بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Altıncı Örnek: Korkmak'tır

 

Ebu'l Abbas dedi ki:

"Korkmak, emniyet huzurundan sıyrılmak, tehdit nidasına karşı teyakkuz halinde bulunmak ve cezaya maruz kalmaktan endişe duymaktır. Bu makamda âvâm'ın derecelerindendir.

Havas'ın dereceleri arasında korku mertebesi yoktur. Çünkü, gafil olan için emniyet yoktur. Çünkü o, mevlasına kendi nazarında yalnızlık, zikredildiğinde de - onunla- ünsiyetten uzak bir şekilde ibadet eder.

"Zalimlerin yaptıklarından dolayı korktuklarını görürsün. Korktuklarıda başlarına gelecektir." (Şura, 22)

İhtisas ehli Hâvâs'a gelince onlar, onun tehdidini vaad (ödül), onun için azap görmeyi azb (tatlı) tas alınan bir durum) olarak telakki ettiler. Çünkü onlar azabın içinde azab edeni, imtihanın içinde imtihan edeni müşahede ettiler. Bundan dolayı da müşahede ettiklerin yanında gördükleri acıyı tatlı buldular.

Onlardan biri şöyle demekte:

Aşkta duyduğum acı benim afiyetimdir. Sevgide varlığımda yok olmamdır. Sizin razı olacağınız bir azabı yaşamak Ağzımda nimetlerden çok daha tatlıdır.

Müşahede aleminde dalmış olan ünsiyet kilimi üzerine konaklar. Onun alanında korkunun vereceği bir elem yoktur. Çünkü "müşahede" ünsiyeti (huzuru- korku ise daralmayı gerektirir."

Sonra dayak yiyen bir adamın hikayesini anlatır. Bu kimseye yüz kırbaç vurulur ancak sevdiği onu gördüğü için acı duymaz. Fakat sevdiği gözünün önünden kaybolunca yediği bir kırbaçla bağırmaya başlar.

Diyor ki:

"Allah'u Teala'nın: "Kafirlere şiddetli bir azap vardır" (Şura, 26) buyruğu hakkında şu da söylenmiştir.

Bu ifadenin mefhumu muhalifi; müminlere de bir azap vardır ancak şiddetli değildir. Kafirlerin azabının şiddetli olmasının sebebi kendilerine azab eden zâtı müşahede etmemeleridir. Azabı azab eden zâtı müşahede ederek çekmek azab (tatlı)dır. Mu'ti' (veren; Allah )'nin gaflette olana sevap vermesi zordur. Bundan dolayı korkmak- korku: avâm'ın mertebelerindendir."

 

Bu zikrettiklerine dair izah birkaç açıdan olacaktır.

 

Birincisi; Korkmak, saliklerin makamlarının medarı olan, -iman ve ihsanın-üç esasından biridir. Bu üç esas:

1 - korkmak (havf),

2 - reca (umut) ve

3 - muhabbet (sevgi)dir.

Nitekim Allahu Teala şu buyruğunda bunları zikretmiştir.

"Deki: Allah'tan başka ilah diye iddia ettiğiniz şeyleri çağırın (onlardan isteyen) onlar, ne sizi uğradığınız zarardan kurtarabilirler, ne de o zararı sizden uzaklaştırabilirler. Onların taptıkları da Rablerine bir yol (vesile) arar, her biri Allah'a daha çok yaklaşmak için çalışır. O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Elbette Rabbinin azabı korkulan bir azaptır" (İsra 56-57)

Allah'u Teala bu ayette üç makamı da bir arada zikretmiştir.

Çünkü vesile (yol) aramak ona, sevgisiyle ve onun sevdiği amelleri yapmakla yaklaşmıştır. Ardından buyuruyor ki:

"Rahmetini umarlar ve azabından korkarlar"

Böylece de korkmayı ve reca (umudu)'yı zikretmiştir. Manası da şudur:

"Allah'tan başka çağırdığınız (dua ettiğiniz veya bir şeyler istediğiniz) melekler, peygamberler ve Salih kimseler, Rablerine yaklaşmaya çalışırlar ve ondan korkar ve (rahmetini) umarlar. Siz onun kulları olduğunuz gibi onlar, da onun kullarıdır. Siz de onlar da onun kullarıyken ne diye onlara ibadet ediyorsunuz."

Allahu Teala ayrıca şu buyruğunda kendisinden korkmayı emretmiştir.

"Onlardan korkmayın, benden korkun..eğer iman ediyorsanız" (Âli İmran, 175)

Ondan (c.c.) korkmayı imanın tahakkuku için şart koşmuştur. Şayet şart (kipi) siğa itibariyle iman üzerine gelmişse de yine mana da şart koşulan hususun kendisidir. "Korkmak" da onun meydana gelmesi ve gerçekleşmesi için bir şarttır. Çünkü iman, onun neticesinde hasıl olan "korkma" nın sebebidir. Sonuç'un hasıl olması sebebin gerçekleşmesi için de şarttır. Nitekim sebebin varlığı da sonucun meydana gelmesini gerektirir. Korkunun olmaması halinde imanında yok olacağının ifade edilmesi "şartın olmaması halinde maşrutun yok olması" gibidir. İman olmayınca korkmanın da olmayacağı "illet olmayınca malulün da olmayacağı" meselesi gibidir. Bunu iyice düşün!

Buna göre manası şöyledir:

"Eğer iman ediyorsanız benden korkun."

Sibeveyh ve ashabına göre şartın cezası mahfuz ilk gelen cümleyle ona delalet edilmiştir. Kufeli'lerin mezhebine göre ise, mütekaddim olsa da şartın cezası odur.

Her iki yoruma göre de:

Şart edatı korkmayı gerekli kılan sebebe girmiştir- bu sebep de -imandır. "İman" ve "korku" dan her biri de diğerini gerekli kılmaktır. Ama bu gereklilik farklıdır. Bunlardan her biri de diğerinin yok olmasıyla yok olmaktadır. Fakat yok olma yönleri -biraz önce izah ettiğimiz gibi-farklıdır.

Sonuç şudur:

Korkmak imanın gereklerinden biridir bu yüzden ondan ayrı olamaz.

Yine Allahu Teala şöyle buyuruyor:

"İnsanlardan korkmayın: Benden korkun!" (Maide 44)

Ayrıca Allah'u Teala kendisine en yakın kullarını "kendisinden korkmakla" övmüştür.

Peygamberlerini övdükten sonra onlar hakkında şöyle buyurmuştur.

