Beşinci Vecih:
- Muhakkak ki korku fiillerle alakalıdır.
- Sevgi ise zat ve sıfatlarla alakalıdır.
Bundan dolayı cennet'te korku biter sevgi ise artar. Sevgi zâtla alakalı bir duygu olduğu için Allah'u Tealanın isimlerinden biri
"el-Vedûd" olmuştur.
Buhari sahih'inde diyor ki (el-vedud) el-habib
(sevgili) demektir.
(Buhari Feth, 8/698)
Korku ise Rabbin filleriyle alakalıdır. Ancak sebebi kulun yaptığı cinayet (işlediği günah) dışında değildir. Her ne kadar cinayet Allah'ın kaderiyle olsa da...
Bu yüzden Ali b. Ebi Talib diyor ki:
"Bir kul Rabb'inden başka kimseye umut bağlamasın, Günahından başka bir şeyden de korkmasın!"
Kulun günahı ve bu günah için tertib edilen cezadır. Bunların hepsi de Rabbin fiilleridir. O açıdan korku zâta bağlı bir durum değildir.
Sevgi ile arasındaki fark ise, sevginin sebebi kemaldir. Allah'ın zâtı da mutlak kemal sahibidir. Bu da tam sevginin sebebidir.
Korkuya gelince, onun sebebi kötü bir şeyin başa gelmesinden endişe etmektir. Bu da ancak fiillerde hasıl olur.
Böylece:
"Allah'u teala'dan korkulur ancak bunun bir sebebi veya illeti yoktur, bilakis aynen sel gibidir. Kul kendisine nereden geleceğini bilemez" iddiasında bulunanların bu sözlerinin batıl olduğu anlaşılmıştır.
Onlar bu iddialarını şu görüş üzerine bina etmişlerdir:
"Allah'ın sevgisi veya hikmeti yoktur. Sadece meşieti (dileği) ve iradesi vardır. Bir şeyi bir şeye sebep olmaksızın tercih eder. Bu hususta ne bir maslahata ne de bir hikmete riayet eder"
Bunlara göre korku bizzat zâtla alakalıdır, kulun fiiline asla bakılmaz. Korkunun sebebi kendisidir. Çünkü onlara sebep veya hikmet yoktur. Bilakis salt bir iradesi var bununla nimet verir veya az-ab eder. Bu kimselere göre korku, her halükarda kuldan ayrılmaz bir duygudur. İyilik yapsın veya kötülük yapsın. Yaptığı amellerin korkuyla bir ilgisi yoktur.
Bu ise onların Allah'a kemal ve hikmetine dair marifetlerinin azlığından kaynaklanmaktadır.
Kaldı ki bu nerede Emir'ul-müminin Ali (r.a)ın:
"Bir kul Allah'tan başka kimseye umut bağlamasın. Günahından başka bir şeyden de korkmasın!"
Sözü nerede çünkü umudu (recayı) Allah'u Teala'ya bağlamış, çünkü rahmeti zâtının gereğidir ve gazabını geçmiştir. Korku ise günaha bağlıdır. Günah korkmanın sebebidir. Öyleki tamamen günahsızlık diye bir durum takdir edilse o zaman korku da olmayacaktı.
Şöyle denilecek olsa:
Meleklerin korkusu nasıl izah edilir. Halbuki onlar korkuya yol açan günahlar işlemekten masumdurlar. Ayrıca Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in şiddetli korkusu nasıl izah edilir. O da geçmiş
gelecek bütün günahlarının affedildiğini biliyordu. Aynı zamanda Allah'a en
yakın kuldu!?
Bu soruya dört tane cevap
verilmiştir.
Birinci cevap: Bu korku Allah'a yakınlık ve O'nun katındaki makama
göredir. Kul da Allah'a yakınlığı arttıkça ondan korkusu artar. Çünkü
başkalarından istenmeyen şeyler ondan istenir. O makama ve haklarına riayet
etmek için başkalarına vacip olmayan ameller böyle bir kimseye vacip olur.
Bunun günlük hayattan örneği şöyledir. Krallardan
birinin önünde duran ve onu gören kimsenin korkusu ondan uzakta yaşayan kimsenin
korkusundan çok daha fazladır. Ona yakınlığı, katındaki makamı onu ve haklarını
bilmesi kadarıyla.. Ayrıca böyle bir kimseden istenilen hizmet başkalarından istenmez. O açıdan bu kimse uzakta olana göre korkmaya daha layıktır.
Bunu hakkıyla düşünen kimse Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in "ben aranızda Allah'ı en iyi bilenim, ondan en çok korkanım"
sözünü anlayacaktır. (Ebu Davud ve başkalarının rivayet etmiş olduğu) Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in şu sözünü de anlar.
