Şüphesiz ki onlar Allah'ın askerleri olup, Allah'ü Teâlâ onlar vasıtasıyla dinini ikâme etmekte ve düşmanlarının saldırısını defetmektedir.
Allah'ü Teâlâ onlar vasıtasıyla İslam diyarını korur; ve dininin havzasını himaye eder. Bütünüyle din Allah'ın olsun ve Allah'ın kelimesi, dini yücelsin diye Allah'ın düşmanlarıyla savaşanlar onlardır.
Onlar, Allah sevgisi O'nun dinine yardım etmek, kelimesini yüceltmek ve düşmanlarını defetmek uğrunda canlarını feda etmişlerdir.
Bunlar kendi yurtlarında bulunsalar dahi, yine de kılıçlarıyla
korudukları herkesin yaptığı her türlü hayır amellere ortak olurlar. Onların cihad ve fetihleri sebebiyle Allah'a ibadet eden kimselerin ecirlerinin aynısı onlara da verilir. Zira bunların ecir kazanmalarına sebep olan amelleri yapmalarına onlar sebep olmuşlardır.
Şeriat koyucusu, bir şeye sebep olanı o şeyi yapanla hem ecirde, hem de vebal de aynı kabul etmiştir. Bundan dolayıdır ki hidâyete davet eden veya dalâlete davet eden kimseler için, sebep olduklarından dolayı her birisine tabi olanların ecir veya vebalinin aynısı vardır.
Cihada teşvik etmek, mücahidleri methetmek ve Rabb'leri katında onlara mahsus olan ikramları ve bol bağışları haber vermek hususunda sayılamayacak kadar çok âyet ve hadis mevcuttur. Bu hususta sadece şu âyeti kerime bile yeterlidir:
"Ey imân edenler, sizi acıklı bir azaptan
kurtaracak bir ticâret (şeklini) size göstereyim mi?" (Saf, 10)
Böylece nefisler, Alim ve hakim olan Rabb'ül âlemînin gösterdiği bu kârlı ticâreti arzuladılar. Allah'ü Teâlâ'da onun ne olduğunu şöyle beyan etti:
"Allah'a ve Rasûlü'ne imân edersiniz, Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla savaşırsınız."
(Saf, 11)
Bu âyeti kerimeyi duyunca sanki nefisler dünyadaki
kalışı ve hayatı hususunda cimriliğe kapılıp geri durdular. O'da şöyle buyurdu:
"Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
(Saf, 11)
Yâni; cihad etmek, selâmet içerisinde rahat bir hayat yaşamak için oturup cihaddan geri kalmaktan sizin için daha hayırlıdır. Bunun üzerine sanki nefisler şöyle dediler:
"peki cihad ettiğimiz takdirde bize ne verilir?"
Bunu açıklamak için Allah'ü Teâlâ şöyle buyurdu:
"(Böyle yaparsanız) sizin günahlarınızı
bağışlar." (Saf, 12)
Bağışlamakla beraber:
"Sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki çok güzel meskenlere (köşklere) koyar. İşte bu, en büyük
kurtuluş ve saadettir." (Saf, 12)
Bunun üzerine sanki nefisler şöyle dediler:
"Bu bizim ahiretteki payımızdır. Peki dünyada bizim için ne vardır?"
Allah'ü Teâlâ buyurdu:
"Kendisini seveceğiniz (kazanç) in bir diğeri de Allah'tan bir yardım ve yakın bir zaferdir.
(Rasûlüm, bunları) sen mü'minlere müjdele!"
(Saf, 13)
Allahım!
Bu sözler ne kadar tatlı, kalplerle ne kadar içli dışlı ve kalpleri cezp edip Rabb'ine sevketmektedir!
Sevenlerin kalbindeki etkisi ne kadar güzel ve
hoştur!
Bu sözlerin mânâlarını güzel bir şekilde özümseyen
kalpler ne kadar zengin ve mutludurlar!
Bizler de bunu sadece Allah'ın fazlı kereminden
dilemekteyiz. Zira O cömert ve kerim'dir.
