphesiz ki bu da noksanlıktır.

Zira zühdün en kemâli, senin zühd hâlini düşünmemen ve Allah'ın fazlını ve minnetini görerek kendi zühdünü tamamen unutmandır. Muhakkak ki senin zühd hâlini düşünüp kalmaman, bilakis bundan yüz çevirerek ciddiyetiyle yoluna devam etmen ve istediğin şeylere nispeten bu hâlini çok basit görmen gerekir.

Şu da muhakkaktır ki bu illet, bütün manevi makamlar için söz konusudur. Allah'ın izniyle ileride biz buna dikkatleri çekeceğiz.

Şüphesiz ki bu hususta en önemli olan şey, bu konuları nebevi naslara, sarih akla ve kâmil fıtrata bağlamaktır.

Kendi nefsi hakkında samimi olan bir kimsenin bu konuda sadece bu hususun ehli olan kimseleri taklit etmekle yetinmesi ona yaraşmaz. Onların bu konudaki hataları ne kadar da çoktur!

Zira onlar, sadece kendi zevklerini hakem kılmakta ve zevklerinin vereceği hükmü her şey için geçerli kabul etmektedirler. Zaten bunların çok hata yapmalarının sebebi de bu ve benzeri şeylerdir.

 

4. Zühd üç kısma ayrılmaktadır:

a.  Birinci kısmı; her müslümana farz olan zühdtür ki haram olan şeyleri terk etmektir. Bunu ihlâl eden her Müslüman için azap sebebi tahakkuk etmiş olur. Bunun akabinde azabında tahakkuk etmesi kaçınılmaz olur. Meğer ki azabın meydana gelmesi engelleyen bir başka sebep bulunsun.

b. İkinci kısım; müstehab olan zühdtür. Bu da, terk edilen şeyler hasebiyle farklı derecelerde müstehabtır. Bu zühd, mekruh olan şeyleri, ihtiyaç fazlası mübahları ve çeşit çeşit mubah arzuları terk etmektir.

c. Üçüncü kısım ise, bu hususun ehli olan kimselerin zühd hâlidir. Bunlar, Allah'a yönelip seyr u sulukta bulunmak için paçaları sıvayan kimselerdir.

Bunların zühd hâli de iki çeşittir:

Birincisi: Genel olarak dünya hakkında zahit olmaktır. Bundan maksat, dünyayı tamamen elden çıkarmak ve dünya hususunda eli boş olarak oturmak değildir. Bilakis bundan kastedilen, bütünüyle dünyayı kalbinden çıkarmak, kalben ona iltifat etmemek ve elinde bulunsa dahi kalbine girmesine fırsat vermemektir.

Hiç şüphe yok ki zühd, kalbinde bulunduğu halde dünyayı elinden çıkarman değil; elinde bulunduğu halde onu kalbinden çıkarmandır.

İşte bu, Râşit halifelerin ve bütün malların hazineleri elinin altında bulunduğu halde Zühdü "darbı mesel" olan Ömer b. Abdülaziz'in hâlidir.

Hatta bu, âdemoğullarının efendisinin hâlidir ki; Allah ona birçok fetihler nasip ettiği halde, bu fetihler sadece onun (sallallahu aleyhi ve sellem) dünya hakkındaki zühdünü artırmaktaydılar.

Böyle dosdoğru bir zühde sahip olmak için üç şey gerekir:

1. Kulun, dünyanın geçici bir gölge ve bir an için insana uğradıktan sonra kaybolup giden bir hayal olduğunu bilmesidir. Nitekim Allah'ü Teâlâ dünya hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Bilin ki dünya hayatı, ancak (geçici) bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme, mal ve evlâtla çoğalma yarışıdır. (Bu) tıpkı şuna benzer: Bir yağmur, bitirdiği (o yeşil) bitki, ekincilerin hoşuna gider, (fakat) sonra o (bitki) kurur da sen onu sararmış halde görürsün; sonra da çer-çöp olur (işte dünyada ki her şeyde böyledir).." (Hadîd, 20)

Başka bir âyette de şöyle buyuruyor:

"Dünya hayatının misali şöyledir: Biz gökten su indiririz de onunla, insanların ve hayvanların yediği, yeryüzü bitkileri birbirine karış(ıp yetiş)ir. Nihayet (bitkilerle) zinetini takınıp süslendiği, sahiplerinin de (o mahsûlü biçmek ve toplamak için) ona muktedir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün o yere (âfet) geliverir de, (sanki dün hiç bitkilerle) zengin olmamış gibi orayı (kökünden) biçilmiş hale getiririz. İşte biz, düşünen bir toplum(un ibret alması, aldanmamaları) için âyetleri geniş geniş açıklıyoruz." (Yunus, 24)

Diğer bir âyette de şöyle buyuruyor O:

"Onlara dünya hayatının misâlini de şöyle anlat: Tıpkı o, semâdan indirdiğimiz su ile yeryüzü bitkilerinin karışması (sulanıp güzelleşmesi) ama sonunda (o bitkilerin kuruyup) rüzgârların savuracağı çöp kırıntısı haline gelivermesi gibidir. Allah, her şeyin üstünde bir kudret sahibidir." (Kehf, 45)

Aynı şekilde Allah'ü Teâlâ dünyayı "aldanma metaı" diye isimlendirmiş ve ona aldanmayı bize yasaklamıştır.