Zeyd b. sabit'ten Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Allah'u Teala sema ehline ve yeryüzü ehline azab edecek olsa, onlara azabı asla zulüm olmazdı. Onlara rahmet edecek olursa, rahmeti onlara amellerinden daha hayırlı olacaktır."
Bu ifadeden kasıt (bir çoğunun zannettiği üzere) şu değildir:
Onlara azab edecek olursa kendi mülkünde tasarruf etmiş olur. Kendi mülkünde tasarruf eden de zalim olmaz. Bu ifade övgü içermektedir. Hadiste hak edilmediği halde övgü ifade etmek için söylenmiştir. Çünkü Allah'u
Tealanın onların üzerindeki hakkı, onların yaptıklarının kat kat fazlasıdır. Bu yüzden ardından şöyle buyurmuştur:
Onlara rahmet edecek olursa rahmeti onlara amellerinden daha hayırlı olacaktır. Yani onlara rahmeti amelleri miktarınca değildir. Çünkü amelleri rahmetinle karşılamaz. Onların üzerindeki kulluk ve şükür hakkını yerine getirmiş değillerdir. Hal böyleyken onlara azab edecek olsa kendi hakkı için bir azab olacaktır. Bunda da onlara zulmetmiş değildir. Özellikle şu var, kulların amelleri onun nimetlerinden pek azını bile karşılamamakta. Böylece çok olan nimetleri ise şükürleriyle karşılanmış olmaz. Şükürü ve ona gerekli olan hakkını terk ettikleri için onlara azap edecek olursa onlara karşı zalim olmayacaktır.
Şöyle denilecek olsa:
Onlar ibadet ve şükür hususunda güçlerinin yettiğini
çabalarsa- bunun dışında kalıp yapılması gereken ibadet ve şükür onların kudreti
dahilinde olmayacaktır. O zaman onlara azap etmesi nasıl güzel olur?
Denildi ki: Bunun cevabı iki yönden verilir.
Birincisi: Kul gücünün yettiği her şeyi yapmamakta. Bilakis muhakkak gevşeklik, soğukluk, gaflet ve eringeçlik göstermektedir.
Ayrıca şu da var:
Yerine getirdiği ibadetinde tamı tamına hakkını yerine getirmemekte. Örnek olarak hem zahiren hem batınen ibadeti kamilen yapmak için iclâl, tazim, Allah için nasihat, ibadetin her anında Allah'ı hatırda tutma hususlarında gücünün yettiğini yapmamaktadır. O açıdan ibadet yapılsa da yapılmada da taksiratın olacağı kesindir. Bu sebeple Hz. Ebu Bekir (r.a.) Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) den namazında yapabileceği bir duayı öğretmesini istemiş Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ey Allahım! Ben nefsime öyle çok zulm ettim ki! Günahları da ancak sen bağışlarsın. Beni katından bir mağfiretle bağışla ve bana rahmet et! Muhakkak ki sen Gafur ve Rahimsin?"
(Buhari-Feth 2/317, Müslim 2705, Tirmizi 3531, Nesâi 3/53)
Bu şekilde kendi nefsine zulmettiğini haber vermiş ve bunu yargının vaki ve kesin olduğunu ifade eden ile tekid etmiştir. Ardından bu yargıyı mecaz veya istiare ihtimalini ortadan kaldıracak masdarla pekiştirmiştir. Sonra bunun çok ve birden fazla olduğunu ifade eden "çokluk" la nitelemiştir. Sonrasında da
"Benî katından bir mağfiretle bağışla" demiştir. Yani amelim ve çabam mağfirete erişemez. Bilakis amelim bundan çok eksiktir. O senin faziletin ve ihsanının neticesidir. Ne benim yaptıklarımın, ne istiğfarlarımın ne de tevbelerimin!...
Sonra da şöyle demekte: "ve bana rahmet et!"
yani tek dayanağım senin rahmetindir, başka bir şey değil. Bana rahmet
edersen (felah bulurum) yoksa helak olmam kaçınılmazdır. Akıllı kimse bu duayı
ve bu duadaki marifet ve ubudiyet ifadelerini iyi düşünmeli! Duanın zımnından şu
da anlaşılır:
"Yani sen bana azap edersen benim hakkımda yine
adalet Ben ancak senin mağfiretin ve rahmetinle felah bulur ve kurtulurum."
Bu manayı ifade eden bir başka hadisde Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in şu buyruğudur.
"Sizden hiç birinizi ameli kurtaracak değildir."