"Onlar hayırlı (işlerde) yarışıyor ve bize rağbet (umut) ve rahbet (korku) ile dua ediyorlardı" (Enbiya, 90)

"Rağbet"; reca (umut)tur. "Rahbet" ise; korkutur.

Azabından emin kıldığı melekleri hakkında da şöyle buyurmuştur:

"Üstlerindeki Rablerinden her zaman korkarlar ve kendilerine emrolunanı yaparlar" (Nahl, 50)

Buhari'nin rivayet ettiği hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak ki, aranızda Allah'ı en iyi bilen benim. Ondan en çok korkan da benim" (Buhari, Feth'ul-bâri 10/5/3, Müslim 2356)

Bir başka lafızda da:

"Aranızda Allah'tan en çok korkan benim, neyin daha takva olduğunu da bilen benim" (Buhari, Fethul-bâri 11/104)

Ayrıca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kılarken göğsünden ağlamaktan dolayı kaynayan tencereden çıkan ses gibi -ses gelirdi. (Ebu Davud 904,nesâi 3/13. Ahmed 4/25)

Yine Allah'u Teala şöyle buyurmuştur:

"Kullar arasında Allah'tan ancak alimler korkar" (Fatır, 28).

Kul Allah'ı daha iyi bildikçe ondan korkusu artar.

İbn Mesud diyor ki:

"ilim olarak Allah'tan korkmak yeter"

Allah'tan korkmanın azlığı ancak kulun Allah'ı bilmesinin eksikliğinden kaynaklanır.

İnsanların en arifi Allah'tan en çok korkandır. Bir kimse Allah'ı biliyorsa ondan hayası, korkusu fazlalaşır, ona duyduğu sevgi de artar. Marifeti artıkça da hayası, korkusu ve sevgisi artar. O açıdan korkmak (Allah'a giden) yolun en yüce konaklarından biridir.

Hâssa'nın korkusu da âmmenin korkusundan daha büyüktür. Onların ona ihtiyacı daha fazladır korkuda onlara layık onlar için gereklidir. Çünkü kul ya istikamet üzeredir veya istikametten sapmıştır şayet istikametten sapmışsa cezadan korkması sapmasından dolayıdır.

İman da ancak bu korku varsa sahih olur. Bu da üç şeyden doğar:

Birincisi: Cinayeti ve cinayetin çirkinliğini bilmesi

İkincisi: Tehdide inanmak ve Allah'ın isyana ceza koymuş olduğunu bilmek

Üçüncüsü: Kişi şunu da bilemez belki de günah işleyecek olsa tevbe etmekten engellenir ve tevbe ile arasına bir mani girer.

İşte bu üç durumla kişi için korku tamamlanır. Korkunun azlığı ve çokluğun bu üç durum kuvvet ve zayıflığıyla alakalıdır. Çünkü günah işlemeye yönlendiren şeyler,

- ya günahın çirkinliğini bilmemesi

- veya kötü akıbetinin farkında olmaması

- ve yahut iki durumu da biliyordur fakat tevbeye güvenmesi onu günah işlemeye sevkeder.

İman ehli olanların çoğunluğunun işlediği günahlar bu kabildendir. Kişi günahın çirkinliğini ve kötü akıbetini bilir kendisine tevbe kapısının da açılmayacağından -bilakis tevbe etmekten engelleneceğinden -korkarsa o zaman korkusu daha da artar. Tabi ki bu günahı işlemeden önceki durumdur. İşleyecek olursa korkusu daha büyük olacaktır.

Özetle söyleyecek olursak; Bir kimsenin kalbinde ahiret ve oradaki cezanın masiyet ve onun için yapılan tehdidin zikri karar kılmışsa -ayrıca Nasuh tevbe yapabileceğine dair kesin teminatı yoksa işte bu kimsenin kalbinde öyle bir korku meydana gelirki tamamen necat bulana kadar ondan ayrılmaz. Allah olunda müstakim bir kimse ise korkusu nefes alıp vermeleriyle beraberdir. Çünkü bu kimse Allah'u Teala'nın kalbleri evirip çevirdiğini iyi bilir.

Şunu da bilir ki, her kalb Rahman'ın iki parmağı arasındadır dilerse onu müstakim kılar dilerse onu kaydırır.

Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yemin ederken çoğunlukla şöyle dediği sabit olmuştur:

"Hayır! Kalbleri evirip çevirene yemin olsun Hayır! Kalbleri evirip çevirene yemin olsun!" (Buhari, Feth'ul-bari 13/337)

Selef alimlerinden bazıları şöyle demiştir:

"Kalp, tencerede kaynamakta olan sudan çok daha değişkendir (dönüp dolaşır). "

Bazıları da şöyle demiştir.

"Kalbin değişkenlikteki hızı, bomboş bir arazi de rüzgarın evirip çevirdiği tüy gibidir."

Bu hususta Allah'ın şu buyruğu da bizim için yeterlidir.

"Şunu da bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer (onunla kalbi arasında engel olur)" (Enfal24)

Durumu böyle olan nasıl karar kılar, ayrıca bu durumda olan korkmayacak da kim korkacak? Bilakis korku ondan ayrılmaz bir durumdur. Arada bir başka durumlardan dolayı bunu unutacak olsa da.

Korku kalbin dolgu maddesidir. Ancak başka şeylerden dolayı gizlenmiştir. Bir şeyin varlığı onu bilmekten farklıdır.

Birinci korku; Vaat ve tehdidi bilmenin semeresidir. Bu korku ise, Allah'ın kudretini, izzetini ve celalini, -O'nun dilediğini yapan, kalbi hareket ettiren, dilediği gibi evirip -çeviren- zat olduğunu bilmenin semeresidir sonucudur.

 

İkinci Vecih:

"Havas ehlinin mertebeleri arasında "korkmak" yoktur sözüdür. Bunu fasit bir görüş olduğu biraz önce beyan ettik. Bilakis havas ehlinin korkusu amme'den çok çok fazladır.

 

Üçüncü Vecih:

"Çünkü akıllı kimse, Rabbine kendi nazarında yalnızlık, zikredilmesi halinde de onunla ünsiyet (huzur bulmak)'tan uzak bir şekilde ibadet eder"

"Zalimlerin... korktuğunu görsün" (Şura 22) sözüne gelince bu yalnızlık ve ürkeklik duygusudur. Bu ise korkudan farklı bir şeydir. Yalnızlık (ıssızlık) aslında korkmamaktan doğar. Korku ise, Allah'a kaçmayı (sığınmayı) ona yönelmeyi ve onunla sükunet (huzur )bulmayı gerektirir.