Allah'ü Teâlâ'nın şu sözü de aynı güzellikte ve yüceliktedir:
"Siz hacılara su vermeyi ve mescid-i Haram'ın
îmarını, Allah'a, ahiret gününe iman eden kimse gibi mi tuttunuz? Allah katında
(bunlar asla) eşit olamazlar. Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola eriştirmez. İmân edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Rabb'leri
onlara, katından bir rahmet, hoşnutluk ve onlara içinde daimi (bitmez
tükenmez) nimet bulunan cennetleri müjdeler. (Onlar) arada ebedî
olarak kalıcıdırlar. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah katındadır."
(Tevbe, 19-22)
Bu âyeti kerime ile Allah'ü Teâlâ, mescid-i Haram'ı
îmar edenler - Bunlar itikâf, tavaf ve namazla orayı îmar edenlerdir ki, Kur'ân'da
bahsedilen "mescidlerin îmarı" bu şekildedir - ve hacılara su verenler ile, Allah'ü Teâlâ yolunda cihad edenlerin eşit olmayacaklarını haber vermektedir.
Aynı şekilde mücahid mü'minlerin, derece bakımından kendi katında
daha yüksek olduklarını ve onların kurtuluşa erenlerin ta kendileri olduklarını
haber vermektedir. Aynı zamanda Allah'ın rahmeti, rızası ve cennetlerle müjdelenenlerin onlar olduklarını belirtmektedir.
Böylece Allah Teâlâ, bir çok ibâdet şekliyle mescîd-i Haram'ı
îmar edenlerle, mücahidlerin eşit olmayacaklarını ifade etmektedir. Halbuki başka bir âyeti kerimede mescîdleri îmar edenleri överek şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın mescidlerini ancak, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, Allah'tan başkasından korkmayan kimseler îmar eder. İşte, onların doğru yola ermişlerden olmaları umulabilir."
(Tevbe, 18)
İşte mescitleri îmar edenler...
Bununla berâber cihad edenler, Allah katında bunlardan daha yüksek derecelere sahiptirler.
Allah Teâlâ başka bir âyeti kerimede şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minlerden özürsüz olarak (cihada çıkmayıp evlerinde)
oturanlarla, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanlar bir değildir.
Allah mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün
kıldı. Gerçi Allah, her birine de (Salih kullar olması dolayısıyla) en
güzel (şey olan cenneti) va'detmiştir. Allah savaşanları, oturanlara
karşı büyük bir mükâfat ile üstün kıldı. (Onlara) kendi katından hem
dereceler hem de bağış ve rahmet vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet
edicidir." (Nisa, 95-96)
Bu âyeti kerimeyle Allah'ü Teâlâ cihada gitmeyip geri kalan mü'minlerle, mücahid mü'minlerin eşit olmayacaklarını haber vermekte; daha sonra mücahitlerin, oturanlardan derece bakımından daha üstün olduklarını belirtmekte; son olarak da mücahitlerin onlardan derecelerce üstün olduklarını ifade etmektedir.
Bir grup insan bu âyeti kerîmeyi tam anlayamamış ve şöyle demişlerdir:
"Mücahidlerin kendilerinden üstün kabul edildiği oturan ve cihada çıkmaktan geri kalanlar, eğer özürlülerin de kendilerinden üstün kabul edildikleri kimseler iseler: Bu durumda mücahitler, mutlak olarak bütün oturanlardan daha üstün olurlar. Böyle olunca, özürlülerin oturanlardan istisna edilmelerinin ne anlamı olur? Zira bunlar da, cihat edenlerle asla eşit olamazlar."
İşte bu âyeti kerimenin iyice anlaşılmamasının sebebi budur.
Şimdi biz, Allah'a hamdederek bu problemi ortadan kaldıracak açıklamalar yapmaya çalışacağız:
Şüphesiz ki Allah Teâlâ'nın:
"Allah mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı"
sözü, eşitliği nefyetme yönünü beyân etmektedir. Dolayısıyla bu bölümün mânâsı şöyledir:
Allah malı ve canıyla cihad edenleri, oturanlardan özür sahiplerine üstün kıldı, zira cihad edenler, malları ve canlarıyla cihad etmeleri yönüyle bunlardan üstün olmuşlardır. Daha sonra Allah Sübhanehû ve Teâlâ, her iki fırkaya da en güzel olan cennetin va'dedildiğini haber vererek şöyle buyurdu:
"Gerçi Allah, her birine de (Salih kullar olması dolayısıyla)
en güzel (şey olan cennet)i va'detmiştir."