Dediler ki:
Seni de mi Ey Allah'ın rasulu? Buyurdu ki:
"Beni de Ancak Allah
katından bir rahmet ve lütufla kuşatırsa...(işte o zaman kurtulurum)"
(Buhari-Fethul-bâri 10/127, Müslim 2816, Nesâi 8/121, 122)
Eğer kulun ameli tek başına kurtuluşu
sağlamıyorsa... Allah'da onu azaptan korumayacak olsa bile yine onun hakkını zayi etmiş ve ona zulmetmiş olmaz. Çünkü beraberinde kurtuluşunu gerektirecek bir şey yoktur. İşlediği ameller de ona verilen nimetlerinin çok azının şükrünü bile karşılamaz. Hal böyleyken ona azab etse hiç zulmetmiş olur mu? Ona rahmeti de hiç amelinin karşılığı olur mu?
Yaptığı amel de, taksiratına o amele ait olan nasihati tam yapmamasına, amelde olması gereken kâmil huşu, haya, murakabe, sevgi ve canlı bir kalb hususlarındaki noksanlıklara rağmen... Evet bunlara rağmen bu amel hiç o rahmetin bedeli olabilir mi?
İşte bu hususu hakkıyla idrak eden kimse itaatle ilgili amellerin neden istiğfar ile neticelendirildiğini o zaman anlar.
Müslim Sahih'inde Sevban'dan rivayetle Dedi ki:
"Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) namazı selam verip bitirdiğinde üç defa istiğfar getirir ve şöyle derdi:
"Allahım! Muhakkak ki selam sensin. Selamet senin katındandır. Ey yüceliğin ve ihsanın sahibi! Sen."
Allahu Teala buyuruyor ki:
"Onlar geceleri pek az yatarlardı. Seher vaktinde de istiğfar ederlerdi"
(Zâriyat 17,18).
Bu ayetlerde Allahu Teala, onların gece namazlarından sonra istiğfar ettiklerini haber vermektedir.
Hasan el-Basri diyor ki:
"Namazı sehere kadar uzattılar. Seher vakti girince de oturup istiğfar (Allahtan mağfiret isteme) etmeye başladılar."
Yine Allah'u Teala Hacc da kullarından, ifada'dan sonra istiğfar etmelerini istemiştir.
"Sonra siz de insanların döndüğü yerden (ifâda ettiği) dönün, Allah'tan mağfiret dileyin. Muhakkak Allah çokça mağfiret edendir. Merhamet edendir."
(Bakara 199) buyurmuştur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de abdest alan kişinin abdestini
"tevhid" ve "istiğfarla" bitirmesini meşru kılmış ve şöyle buyurmuştur.
"Allah'tan başka ibadete
layık ilah olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve rasulü olduğuna şahitlik ederim. Ey Allahım! Beni tevbe
edenlerden ve temizlenenlerden (arınanlardan) kıl!"
Bu ve benzerleri bu durumu en iyi şekilde izah etmektedir. Yani herkes Allah'ın mağfiret ve rahmetine muhtaçtır. Onun rahmeti ve mağfireti olmadan kurtuluşuna asla yol yoktur.
İkinci cevap: Farzedelim kul taatlerinde zahiren ve batınen gücünün yettiği her şeyi yaptı. Ancak Rabbi için yapması gerekenler bunun üstünde ve bundan kat kat fazladır. Kul bundan aciz kalırsa o zaman bunun için hazırlanan ödülü hak etmez.
Yaptıkları da nimetlerin pek azını bile karşılamamakta. Rabbi için yapması gereken amelin mükafatından mahrum kalırsa bu onun için bir azab olur. Allah'da bu mahrumiyetle, ona zulmetmiş olmaz.
Eğer bunların sebeplerini yerine getirmekten aciz ise o zamanda hak etmiş olduğu bir haktan onu mahrum etmiş değil ki o mahrumiyetle ona zulmetmiş olsun. Eğer ona sevab verecek olursa da bu, amelinin erişemeyeceği bir sadak ve ihsandan ibaret olur. Kaldı ki bu sadaka ve ihsan onun amelinden daha hayırlı ve daha çoktur ve amelin de karşılığı değildir.
Birinci sorunun üçüncü cevabı:
Kul, kalpleri dilediği gibi evirip-çevirenin Allahu Teala olduğunu bilirse-ayrıca-Allah'u Teala'nın kişi ile kalbi arasına girdiğini, her gün (an) bir işte olduğunu, dilediğini yaptığını, istediği hükmü verdiğini, dilediğine hidayet ettiğini dilediğini saptırdığını, dilediğini yüceltip dilediğini alçalttığını-bilir ve buna inanırsa; Allah'u Teala'nın onun kalbini çevirmeyeceğinden, onunla kalbi arasına girmeyeceğinden ve istikametten sonra onu kaydırmayacağından nasıl emin olabilir. Nitekim Allah'u Teala mü'min kullarını şu sözlerinden dolayı övmüştür.
"Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi saptırma!" (Ali İmran, 8)
Onun kaydırmasından korkmasalardı "kaydırmaması"
için dua etmezlerdi. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) de bazı dualarında şöyle derdi:
"Ey kalpleri değiştiren Allahım! Kalbimi senin itaatine yönlendir. Ey kalblere sebat veren (Allahım) kalblerimizi dinin üzere sabit kıl."
Tirmizinin rivayetinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
"Beni saptırmandan senin izzetine (güç ve kudretine)
sığınırım. Sen Hayy'sın ve ölmeyensin"
(Buhari, Fethul-bari; 13/368)
Yaptığı dualardan bazısı da şöyleydi:
"Ey Allahım! Senin gazabından senin
rızana sığınıyorum. Senin cezandan senin afiyetine sığmıyorum! Ve senden sana sığınıyorum"
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) rıza sıfatıyla gazap sıfatından, afiyet fiiliyle ceza fiilinden ve iki açıdan ondan ona sığınmıştır.
Ondan (ona) sığınmasında da sanki ilk iki cümlede ifade ettiklerini bir arada söylemek istemiştir. Çünkü ondan ona sığınmak öncesinde geçen cümleye bağlıdır. Buna ek olarak çok değerli bir manası da vardır. O da
kemal-i tevhiddir. Yani sığınmak isteyen kişinin kaçındığı ve sığındığı şey Allah'ın meşieti, fiili ve kaderidir. Hüküm veren sadece ve tek O'dur. Eğer kulunun bir kötülüğünü . isterse, kulu o kötülükten ancak O (Allah) korur. O açıdan iki irade kabilinden ondan ona sığınılmış olmaktadır.
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurmak isterse O zararı ondan başkası uzaklaştıramaz"
(Enam, 17)
Zararı dokunduran da Onu uzaklaştıranda Allah'dır. Ondan başka
ibadete layık ilah yoktur. Kaçış ve firar O'ndan O'nadır.
"Sığınma" da yine O'ndan O'nadır. Nitekim istiare (sığınmak) ondandır.
Muhakkak ki, O'ndan başka rabb, kulun işlerini
ondan başka düzenleyen (tedbir eden) yoktur.
Onu hareket ettiren, onu evirip çeviren ve dilediği gibi tasrif eden O'dur.
Dördüncü cevap:
Muhakkak ki kulun zahiri ve Batıni fiillerini yaratan Allah'u Teala'dır. Kalbe imanı, hidayeti, tevbe etme isteğini, inabe (Allah'a yönelme)'yi, ona dönmeyi, sevgiyi, tevekkülü ve bunların zıtlarını yerleştiren de O'dur.
Kul da her an Allah'u Teala'nın kalbine koyacağı bir hidayete ve onu itaati için harekete geçirecek güce muhtaçtır. Bu, Allah'u teala'ya aittir. Onu yaratan ve takdir eden O'dur. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in yaptığı dualardan birisi de şöyledir:
"Allahım nefsime takvasını ver. Onu arındır, temizle! Onu tezkiye edenlerin en hayırlısı sensin. Onun velisi ve sahibi de sensin!"
(Müslim 2722, Nesâi 8/260, Ahmed 4/371)
Husayn b. el-Mûnzire de şöyle demesini öğretmiştir.
"Allahım bana rüşdümü ilham eyle! Beni nefsimin şerrinden koru!"
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in dualarının geneli Rabbinden muvaffakiyet, günahlardan uzak durmak ve onu sevdiği yerler de kullanmak isteklerini içermektedir.
Bir kimsenin hidayeti, ıslahı ve kurtuluş yolları başkasının elindeyse ve o (başkası), onun ve bunların sahibi ise, onu dilediği gibi hareket ettiriyorsa artıca onun hiçbir tasarruf hakkı yoksa... Korkmaya bundan daha müstehak kim olabilir?
Diyelim ki şu an Allah ona hidayet nasib etti, peki ilerde bu hidayetin devam edeceğine ve ona rüşdünü ilham edeceğine dair bir teminat veya bilgisi var mı?
Bu izahlardan da anlaşılmıştır ki mukarreb olan kulların korkusu diğerlerinden daha fazladır. İşte selef alimlerinin imanın yok olmasından korkmaları bu sebeptendir.
Nitekim selef alimlerden bazısı şöyle demiştir:
"Siz günah işlemekten korkuyorsunuz, bense küfre
düşmekten korkuyorum."
Ömer b. Hattab (r.a) Huzeyfe'ye şöyle diyordu:
"Allah için sana soruyorum. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) sana benim adımı verdi mi? (yani münafıklar arasında) Oda şöyle diyordu: Hayır, Ama senden sonra kimseyi temize çıkarmadın"
(Buhari rivayet etmiştir.)
Huzeyfe'nin maksadı şudur:
İnsanların bu hususta bana soru sormalarına kapı açmam. Maksadı senden başka nifaktan kurtulan kimse yoktur değildir.
|