Allah'ü Teâlâ, dünyaya aklananların kötü akıbetlerini bize haber vererek, onların düştüğü duruma düşmekten bizleri sakındırmıştır. Allah sübhanehû, dünyaya razı olup onunla huzura kavuşanları kötülemiştir.

Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır:

"Dünyadan bana ne! Şüphesiz ki ben, bir ağacın gölgesinde kaylule uykusuna yatan, sonra da onu terk edip giden bir binici (yolcu) gibiyim." (Tirmizi, 2377; İbni mâce, 4109; Ahmed, 1/391)

Yine imam Ahmed'in müsnedinde bu mânâda şöyle bir hadis vardır:

"Allah'ü Teâlâ, insanoğlunun yediklerini ve kendisinden çıkan artıkları dünyaya örnek verdi... İnsanoğlu istediği kadar bu yiyecekleri tatlı ve güzel yapsın, neticede neye dönüşeceğine bir baksın." (Ahmed, 3/452.)

Bütün bunlardan sonra dünyaya ancak bayağı bir himmete, hakir bir akla ve düşük bir kıymete sahip olanlar aklanabilirler.

2. Kulun, bu dünyadan sonra kadri daha büyük ve kıymeti daha yüce olan bir yurdun bulunduğunu bilmesidir ki; orası ebedilik yurdudur.

Yine kul bilmelidir ki bu dünyanın ebedilik yurduna nispeti peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in buyurduğu gibi şöyledir:

"Dünyanın ahirete olan nispeti, ancak sizden birinin parmağını denize sokması gibidir; parmağının neyle(ne kadar suyla) döndüğüne bir baksın." (Müslim, 2858; Tirmizi, 4108)

Dolayısıyla dünya hakkında zahit davrananın durumu elinde sahte bir dirhem bulunan adamın durumu gibidir:

Bu adama denir ki:

"Bu sahte dirhemi at, karşılığında sana yüz bin dinar verelim."

Bunun üzerine o adamda, bu karşılığı elde etmek umuduyla o sahte dirhemi elinden atar. İşte bu adam, bu sahte dirhemden çok daha yüce ve büyük olan karşılığa en kâmil mânâda rağbet ettiği için onun hakkında zahit davranmaktadır.

3. Kul kesin olarak bilmelidir ki, onun dünya hakkında zahit olması, onun için takdir edilmiş olan hiçbir şeyin ona ulaşmasını engellemez. Yine onun dünyaya çok haris olması, Onun için takdir edilmemiş hiçbir şeyi ona ulaştırmaz. İşte kul bunu yakinen bildiği zaman, dünya hakkında zahit olmak ona çok kolay gelir.

İşte bu üç husus, dünya hakkında zahit olmayı kul için kolaylaştırır ve kulun ayağını makamında sabit kılar. Dilediğine başarı bahşeden Allah'ü Teâlâ'dır.

Zühdün ikinci çeşidi: Nefsin hakkında zahit olmandır. Zühd çeşitlerinin en zoru ve meşakkatli olanı da budur. Zahitlerin çoğu bu mertebeye ulaşmış ama buna girmemişlerdir. Zira bir zahidin haramı terk etmesi kolaydır. Çünkü onun neticesi çok kötü ve meyvesi çok çirkindir. Aynı şekilde zahit, kendi dinini himaye etmek, imanını korumak, lezzet ve nimetleri azaba tercih etmek, fâsık ve fâcirlere ortak olmaktan kaçınmak ve düşmanının eline düşüp onun oyuncağı olmaktan korunmak için haramlardan kaçınabilir.

Yine zahidin mekruh ve ihtiyaç fazlası mubahları terk etmesi kolaydır. Zira zahit, bunları tercih etmekle kaçıracağı lezzetleri, ebedi sevinçleri ve dâimi nimetleri çok iyi bilmektedir.

Aynı şekilde zahidin dünyayı da terk etmesi kolaydır. Zira zahit, dünyadan sonra nasıl mükemmel ve tam bir karşılık istediğini ve ne kadar yüce bir talebi olduğunu çok iyi bilmektedir.