(Nisa, 95)
Yânî: hem mücahide, hem de özür sebebiyle cihada çıkmaktan geri kalıp oturana...
Çünkü bunların ikisi de hakkıyla îmân etmekte ortaktırlar.
Burada âlîmler dediler ki:
Bu âyeti kerîmede, infak eden zenginin fakirden daha üstün olduğuna daîr delil vardır. Zira Allah Teâlâ, malı ve canıyla cihat edenin oturandan daha üstün olduğunu haber verirken; mal ile cihad etmeyi, can ile cihad
etmekten daha önce zikretmektedir.
Fakire gelince, ondan sadece günahı nefyederek şöyle
buyurur:
"Kendilerini bindir (ip savaşa gönder)men için sana geldiklerinde:
"Sizi üzerine bindireceğim bir şey bulamıyorum" deyince, harcayacak bir şey
bulamadıklarından dolayı, üzüntüden gözlerinden yaş dökerek dönen kimselere de
(bir günah) yoktur." (Tevbe,
92)
Üstün olduğuna hükmedilenin makamı nerede, sadece
kendisinden günah nefyedilenin makamı nerede!
İşte özürlü bir şekilde cihaddan geri kalanla, cihada çıkan mü'minin hükümleri bu şekildedir.
Özürlü olmadığı halde cihaddan geri kalana gelince, onun hakkında Allah Teâlâ
şöyle buyuruyor:
"Allah savaşanları, oturanlara karşı büyük bir
mükâfat ile üstün kıldı. (Onlara) kendi katından hem dereceler, hem de
mağfiret ve rahmet vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."
(Nisa, 95-96)
Buradaki "dereceler"in ne olduğu hakkında değişik görüşler vardır:
Katâde der ki: şöyle deniliyordu:
"İslâm bir derecedir. İslâm da hicret bir derecedir.
Hicret de cihad bir derecedir. Cihadda da öldürüp -öldürülmek bir derecedir."
İbni Zeyd der ki:
"Allah'ın kendileriyle mücahidi oturandan üstün kıldığı dereceler yedi tanedir. Bunlar da Allah'ü Teâlâ'nın şu sözünde belirtilenlerdir:
"Çünkü onlara Allah yolunda erişecek bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık veya
(kendilerine düşmanlık eden) kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları
(gibi her türlü hâl ve hareket), ancak bu sebeple (Allah Rasûlü'ne bağlı kalmakla)
kendilerine iyi bir amel (sevabı) yazılır. Çünkü Allah, iyi harekette
bulunanların mükâfatını zâyî etmez." (Tevbe, 120)
İşte beş derece...
Devamla şöyle buyurdu:
"(Onlar, Allah yolunda) küçük, büyük bir
masraf yapmaya görsünler, bir vadiyi geçmeye görsünler; Allah, onları
yaptıklarının daha güzeliyle mükâfatlandırsın diye (bunlar) mutlaka
onların lehine yazılır." (Tevbe,
121)
İşte iki derece daha...
Sahih olan görüşe göre bu dereceler, Ebû Hûreyre'nin peygamber efendimizden rivayet ettiği şu hadisi şerifte geçen derecelerdir:
Rasûlüllah buyurdu ki:
"Her kim Allah'a ve Rasûlü'ne
îmân eder, namazı dosdoğru kılar ve Ramazan orucunu tutarsa; Allah yolunda
hicret etsin veya doğduğu vatanında oturup kalsın (fark etmez). Allah'ın
onu cennete koyması hak olur (kesinleşir)."
Dediler ki:
"Bunu insanlara haber edelim mi ey Allah'ın Rasûlü?"
Buna karşılık o şöyle buyurdu:
"Muhakkak ki cennette, Allah'ın kendi yolunda cihad edenler için hazırladığı yüz derece vardır ki, her iki derecenin arası, gökle yer arası kadardır. Sizler Allah'dan
(cenneti) istediğiniz zaman, firdevsi isteyin. Zira firdevs, cennetin en güzel ve en yüksek yeridir. Onun üstünde Rahman'ın
arşı bulunmakta olup, cennet nehirleri ondan fışkırıp çıkmaktadır."
(Buharî: fethü'l Bârî, 6/11.)