Bu beraberinde inşirah, itminan, huzur ve muhabbet olan bir korkudur.

Günah işleyerek Allah'tan kaçan kimsenin korkusundan farklıdır. Bu beraberinde yalnızlık ve çekingenlik olan bir korkudur.

Allah'a kaçan (sığınan) kimsenin korkusu inşirah, sükunet ve ünsiyetle doludur asla yalnızlık hissetmez. Yalnızlığı kendi nefsinden bulur. Bu kimsenin iki bakışı vardır:

- Kendi nefsine ve işlediği günaha bakısı bu onu yalnızlık duygusuna iter.

- Diğeri ise, Rabbine, onun kudretine, izzet ve celâline bakışı, bu ise beraberinde inşirah, sükunet ve itminan olan korkuya sevkeder.

 

Dördüncü Vecih:

"zalimlerin yaptıklarından dolayı korktuklarını görürsün. Korktukları da başlarına gelecektir." (Şura 22) Ayetini delil getirmesi sahih bir "istişhad" değildir.

Çünkü bu, onların ahrette azabı gözleriyle gördüklerinde veya ölüm esnasındaki hallerini anlatmaktadır. Bu korku (çekinme) yalnızlık duygusuyla beraberdir. Çünkü o bu azabı gittiğini kesin bilmektedir artık. Aynen cezasını çekmek üzere getirilen ve bunun sebeplerini gören kimse gibidir. O da ondan çekinir çünkü bu azabı kesin çekeceğini bilir. O açıdan bu ayetin emredilen "korkmak" ile bir alakası yoktur.

 

Beşinci Vecih:

- Muhakkak ki korku fiillerle alakalıdır.

- Sevgi ise zat ve sıfatlarla alakalıdır.

Bundan dolayı cennet'te korku biter sevgi ise artar. Sevgi zâtla alakalı bir duygu olduğu için Allah'u Tealanın isimlerinden biri "el-Vedûd" olmuştur.

Buhari sahih'inde diyor ki (el-vedud) el-habib (sevgili) demektir. (Buhari Feth, 8/698)

Korku ise Rabbin filleriyle alakalıdır. Ancak sebebi kulun yaptığı cinayet (işlediği günah) dışında değildir. Her ne kadar cinayet Allah'ın kaderiyle olsa da...

Bu yüzden Ali b. Ebi Talib diyor ki:

"Bir kul Rabb'inden başka kimseye umut bağlamasın, Günahından başka bir şeyden de korkmasın!"

Kulun günahı ve bu günah için tertib edilen cezadır. Bunların hepsi de Rabbin fiilleridir. O açıdan korku zâta bağlı bir durum değildir. 

Sevgi ile arasındaki fark ise, sevginin sebebi kemaldir. Allah'ın zâtı da mutlak kemal sahibidir. Bu da tam sevginin sebebidir.

Korkuya gelince, onun sebebi kötü bir şeyin başa gelmesinden endişe etmektir. Bu da ancak fiillerde hasıl olur.

Böylece:

"Allah'u teala'dan korkulur ancak bunun bir sebebi veya illeti yoktur, bilakis aynen sel gibidir. Kul kendisine nereden geleceğini bilemez" iddiasında bulunanların bu sözlerinin batıl olduğu anlaşılmıştır.

Onlar bu iddialarını şu görüş üzerine bina etmişlerdir:

"Allah'ın sevgisi veya hikmeti yoktur. Sadece meşieti (dileği) ve iradesi vardır. Bir şeyi bir şeye sebep olmaksızın tercih eder. Bu hususta ne bir maslahata ne de bir hikmete riayet eder"

Bunlara göre korku bizzat zâtla alakalıdır, kulun fiiline asla bakılmaz. Korkunun sebebi kendisidir. Çünkü onlara sebep veya hikmet yoktur. Bilakis salt bir iradesi var bununla nimet verir veya az-ab eder. Bu kimselere göre korku, her halükarda kuldan ayrılmaz bir duygudur. İyilik yapsın veya kötülük yapsın. Yaptığı amellerin korkuyla bir ilgisi yoktur.

Bu ise onların Allah'a kemal ve hikmetine dair marifetlerinin azlığından kaynaklanmaktadır.

Kaldı ki bu nerede Emir'ul-müminin Ali (r.a)ın:

"Bir kul Allah'tan başka kimseye umut bağlamasın. Günahından başka bir şeyden de korkmasın!"

Sözü nerede çünkü umudu (recayı) Allah'u Teala'ya bağlamış, çünkü rahmeti zâtının gereğidir ve gazabını geçmiştir. Korku ise günaha bağlıdır. Günah korkmanın sebebidir. Öyleki tamamen günahsızlık diye bir durum takdir edilse o zaman korku da olmayacaktı.

 

Şöyle denilecek olsa:

Meleklerin korkusu nasıl izah edilir. Halbuki onlar korkuya yol açan günahlar işlemekten masumdurlar. Ayrıca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şiddetli korkusu nasıl izah edilir. O da geçmiş gelecek bütün günahlarının affedildiğini biliyordu. Aynı zamanda Allah'a en yakın kuldu!?

Bu soruya dört tane cevap verilmiştir.

Birinci cevap: Bu korku Allah'a yakınlık ve O'nun katındaki makama göredir. Kul da Allah'a yakınlığı arttıkça ondan korkusu artar. Çünkü başkalarından istenmeyen şeyler ondan istenir. O makama ve haklarına riayet etmek için başkalarına vacip olmayan ameller böyle bir kimseye vacip olur.

Bunun günlük hayattan örneği şöyledir. Krallardan birinin önünde duran ve onu gören kimsenin korkusu ondan uzakta yaşayan kimsenin korkusundan çok daha fazladır. Ona yakınlığı, katındaki makamı onu ve haklarını bilmesi kadarıyla.. Ayrıca böyle bir kimseden istenilen hizmet başkalarından istenmez. O açıdan bu kimse uzakta olana göre korkmaya daha layıktır.

Bunu hakkıyla düşünen kimse Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in "ben aranızda Allah'ı en iyi bilenim, ondan en çok korkanım" sözünü anlayacaktır. (Ebu Davud ve başkalarının rivayet etmiş olduğu) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu sözünü de anlar.

Zeyd b. sabit'ten Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Allah'u Teala sema ehline ve yeryüzü ehline azab edecek olsa, onlara azabı asla zulüm olmazdı. Onlara rahmet edecek olursa, rahmeti onlara amellerinden daha hayırlı olacaktır."