Fakat nefis hakkında zühd sahibi olmaya gelince, işte bu bıçaksız nefsi kesmektir. Bu zühd iki türlüdür:

1. Vesile ve başlangıç konumundadır. Bu nefsi öldürme mertebesidir. Böylece senin katında nefsin hiçbir kıymeti kalmaz. Öyle ki nefis hesabına kızarsın, ne razı olursun, ne ona destek olur ve nede onun için intikam alırsın. Sen onun itibar ve şerefini ihtiyaç günü için harcarsın. Bu durumda nefsin, ona yardım etmene, onun için intikam almana, seni çağırdığı zaman ona icabet etmene, sana asi olduğu zaman ona ikram etmene ve kötülendiğin zaman da onun için kızmana değmeyecek kadar basit ve değersiz olur.

Hatta senin katında nefis, kendisi hakkında söylenen şeylerden çok daha değersiz ve ona zor gelse dahi kurtuluşunun bağlı olduğu şeyleri yaptıktan sonra onu biraz dinlendirmeye değmeyecek kadar basittir.

Her ne kadar bu nefsi kesmek ve tabiatıyla huyları bakımından onu öldürmek olsa da, ancak bu nefsin sıhhat ve hayatının ta kendisidir. Bu olmadan nefsin hayat bulması imkansızdır, işte bu sarp yokuş, kişinin kendisinden Allah'a yakınlaşmış olan kimselerin makamlarına bakabileceği en son yokuştur. Bu yokuştan sonra insan, ebedilik vadisine yuvarlanır, hayat suyundan içer ve ruhu mihnet ve musibetler hapsinden, nefsani arzulara esir olmaktan kurtulur.

Artık insan, Rabb'i mabudu ve hak mevlâsı olan Allah'a tamamiyle bağlanmış olur. Hak mevlâsıyla gözü ne kadar da aydın olmuştur!

Mevlâsının yakınlığından dolayı ne mükemmel sevinç ve nimetler içerisindedir!

Düşmanından kurtulduğu için ne kadar sevinçlidir!

Kendi mevlâsına, bütün işlerinin mâlikine ve tüm maslahatlarını üstlenen O yüce zâta sığındığı için ne kadar da rahat etmiştir!

İşte bu zühd, muhabbet mihrinin ilk peşin parasıdır.

Bundan geri kalan müflise yazıklar olsun!

2. Zühdün gayesi ve en kemâl seviyesidir. Bu mertebede olan bir kul, nefsini tamamiyle mahbubuna feda eder ve ondan hiçbir şeyi kendisi için bırakmaz.

Bu kulun nefsi hakkındaki zahitliği, elinde bulunan değersiz bir malı mahbubunun istemesi durumunda o malı hemen terk edip mahbubuna veren bir kimsenin o mal hakkındaki zahitliği gibidir. Hiç bu kimsenin kalbi, bu değersiz malı elinde tutmaya ve mahbubuna vermemeye rağbet eder mi?

İşte samimi olan zahidin kendi nefsi hakkındaki Zühdü de böyledir.. o tamamiyle kendi nefsinden vazgeçmiş ve onu Rabb'ine teslim etmiştir. O, devamlı nefsini Rabb'i için feda etmekte ve bunun kendisinden kabul edilmesini ummaktadır.

Hiç şüphe yok ki daha önceden anlattığımız bütün zühd mertebeleri, bu mertebenin başlangıcı ve vesileleridirler. Bu mertebenin de gerçekleşmesi, bütün o mertebelerin oluşmasına bağlıdır. Kim bundan önce anlatılan mertebelere hiç riayet etmeden direk bu mertebeye yükselmek isterse o kimse; merdiven olmadan minarenin en tepesine çıkmak isteyen kimse gibi hiçbir şekilde mümkün olmayan bir şeyi arzulaşmış olur.

Selefi sâlihinden biri şöyle demektedir:

"Onların gayeye ulaşmaktan mahrum bırakılmalarının sebebi, yolun temel esaslarını ihmal etmeleridir. Kim temel esasları ihmal ederse, o hiçbir şekilde gayesine ulaşamaz."

Bütün bunlar bilindikten sonra deriz ki:

Bütün bunlarla beraber nasıl olurda Ebû Abbas, zühdün avamın makamlarından olduğunu ve seçkin insanların yolunda bir noksanlık olduğunu iddia eder?

Zühd hâlinin dışında bir kemâl var mıdır?

Hiç şüphe yok ki zühdün noksan olmasıyla kişi de nakıs olur.

Doğruya eriştiren sadece Allah'tır.

 

İÇİNDEKİLER

4. Bölüm