Mücahidlerin birinci gruba üstünlüğü bir derece ile olduğu halde, bunlara olan üstünlükleri dereceler, bağışlama ve rahmet ile olmaktadır.
Bu âyeti kerimenin anlaşılması hususundaki problemi gidermek hakkındaki bir görüşün tekrir ve izahı bu şekildedir.Fakat daha da giderilmesi gereken bir takım problemler vardır. Şöyle ki:
Eğer Allah yolunda cihad edenler, mutlak olarak oturanlardan daha üstün iseler, o halde hiçbir mücahid ile hiçbir oturan eşit olmaz: dolayısıyla oturup cihaddan geri kalanları, özür sahiplerinden olmamakla kayıtlamanın herhangi bir faydası da olmaz. Çünkü mücahidlerle, özür sahibi olanlar da eşit değiller. Mücahitler onlardan da üstündürler.
Hem âyeti kerimede mevzu bahis edilen mücahidlerin kendilerinden üstün kabul edildiği oturanlar, özür sahibi olmadıkları halde cihada çıkmaktan geri kalanlardır. Yoksa özür sahibi olanların bu âyeti kerimede hükümleri açıklanmış değildir. Bilakis Allah Teâlâ sadece onları istisna etmiş ve mücahidlerin onların dışında kalanlardan üstün olduğunu
beyân etmiştir.
Hem mücahid olduğu halde, cihada çıkmaktan kendisini
alıkoyan zorunlu bir sebepten dolayı cihada çıkamayana da, cihada çıkan
mücahitlerin aldıkları mükâfatın aynısı vardır.
Nitekim peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kul hastalandığında ve sefere / yolculuğa çıktığında, sıhhatli ve mukim iken yaptığı amellerin aynısı kendisi için yazılır."
(Buharî: fethü'l Bârî, 6/136; Ahmed, 4/410.)
Başka bir hadisi şerifte şöyle buyuruyor:
"Medine'de bazı kimseler bulunmaktadır ki, sizin kat ettiğiniz
her mesafede ve aştığınız her vadide onlar da (ecir bakımından) sizinle
beraber idiler."
Dediler ki: "Fakat onlar Medine'de
bulunmaktadırlar."
Buna karşılık şöyle buyurdu:
"(Evet) onlar Medine'de
bulunmaktalar, ancak onları özürleri alıkoydu."
(Buharî: fethü'l Bârî, 6/47; Müslim, 1911.)178
Bütün bunlara karşılık şöyle dememiz en doğrusudur:
Şüphesiz ki bu âyeti kerîme, özür sahibi olmadıkları
halde cihada çıkmayan ve geride kalıp oturanların, mücahitlerle eşit olmadıklarına delâlet etmektedir. Özür sahibi olanların mücahitlerle eşit olup olmayacakları hususunda ise ne mantuku /
lafzıyla nede mefhum-u muhalifiyle hiçbir hükme delâlet etmemektedir.
Fakat bu özür sahipleri iki kısma
ayrılmaktadırlar:
1. Cihat ehli olduğu halde özrü kendisine galip gelen ve cihada çıkmaktan kendisini alıkoyan kimsedir ki, cihada çıkmak hususundaki niyeti kesin olup, güç yetirdiği halde kesinlikle cihaddan geri kalmaz. Fakat özrü onu geri bırakmıştır. İşte bu kimsedir ki, şer'î deliller onunda mücahidin aldığı mükâfatın aynısını almasını gerekmektedir. İşte bu kısmı, mücahitlerle eşit olmama hükmü kapsamaz. Çünkü şer'î kural şöyledir:
"Tam bir azim ve niyetle beraber mümkün olduğu
oranda fiil veya fiilin ön şartları bulunduğu zaman, bu niyetin sahibi mükâfat
ve azap hususunda tam bir fail konumunda kabul edilir."
Nitekim peygamber efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu sözü buna delâlet etmektedir ki o şöyle
buyurur:
"İki Müslüman (yalın)
kılıçlarıyla karşı karşıya geldikleri zaman, öldüren de öldürülen de ateştedir /
cehennemdedir."
Dediler ki:
"Öldüren tamam, peki öldürülenin ne günahı vardı?"
Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki o da
arkadaşını / diğerini öldürmeye hırslıydı / çok istekliydi."