Bu ifadeden kasıt (bir çoğunun zannettiği üzere) şu değildir:

Onlara azab edecek olursa kendi mülkünde tasarruf etmiş olur. Kendi mülkünde tasarruf eden de zalim olmaz. Bu ifade övgü içermektedir. Hadiste hak edilmediği halde övgü ifade etmek için söylenmiştir. Çünkü Allah'u Tealanın onların üzerindeki hakkı, onların yaptıklarının kat kat fazlasıdır. Bu yüzden ardından şöyle buyurmuştur:

Onlara rahmet edecek olursa rahmeti onlara amellerinden daha hayırlı olacaktır. Yani onlara rahmeti amelleri miktarınca değildir. Çünkü amelleri rahmetinle karşılamaz. Onların üzerindeki kulluk ve şükür hakkını yerine getirmiş değillerdir. Hal böyleyken onlara azab edecek olsa kendi hakkı için bir azab olacaktır. Bunda da onlara zulmetmiş değildir. Özellikle şu var, kulların amelleri onun nimetlerinden pek azını bile karşılamamakta. Böylece çok olan nimetleri ise şükürleriyle karşılanmış olmaz. Şükürü ve ona gerekli olan hakkını terk ettikleri için onlara azap edecek olursa onlara karşı zalim olmayacaktır.

Şöyle denilecek olsa:

Onlar ibadet ve şükür hususunda güçlerinin yettiğini çabalarsa- bunun dışında kalıp yapılması gereken ibadet ve şükür onların kudreti dahilinde olmayacaktır. O zaman onlara azap etmesi nasıl güzel olur?

Denildi ki: Bunun cevabı iki yönden verilir.

Birincisi: Kul gücünün yettiği her şeyi yapmamakta. Bilakis muhakkak gevşeklik, soğukluk, gaflet ve eringeçlik göstermektedir.

Ayrıca şu da var:

Yerine getirdiği ibadetinde tamı tamına hakkını yerine getirmemekte. Örnek olarak hem zahiren hem batınen ibadeti kamilen yapmak için iclâl, tazim, Allah için nasihat, ibadetin her anında Allah'ı hatırda tutma hususlarında gücünün yettiğini yapmamaktadır. O açıdan ibadet yapılsa da yapılmada da taksiratın olacağı kesindir. Bu sebeple Hz. Ebu Bekir (r.a.) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) den namazında yapabileceği bir duayı öğretmesini istemiş Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

"De ki: Ey Allahım! Ben nefsime öyle çok zulm ettim ki! Günahları da ancak sen bağışlarsın. Beni katından bir mağfiretle bağışla ve bana rahmet et! Muhakkak ki sen Gafur ve Rahimsin?"  (Buhari-Feth 2/317, Müslim 2705, Tirmizi 3531, Nesâi 3/53)

Bu şekilde kendi nefsine zulmettiğini haber vermiş ve bunu yargının vaki ve kesin olduğunu ifade eden ile tekid etmiştir. Ardından bu yargıyı mecaz veya istiare ihtimalini ortadan kaldıracak masdarla pekiştirmiştir. Sonra bunun çok ve birden fazla olduğunu ifade eden "çokluk" la nitelemiştir. Sonrasında da "Benî katından bir mağfiretle bağışla" demiştir. Yani amelim ve çabam mağfirete erişemez. Bilakis amelim bundan çok eksiktir. O senin faziletin ve ihsanının neticesidir. Ne benim yaptıklarımın, ne istiğfarlarımın ne de tevbelerimin!...

Sonra da şöyle demekte: "ve bana rahmet et!" yani tek dayanağım senin rahmetindir, başka bir şey değil. Bana rahmet edersen (felah bulurum) yoksa helak olmam kaçınılmazdır. Akıllı kimse bu duayı ve bu duadaki marifet ve ubudiyet ifadelerini iyi düşünmeli! Duanın zımnından şu da anlaşılır:

"Yani sen bana azap edersen benim hakkımda yine adalet Ben ancak senin mağfiretin ve rahmetinle felah bulur ve kurtulurum."

Bu manayı ifade eden bir başka hadisde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu buyruğudur.

"Sizden hiç birinizi ameli kurtaracak değildir."

Dediler ki:

Seni de mi Ey Allah'ın rasulu? Buyurdu ki:

"Beni de Ancak Allah katından bir rahmet ve lütufla kuşatırsa...(işte o zaman kurtulurum)"  (Buhari-Fethul-bâri 10/127, Müslim 2816, Nesâi 8/121, 122)

Eğer kulun ameli tek başına kurtuluşu sağlamıyorsa... Allah'da onu azaptan korumayacak olsa bile yine onun hakkını zayi etmiş ve ona zulmetmiş olmaz. Çünkü beraberinde kurtuluşunu gerektirecek bir şey yoktur. İşlediği ameller de ona verilen nimetlerinin çok azının şükrünü bile karşılamaz. Hal böyleyken ona azab etse hiç zulmetmiş olur mu? Ona rahmeti de hiç amelinin karşılığı olur mu?

Yaptığı amel de, taksiratına o amele ait olan nasihati tam yapmamasına, amelde olması gereken kâmil huşu, haya, murakabe, sevgi ve canlı bir kalb hususlarındaki noksanlıklara rağmen... Evet bunlara rağmen bu amel hiç o rahmetin bedeli olabilir mi?

İşte bu hususu hakkıyla idrak eden kimse itaatle ilgili amellerin neden istiğfar ile neticelendirildiğini o zaman anlar.

Müslim Sahih'inde Sevban'dan rivayetle Dedi ki:

"Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) namazı selam verip bitirdiğinde üç defa istiğfar getirir ve şöyle derdi:

"Allahım! Muhakkak ki selam sensin. Selamet senin katındandır. Ey yüceliğin ve ihsanın sahibi! Sen."

Allahu Teala buyuruyor ki:

"Onlar geceleri pek az yatarlardı. Seher vaktinde de istiğfar ederlerdi" (Zâriyat 17,18).

Bu ayetlerde Allahu Teala, onların gece namazlarından sonra istiğfar ettiklerini haber vermektedir.

Hasan el-Basri diyor ki:

"Namazı sehere kadar uzattılar. Seher vakti girince de oturup istiğfar (Allahtan mağfiret isteme) etmeye başladılar."

Yine Allah'u Teala Hacc da kullarından, ifada'dan sonra istiğfar etmelerini istemiştir.