(Buharî: fethü'l Bari, 13/31; Müslim, 2888; Ebû Davûd, 4268; Neseî, 7/125.)
Ebû kebşe el-Emmârî peygamber efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Muhakkak ki dünya dört kişiye verilmiştir:
a. Allah'ın kendisine hem mal, hem de ilim verdiği bir kula...
Bu kul malı hususunda Rabb'inden korkmakta (O'nun haklarını gözetip yerine getirmekte), akrabalık bağlarını
(n gereklerini) yerine getirmekte ve o malda Allah'ın hakkının da var olduğunu bilmekte
(ve gereğini yerine getirmekte) dir. İşte bu, mertebelerin en güzelidir.
b. Allah'ın kendisine mal vermeyip, sadece ilim verdiği bir kula...
Bu kul şöyle demektedir:
"Eğer benim de malım olsaydı, falan (mal sahibi) nin
yaptığı (iyi amelleri) ben de yapacaktım."
Şüphesiz ki bu kul niyetine
göredir. Ve ikisinin de mükâfatı eşit olacaktır.
c. Allah'ın kendisine ilim vermeyip, mal verdiği bir kula...
Bu kul malı hususunda Rabb'inden korkmamakta, akrabalık bağlarını gözetmemekte ve Allah'ın o maldaki hakkını bilmeyip (gereğini yerine getirmemektedir). İşte mertebelerin en kötüsü Allah katında budur.
d. Allah'ın kendisine mal da ilim
de vermediği bir kul...
Bu kul şöyle der:
"Eğer benim de malım olsaydı,
falanın (mal sahibi) yaptığı (kötü) işleri ben de yapardım."
İşte bu kul da niyetine göre
(muamele bulacak) tır. Ve onların her ikisi de vebal de eşit olacaklardır."
(Tirmizî, 2325; İbni Mâce, 4228; Ahmed, 4/231.)
Görüldüğü gibi peygamber efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) bu hadisi şeriflerde, bir fiili yapan ile, o fiili yapmaya
niyet eden, ancak bu hususta sözden başka bir şeye göç yetirmeyenin eşit
olduklarını haber vermektedir. Zira bu ikincisi de hem niyet etmiş, hem de bu
hususta gücünün yettiği her şeyi tam olarak yerine getirmiştir.
Aynı şekilde niyet etmekle beraber söz söyleyen
maktul de böyledir.
Aynı şekilde kılıcını çeken ve onunla Müslüman
kardeşini öldürmeyi niyet eden, fakat kendisi öldürülen maktul de, öldüren gibi
kabul edilir; zira o da hem tam niyet etmiş, hem de niyetle beraber gücünün
yettiği şey olan Müslüman kardeşini öldürmeye çalışmış ve bunun için hareket
etmiştir.
Aynı mânâda peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Her kim bir hayır yolunu gösterirse, onu yapanın mükâfatı gibi ecir alır."
(Müslim, 1893.)
Zira bu da hayır yolunu göstermesi ve niyeti ile, o hayrı yapan gibi kabul edilir.
Yine şöyle buyurur:
"Herkim hidâyete davet ederse, ona tabî olanların oldukları mükâfat kadar ecir alır." (Müslim, 2674.)
Aynı şekilde her kim de delâlete davet ederse, ona tabî olanların
günahları kadar günah da ona yazılır. Bu, her ikisinin de niyeti ve onunla beraber güç yetirdikleri fiil olan davetlerinden dolayı böyledir.
Aynı şekilde bir hadisi şerifte açık bir şekilde vârid olduğu gibi cemâatle namaz kılmak için mescide gelen, fakat cemâatle namaz kılınmış olduğunu gören ve tek başına namaz kılan kimseye de, niyeti ve sa'yinden
dolayı cemaat namazının ecrî verilir. (Ebû Dâvûd, 564.)
Aynı şekilde gece namazı virdi olan ve kalkmak
niyetiyle uyuyan, ancak uykusu kendisine galip gelen ve kalkamayan kimseye de,
devamlı kıldığı namazını kalmış gibi ecir verilir ve uykusu da onun için sadaka
yerine geçer. (Müslim, 1313.)