"Sonra siz de insanların döndüğü yerden (ifâda ettiği) dönün, Allah'tan mağfiret dileyin. Muhakkak Allah çokça mağfiret edendir. Merhamet edendir." (Bakara 199) buyurmuştur.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de abdest alan kişinin abdestini "tevhid" ve "istiğfarla" bitirmesini meşru kılmış ve şöyle buyurmuştur.

"Allah'tan başka ibadete layık ilah olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve rasulü olduğuna şahitlik ederim. Ey Allahım! Beni tevbe edenlerden ve temizlenenlerden (arınanlardan) kıl!"

Bu ve benzerleri bu durumu en iyi şekilde izah etmektedir. Yani herkes Allah'ın mağfiret ve rahmetine muhtaçtır. Onun rahmeti ve mağfireti olmadan kurtuluşuna asla yol yoktur.

İkinci cevap: Farzedelim kul taatlerinde zahiren ve batınen gücünün yettiği her şeyi yaptı. Ancak Rabbi için yapması gerekenler bunun üstünde ve bundan kat kat fazladır. Kul bundan aciz kalırsa o zaman bunun için hazırlanan ödülü hak etmez.

Yaptıkları da nimetlerin pek azını bile karşılamamakta. Rabbi için yapması gereken amelin mükafatından mahrum kalırsa bu onun için bir azab olur. Allah'da bu mahrumiyetle, ona zulmetmiş olmaz.

Eğer bunların sebeplerini yerine getirmekten aciz ise o zamanda hak etmiş olduğu bir haktan onu mahrum etmiş değil ki o mahrumiyetle ona zulmetmiş olsun. Eğer ona sevab verecek olursa da bu, amelinin erişemeyeceği bir sadak ve ihsandan ibaret olur. Kaldı ki bu sadaka ve ihsan onun amelinden daha hayırlı ve daha çoktur ve amelin de karşılığı değildir.

Birinci sorunun üçüncü cevabı:

Kul, kalpleri dilediği gibi evirip-çevirenin Allahu Teala olduğunu bilirse-ayrıca-Allah'u Teala'nın kişi ile kalbi arasına girdiğini, her gün (an) bir işte olduğunu, dilediğini yaptığını, istediği hükmü verdiğini, dilediğine hidayet ettiğini dilediğini saptırdığını, dilediğini yüceltip dilediğini alçalttığını-bilir ve buna inanırsa; Allah'u Teala'nın onun kalbini çevirmeyeceğinden, onunla kalbi arasına girmeyeceğinden ve istikametten sonra onu kaydırmayacağından nasıl emin olabilir. Nitekim Allah'u Teala mü'min kullarını şu sözlerinden dolayı övmüştür.

"Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi saptırma!" (Ali İmran, 8)

Onun kaydırmasından korkmasalardı "kaydırmaması" için dua etmezlerdi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de bazı dualarında şöyle derdi:

"Ey kalpleri değiştiren Allahım! Kalbimi senin itaatine yönlendir. Ey kalblere sebat veren (Allahım) kalblerimizi dinin üzere sabit kıl."

Tirmizinin rivayetinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

"Beni saptırmandan senin izzetine (güç ve kudretine) sığınırım. Sen Hayy'sın ve ölmeyensin" (Buhari, Fethul-bari; 13/368)

Yaptığı dualardan bazısı da şöyleydi:

"Ey Allahım! Senin gazabından senin rızana sığınıyorum. Senin cezandan senin afiyetine sığmıyorum! Ve senden sana sığınıyorum"

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) rıza sıfatıyla gazap sıfatından, afiyet fiiliyle ceza fiilinden ve iki açıdan ondan ona sığınmıştır.

Ondan (ona) sığınmasında da sanki ilk iki cümlede ifade ettiklerini bir arada söylemek istemiştir. Çünkü ondan ona sığınmak öncesinde geçen cümleye bağlıdır. Buna ek olarak çok değerli bir manası da vardır. O da kemal-i tevhiddir. Yani sığınmak isteyen kişinin kaçındığı ve sığındığı şey Allah'ın meşieti, fiili ve kaderidir. Hüküm veren sadece ve tek O'dur. Eğer kulunun bir kötülüğünü . isterse, kulu o kötülükten ancak O (Allah) korur. O açıdan iki irade kabilinden ondan ona sığınılmış olmaktadır.

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurmak isterse O zararı ondan başkası uzaklaştıramaz" (Enam, 17)

Zararı dokunduran da Onu uzaklaştıranda Allah'dır. Ondan başka ibadete layık ilah yoktur. Kaçış ve firar O'ndan O'nadır.

"Sığınma" da yine O'ndan O'nadır. Nitekim istiare (sığınmak) ondandır.

Muhakkak ki, O'ndan başka rabb, kulun işlerini ondan başka düzenleyen (tedbir eden) yoktur.

Onu hareket ettiren, onu evirip çeviren ve dilediği gibi tasrif eden O'dur.

Dördüncü cevap:

Muhakkak ki kulun zahiri ve Batıni fiillerini yaratan Allah'u Teala'dır. Kalbe imanı, hidayeti, tevbe etme isteğini, inabe (Allah'a yönelme)'yi, ona dönmeyi, sevgiyi, tevekkülü ve bunların zıtlarını yerleştiren de O'dur.

Kul da her an Allah'u Teala'nın kalbine koyacağı bir hidayete ve onu itaati için harekete geçirecek güce muhtaçtır. Bu, Allah'u teala'ya aittir. Onu yaratan ve takdir eden O'dur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yaptığı dualardan birisi de şöyledir:

"Allahım nefsime takvasını ver. Onu arındır, temizle! Onu tezkiye edenlerin en hayırlısı sensin. Onun velisi ve sahibi de sensin!" (Müslim 2722, Nesâi 8/260, Ahmed 4/371)

Husayn b. el-Mûnzire de şöyle demesini öğretmiştir.

"Allahım bana rüşdümü ilham eyle! Beni nefsimin şerrinden koru!"

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in dualarının geneli Rabbinden muvaffakiyet, günahlardan uzak durmak ve onu sevdiği yerler de kullanmak isteklerini içermektedir.

Bir kimsenin hidayeti, ıslahı ve kurtuluş yolları başkasının elindeyse ve o (başkası), onun ve bunların sahibi ise, onu dilediği gibi hareket ettiriyorsa artıca onun hiçbir tasarruf hakkı yoksa... Korkmaya bundan daha müstehak kim olabilir?

Diyelim ki şu an Allah ona hidayet nasib etti, peki ilerde bu hidayetin devam edeceğine ve ona rüşdünü ilham edeceğine dair bir teminat veya bilgisi var mı?

Bu izahlardan da anlaşılmıştır ki mukarreb olan kulların korkusu diğerlerinden daha fazladır. İşte selef alimlerinin imanın yok olmasından korkmaları bu sebeptendir.

Nitekim selef alimlerden bazısı şöyle demiştir:

"Siz günah işlemekten korkuyorsunuz, bense küfre düşmekten korkuyorum."

Ömer b. Hattab (r.a) Huzeyfe'ye şöyle diyordu:

"Allah için sana soruyorum. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sana benim adımı verdi mi? (yani münafıklar arasında) Oda şöyle diyordu: Hayır, Ama senden sonra kimseyi temize çıkarmadın" (Buhari rivayet etmiştir.)

Huzeyfe'nin maksadı şudur:

İnsanların bu hususta bana soru sormalarına kapı açmam. Maksadı senden başka nifaktan kurtulan kimse yoktur değildir.

 

Altıncı Vecih:

"Havass (ehline) gelince onlar, onun tehdidini vaad (ödül), onun için azap görmeyi azb (tad alınan bir durum) olarak telakki ettiler. Bundan dolayı da müşahede ettikleri karşılığında gördükleri (acıyı) tatlı buldular".

Sözüne gelince, bu hususta şöyle denilir:

"Bu sözler nefsin hevalarından ve aşırı ifadelerden bazısıdır. Öyle ki bunları reddetmek gerekir. Allah'ın tehdidini kim ödül yapabilir?

Cezasını sevab, azabını tatlı kim yapabilir?

Bu ifadeler gerçekte azabını ve tehdidini inkar etmekten başka ne olabilir?

Onun azabından daha şiddetli bir azab da var mı?

Allahu Teala buyuruyor ki:

"Ancak Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Hacc 2)

Yine şöyle buyurmakta:

"Artık o gün de onun azabı gibi hiçbir kimse azab edemez. O'nun bağladığı gibi de kimse bağlayamaz" (Fecr 25-26)

Bu husus bütün dinlerde istidlak ihtiyaç duyulmayacak derecede açıktır. Bu görüş vahdeti vücudçu inkarcılara nispet edilen bir görüştür.

Nitekim onlardan biri şöyle demektedir:

Vaadinde sadık olandan başka kimse kalmadı

Hakkın tehdidinin gören gözü artık yoktur.

Şekavet diyarına (cehennem) girecek olsalar onlar

Tad alırlar, orada apaçık nimetler vardır.

Azap diye adlandırılır, tadının uzubetinden (güzelliğinden)

Bu onun kabuğudur, Kabuk da koruyucudur

Huld cennetlerinin nimetleriyle bu aynıdır

Tecelli esnasında aralarında farklılık vardır.

 

Bu sözleri söyleyen Ebul-Abbas'ın çizdiği çizgi de konuşmuştur. Her halde iki söz de aynı kaynaktan beslenmektedir. Bu sözler ise peygamberlerin dininde bilinmesi zaruri olan malumlara, Allah'dan verdikleri haberlere, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in dilinden gelen haberlere tamamen zıttır. Şöyle denilebilir:

Maksadı sizin söyledikleriniz ve sözlerinden anladıklarınız değil. Bilakis maksadları, şudur:

"Eğer Allah kuluna dünyada bela verecek olursa kul Allah'a duyduğu muhabbetten o beladan tad alır ve bunları nimet sayar. Bundan kastı ahiretteki azap değildir."

Eğer bunu söyleyecek olurlarsa denilir ki:

Onun "Havas" için Onun tehdidini ödül telakki ettiler" sözü zikretmiş olduğunuz tevili nefyetmektedir. Çünkü dünyadaki bela tehdidden başka bir şeydir. Yine o korku makamını anlatırken onların korkuyla alakaları yoktur. Onlar azabı tatlı, tehdidi de ödül olarak telakki ederler diyerek Havass'dan korkuyu nefyetmesinde ki (ayrıca her akıllı insanı güldürecek bu hezeyanla delil getirmesindeki) maksadı budur.

Şu var ki, bizler kulun kalbine Allah sevgisi yerleşip bütün hücrelerine hakim olduğunda onun bazen beladan haz duyacağını inkar etmiyoruz. Ancak bu devamlı ve çoğunlukla olan bir şey değildir. Bilakis sevginin ve özlemin coştuğu durumlarda ortaya çıkar.

Böylece acı duygusunu bastırr. Sonra normal tabiatına döner ve yine acı duymaya başlar. Fakat bu durum nerede tehdidi ödül azabı da tatlı görmek nerede? Bu sözleri söyleyen zat hakkındaki en güzel zann şudur...

Kendisi öyle bir sevgi hayal etmişki, sevdiği onu tehdid etse o bunu vaad (ödül) kabul edecek, ona azab edecek olsa o bunu tatlı görecek. Çünkü olanlar sevdiğinin isteğidir. Bu ise fasit bir hayaldir ve insanın içinde kurguladığı bir şeydir.

Yoksa gerçek hayat bu boş hayali yalanlamaktadır. Hatta ona (Allah'ın) azabından en küçük bir şey dokunacak olsa bağırmaya ve imdat demeye başlar. Allah'tan onu affetmesini ve bu azaptan kurtarmasını taleb eder. Allah'ın hikmeti de bu aciz, cahil, hevasına kapılmış ahmak nefisleri küçük bir acı ve elemle aciz bırakmamayı gerektirmektedir.

Böylece o nefisler yalan üzere kurdukları iddialarını ve batıl olan aşırılıklarını anlasınlar. Ortada açık bir örnek var. Sevenlerin efendisi ve Ademoğlunun en üstünü (ona peygamberimiz)'in, Allah'tan, azabından ve belasından istiaze ettiği (sığındığı) afiyet ve affını istediği de Rabbine yaptığı dualardan, yakarış ve zikirlerinden çok açık bilinmektedir. Burada zikrine ihtiyaç duyulmayacak kadar da çok ve meşhurdur.

Sevenlerin efendisinin yaptığında bir örneklik ve önderlik vardır. Ancak bu irade ehlinin çoğunluğu bu aşırılık belasına bulaştı. Aynen kelam ehli gibi onlar da şek-şüphe belasına bulaşmışlardır. Kurtulaşta olan Allah'ın hem bu beladan hem diğer beladan koruduğu kimsedir. Allah bizleri de korusun.     