Hasta olan ve yolculuğa çıkanlarda bu şekildedir. Bunların önceden devamlı yaptıkları bir amelleri olur da, hastalık ve yolculuk o ameli yapmaktan kendilerini alıkoyuyorsa; sıhhatli veya mukim iken yaptıkları amellerin mükâfatı hastalık ve yolculuk esnasında da kendileri için yazılır.
Aynı şekilde:
"Samimi bir şekilde Allah'tan şehitlik isteyen bir kimseyi, yatağında ölse bile Allah sübhanehû ve Teâlâ
onu şehitlerin mertebelerine çıkarır." (Müslim, 1909.)
Bu gibi hadisi şerifler pek çoktur.
Özürlü olup, cihad etme niyetinde olmayan insanlardır. Bunlar, cihada çıkma hususunda kesin bir niyete sahip değillerdir. İşte bu kimselerle, Allah yolunda cihat edenler asla eşit olmazlar. Bilakis bunlar mazur bile olsalar, yine de Allah mücahidleri onlara üstün kılmıştır. Zira birinci kısımdakilerde olduğu gibi, bunların da tam bir fail gibi kabul edilmelerini gerektiren tam ve kesin bir niyet yoktur onlarda.
Nitekim Osman b. Maz'un'un rivayet ettiği bir hadisi şerifte peygamber efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah onun ecrini,
niyeti miktarıyla verecektir."
(Ebû Dâvûd, 3111; Nesei, 4/13-14; İbni Mâce, 2803; Ahmed, 5/446.)
İşte özürlü kimseler hakkında bu tafsilat olduğu
içindir ki, bunlar ne mutlak olarak mücahitlerle eşit kabul edilebilirler, ne de
mutlak olarak eşitlik onlardan nefyedilebilir.
Elhâsıl:
Burada bizim maksadımız ahirette insanların tabakalarından bahsetmektir.
Cihad ve mücahidlerle alakalı olan ve onların faziletini anlatan delil ve naslara gelince, bunlar burada zikredilemeyecek
kadar çoktur.
Allah'ın izniyle bunun hacminde bir kitapta bu delil ve nasları dercetme niyetindeyiz. İşte bu üç derece, yarışmada öne geçme dereceleridir. Yâni,
- "İlim",
- "Adalet" ve
- "Cihad"
dereceleri...
İşte sahabeler bunlar sebebiyle öne geçmişler, kendilerinden öncekilere ulaşmışlar, sonra gelenleri geride bırakmışlar, çok uzak zamanlara hâkîm olmuşlar ve en yüce yarış ödüllerini elde etmişlerdir.
Aynı zamanda İslâmın bize kadar ulaşmasının, her
türlü hayır ve doğruluğun öğretilme sebebi; saadet ve kurtuluşun elde edilme
sebebi de onlardır.
Onlar, üstlendikleri her türlü hususta ümmetin en
adaletlileri, Allah yolunda en çok cihad edenleri idiler.
Kıyamet gününe kadar ümmet, onların ilim, adalet ve
cihad yollarını sürdürecektir.
Ümmetten herhangi birisinin faydalı herhangi bir
ilmi meseleyi elde etmesi, ancak onlar kanalıyla ve onların eliyle mümkündür.
Yeryüzünün herhangi bir yerinde ümmetten birinin
güvenli bir şekilde durması, ancak onların cihadı ve fetihleri sayesinde mümkün
olabilmiştir.
Herhangi bir yönetici veya hâkimin adalet ve
hidâyete uyarak hüküm verme yüceliğini elde etmesi, yine onlar sebebiyle
olmuştur.
Kılıçla beldeleri, imânla fetheden; adaletle
beldeleri, ilim ve hidâyetle kalpleri imâr edenler onlardı.
Hiç şüphesiz ki onlar için, kendilerinin yapmış
oldukları amellerin ecirleri yanında; kıyamete kadar bütün ümmetin elde edeceği
ecir kadar mükâfat vardır. Fazlı keremini ve rahmetini dilediği kimselere
bahşeden Allah, bütün noksanlıklardan münezzehtir.
Muhakkak ki onların bu kadar yüce bir dereceyi elde etmeleri,
"ilim", "cihad" ve "adaletle" hükmetmeleri sebebiyle gerçekleşmiştir.
İşte bu üç mertebe, Allah'ın kullarından dilediği kimselere bahşettiği öne geçme mertebeleridir.
|