 

Yedinci Vecih:

Şu sözüdür: "Kafirlerin azabının şiddetli olmasının sebebi şudur: Çünkü onlar onlara azab eden zâtı müşahede etmemektedirler. Mü'minler ise onu görmektedirler. Bu yüzden azapları şiddetli olmamaktadır" 

Hayır durum böyle değildir. Kafirlerin azabının bizzat kendisi çok şiddetlidir. Çünkü işledikleri cürüm çok büyüktür. O da "küfür" dür. Aynı zamanda bu azap devamlıdır ve kesintiye uğramayacaktır.

Günahlarından dolayı azap gören mü'minlere gelince; bunların azabı kafirlerin azabından daha zayıftır. Çünkü azapları günahları sebebiyledir. Bu azabın aynı zamanda sonu vardır. Ayeti kerimede ifade edilmek istenen, müminlere, kafirlerin azabından daha zayıf bir azabın var olduğu hususu değildir. Bilakis ayet sadece kafirlerin göreceği azabı beyan için gelmiştir. Ayetin mefhumu mü'minlerin azap görmeyeceğidir. Yoksa şiddetli olmayan bir azap görecekleri şeklinde değildir.

Allah en iyisini bilir.

 

Sekizinci Vecih:

"hâvâss'ın ise heybeti (saygısı) vardır. Bu ise, korku hususunda işaret edilen en yüksek derecedir. Korku emniyetle zail olur. Emniyetle de kişinin cezadan korkusu sona erer. Cezadan emin olunduğu zaman korkuda ortadan kalkar. Saygı ise hiçbir zaman zail olmaz. Çünkü saygı tazim ve iclal (yüceltme) vasfı itibariyle Allah'ın hakkıdır. Bu istihkak da devamlıdır. Bu duygu ve saygı münacât vakitlerinde mükâşife doğar. Müşahidi de müşahede esnasında korur. Ain (Gören)kimseyi de izzet gücüyle ile korur."

Bazıları şöyle demiştir.

Onu özlerim, görününce,

Saygıdan gözlerimi kaparım.

Korkudan değil, saygı olan

Böylece cemalini korurum.

Sabır içinde de ondan yüzçeviririm

Onu hayal etmeyi umarım.

Bu hususta şunlar söylenebilir:

Acayip olan şudur ki, Allah'ın kitabında emrettiği, onunla kendisine en yakın ve özel olan kullarını-ki bunlar peygamberler, resuller ve meleklerdir- övdüğü husus noksanlık ve de âvâmın mertebelerinden sayılmakta. Sonra kalkılıp, Allah'ın ve peygamberinin zikretmediği hiçbir yerde de övmediği bir husus ele alınıp bu kemal mertebesi kabul edilmekte bu da kullardan hâvâs olanların mertebesi olmakta. "Saygı" nın imanın gereklerinden olduğu Kur'an'ın ve sünnet'in neresinde zikredilmiştir?

Fakat asıl münker, Allah'ın peygamberlerine ve meleklerine vermiş olduğu vasfın noksan, zikretmediği vasfın da tam ve kâmil olmasıdır. Bu "saygı-heybet" diye ifade edilen mana haktır, doğrudur. Ancak bu mana kuran ve sünnette "hetbet" lafzıyla ifade edilmemiştir. Bunun için "iclâl" lafzı kullanılmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu buyruğunda olduğu gibi:

"Muhakkak ki Allah'ı iclal etmekten biri de, Müslüman yaşlıyı, (Kur'an'da) aşırı giymeyen ve ondan uzak durmayan Kuran hafızını ve adil imamı iclal etmektir." (Ebu Davud 4843)

"İclal" tazim etmek demektir, "Heybet" de öyledir. Bu manayı şu izah eder:

 

Dokuzuncu vecih:

"Heybet" (saygı) ve "iclâl" in kula yönelik olması caizdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi şerifte buyurduğu gibi. İbn Abbas Hz. Ömer'den bahsederken şöyle der:

"Heybeti (saygınlığı) o saygı duyulan (çekinilen) biriydi."

"Korku" ise sadece Allah'u tealadan olmalıdır. Allah'u Teala buyuruyor ki:

"İnsanlardan korkmayın benden korkun" (Maide 44)

Yine buyurmaktadır ki:

"Onlardan korkmayın! Benden korkun. Eğer iman ediyorsanız." (Ali İmran 175).

Yine Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayan kişiler imar eder. İşte bunların hidayete ermiş olanlardan olması umulur" (Tevbe 18)

Korkmak, kalbin ubudiyetidir ve Allahtan başkasına olması söz konusu değildir. Buna benzeyen Allah'a karşı zillet, sevgi, yönelme, tevekkül ve reca v.b. kalbin ibadetlerinde olduğu gibi. Buna göre ortak olan (kullar ve Allah arasında) saygıyı ondan yüce ve faziletli kılabilir.

Allah'u Tealanın şu buyruğunu da iyice düşün!:

"Kim Allah'a ve rasülüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na karşı takvalı olursa işte onlar kazananların ta kendileridir" (Nur 52)

İtaati Allah ve rasulü için zikretmiş, korkma ve takvayı ise sadece kendine zikretmiştir.

Yine Allah'u Teala buyuruyor ki:

"Allah'a ve rasülüne iman edesiniz, ona yardım edesiniz ve ona saygı gösteresiniz... diye" (Fetih 9)

Bu ayeti Kerimede de "tevkir" (saygı göstermek, büyük bilmek) ve "taziri" (yardımcı olmak) sadece Rasulullah için zikretmiştir.

Tevkir ise: Saygı ve iclalden kaynaklanan tazimdir. Özü budur.

Buradan da şu sonuç çıkar ki:

"korkmak" "Havas" en yüce mertebelerindendir. Onlar buna başkalarından daha muhtaç bunu diğerlerinden daha hakkıyla yerine getirebilirler.

 

Onuncu Vecih:

Korku emanla (emniyetle) ortadan kalkar. Saygı ise hiçbir zaman zail olmaz.

Denilir ki: Bu doğrudur. Çünkü "korkmak" Cennet'e girmeden önce olur. Cennete girdiklerinde dünyada ve kıyametin çeşitli evrelerinde duydukları korku biter. Yerine eman gelir.

Çünkü onlar azaptan emin olmuşlardır bu yüzden artık azap korkusu onlardan ayrılmıştır. Fakat durumun böyle olması bunun dünyada nakıs bir mertebe (makam) olduğuna delâlet etmez.

Nitekim cihad da en şerefli makamlardandır ve ahirette yükümlülüğü kalkmıştır.

Yine Ğayba iman mutlak manada en yüce makamdır. Bu da ahirette zail olmuş ve her şey ayan-beyan görülmüştür.

Yine namaz hacc, emr-i bil'maruf nehy an'il- münker Allah için canı feda etmek de en şerefli makamlardandır. Ve hepsi cennette zail olmuştur. Ama bu amellerin noksanlığına delalet etmez. Çünkü cennet gayret etme ve amel işleme diyarı değil bilakis nimet ve sevap görme diyarıdır.

 

Onbirinci Vecih:

"Korku" nun Cennet'te zail olmasının sebebi, onun zâta değilde işlenen fiillere bağlı olmasındandır. Allah'da onları korktukları şeyden emin kılmıştır. Onlar korkacakları ameller işlemekten, rablerinin onlara korkacakları bir muamelede bulunmasından emin olmuşlardır.

Fakat korku dünyada onlar için faydalı bir husustu. Tam emniyete korku sayesinde ulaşmışlardır. Çünkü Allah'u Teala bir kuluna iki korkuyu yaşatmaz. Dünyada Allah'tan korkan kimse kıyamet gününde O'ndan emin olur. Dünyada O'ndan emin olup korkmayan ise ahirette korkacaktır. Meyvesi mutlak ve daim olan bir makam şeref ve faziletin zirvesidir.

 

Onikinci Vecih:

İclal, saygı ve tazimin zail olmamasının sebebi bu hususların zâtın kendisine yönelik ameller olmasındandır. O nimet diyarında da mevcuttur. "Korku" nun zail olmasının sebebi ise; korku ubudiyeti ve emrolunan hususları hakkıyla yerine getirmeye bir vesiledir.

Gaye hasıl olunca vesile ortadan kalkar. Ğâyenin hasıl olmasıyla vesilenin zail olması onun noksan (bir makam) olduğuna delalet etmez. Kul o gaye olmadan kemale eremiyorsa ona götüren vesile de böyledir.

 

Onüçüncü vecih:

"Bu duygu ve saygı münacat vakitlerinde mükaşife doğar. Müşahede esnasında müşahede eden zâtı korur. İzzet gücüyle muayin (gören)i muhafaza eder."

Burada şu denilir:

Şüphe yok ki tazim ve iclalden yoksun sevgi ve ünsiyet nefsi rahat olmaya iter. Onu batıl bir takım iddialarda bulunmaya boş umutlara ve aşırılıklara ayrıca edepsizlik ve sevgi hususunda aşın gitmeye yönlendirir.

Sevgiye, sevilene duyulan saygı, tazim, iclal eklenirse sevdiğinin celâline ve sultanının büyüklüğüne de şahit olursa işte o zaman nefsi kırılır, azameti karşılığında zelil olur, izzeti karşılığında huzur duyar, celâli önünde küçülür. O zaman da, nefsin hevalarından ahmaklıklarından, batıl iddialarından ve boş umutlarından arınır.

Bu yüzden Hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur:

"Allah'u Teala şöyle buyurur: "Benim celâlim için birbirini sevenler nerede. Bugün onları gölgemde gölgelendireceğim. Bu gün benim gölgemden başka gölge yoktur. (Müslim 2566) şöyle demiştir:

"Benim celâlim için birbirini sevenler nerede" bu onun celali, tazimi ve saygısı dolayısıyla olan bir sevgidir. Sadece cemalinden dolayı duyulan bir sevgi değildir. Çünkü Allahu Teala hem celil (yüce) hem de cemîl (güzel)dir.

Bu iki vasfı müşahede etmekten doğan sevgi faydalı olan ve onların kıyamet gününde arşının gölgesinde olmalarını sağlayan sevgidir.

Tek başına celâl, korku ve inkisar gerektirir.

Tek başına cemâli müşahede etmek de biraz rahatlık, izlâl ve aşırılık bulaşmış sevgiyi gerektirir.

İki vasfı bir arada müşahede etmek de tazim, iclâl ve saygı karışmış bir sevgi doğurur. İşte kulun kemalinin zirvesi budur.

Allah en iyisini bilir.

Bu makamda bu üç beyiti söylemesi çirkinliğin zirvesidir...

Çünkü (şiirde) seven kişi sevdiğinden korkmadığını, murakebesine karşılık da sabırlılığını göstermek için ondan yüz çevirdiğini söylemektedir.

Bu sevgi hususunda çirkin bir davranıştır. Çünkü; sevilene karşı boyun eğme, ona yaranmaya çalışma, duygularını kendine çekmeye gayret etme sabırlı olduğunu göstermekten evladır.

Şiirde denildiği gibi:

Sevdiğine karşı boyun eğ ve zillet duy çünkü yoktur.

Sevgi kanununda burun büyütüp, kibirlenmek.

Sonrasında da (şair) onun hayalini umduğunu söylemektedir. Yani sevdiğinden payını almak istemekte, sevdiğinin ondan istediğini değil.

Bu yüzden bu adam kendini sevmektedir. Sevdiğinin hayalini kendi amacının gerçekleşmesi için bir vesile olarak görmüştür. Ona duyduğu sevgi vesilelere duyduğu sevgi kabilindendir. Sevdiğini şahsından (zâtından) dolayı seven kimsenin tersine. Çünkü kendisinin sevdiğinden istediği şeyi bırakıp sevdiğinin istediğini amaç edinmiştir. Böylece sevdiğinin amacı kendi amacı haline gelmiştir. Bununla maksatta birlik meydana gelmiştir. Yoksa irade ve mürid (isteyen) de değil.

Tabi bu izahlar sevenin sabrı ona karşı dayanıklılığın ifadesi ise böyledir. Fakat sabrı sevdiğine karşı değilde, başkalarının korkusundan doğan bir dayanıklılık ise o zaman o, sevgisi zayıf biridir. Çünkü artı bir durum var oda sevdiğine karşı değil de başkalarına karşı.. Halbuki sevgi kalbini doldurmalı değil miydi? Öyle ki dışardan hiç kimseyi gözetmesin.

Nitekim şiirde şöyle denilmiştir:

Başkasına kalbinde pay bırakan kimse varsın olmasın!

Bununla kınayıcılar kınamaya yol bulurlar.

Özetle onun istişhad ettiği beyitlerin manası eksiktir ve delil olmaya uygun değildir.

Allah en iyisini bilir.

 

İÇİNDEKİLER

4. Bölüm