Bilmelisin ki; "hüzün", yolda sâlike arız olan gelip geçici bir şey olup, ne imanın makamlarından biri, ne de seyr u sülük yapanların ulaşmaları gereken mertebelerinden biridir. Bundan dolayıdır ki kitab'ının hiçbir yerinde Allah'ü Teâlâ onu emretmemiş, onu övmemiş ve ondan dolayı bir ecir ve mükâfat vereceğini vaat etmemiştir. Bilakis kitab'ının bir çok yerinde Allah'ü Teâlâ onu nehyetmiştir.
Örnek olarak şu âyeti kerimelere bakalım:
"(Ey mü'minler), gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) mü'min
iseniz (düşmanlarınıza galip ve onlardan) çok üstünsünüzdür."
(Al'i İmran, 139)
"... (yüz çevirmelerinden dolayı) onlara
üzülme, tuzak kurdukları şeyden de sıkıntıya düşme." (Nahl, 127)
"... Artık fasık / isyankâr olan bir topluma üzülme."
(Mâide, 26)
"... Hani arkadaşına: "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu."
(Tevbe, 40)
Hiç şüphesiz ki hüzün, bizden defetmesini ve
kaldırmasını Allah'dan istediğimiz bir belâ ve musibettir. Bundan dolayıdır ki cennet ehli şöyle diyeceklerdir:
"... Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun.."
(Fatr, 34) onlar, bu belâ ve musibeti onlardan giderip, onları bundan kurtardığı için Allah'a hamdettiler.
Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'de duâ ederken şöyle derdi:
"Allahım, hemm / gam-keder ve hüzünden, acizlik ve tenbellikten, korkaklık ve cimrilikten, borcun ağırlığından ve adamların bana galip gelmesinden sana sığınıyorum."
(Buhari, fethü'l-bari, 9/554)
Burada peygamber efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) sekiz şeyden Allah'a sığınmıştır ki, bunlardan her iki tanesi bir birine bağlı şeylerdir:
Hemm / gam-keder ve hüzün
birbirine yakın ve bağlı şeylerdir. Zira bunların ikiside kalbin
hissettiği elemdir.
- Eğer bu elem geçmiş bir şeyden dolayı olursa, buna
"hüzün" denir.
- Yok eğer gelecek bir şeyden dolayı oluyorsa, o
zaman da "hemm / gam ve keder" olur.
- Şayet kalbin hissettiği acının kaynağı, geçmişte
elden kaçırılmış bir şey ise, bunun neticesinde "hüzün"
oluşur;
- Yok eğer bu elemin sebebi, müstakbelde olarak bir
şeyin korkusu ise, bu da "hemm / gam ve kederi"
netice verir.
Acizlik ve tenbellik de birbirine yakın ve bağlı şeylerdir.
- Çünkü kulun maslahatlarının gerçekleşmemesi ve kuldan uzaklaşmalarının sebebi, eğer kulun güçsüzlüğü ise,
"acizlik" olur;
- Yok eğer bu, kulun irade zayıflığından kaynaklanıyorsa,
"tenbellik" olur.
Korkaklık ve
cimrilik de birbirine yakın ve bağlı şeylerdir.
- Çünkü ihsan / iyilik
yapmak; kalbi ferahlatır, göğüsü genişletir, nimetleri celbeder ve belâları-azâpları defeder.
- İhsanı terk etmek ise;
zulüm ve sıkıntıyı netice vererek, nimetlerin kula ulaşmasını engeller.
İşte;
- "korkaklık",
beden-can ile ihsanı terk etmek;
- "cimrilik" de
mal ile yapılacak ihsanı terk etmektir.
"Borcun ağırlığı" ve
"adamların galip gelmesi" de birbirine yakın ve bağlı şeylerdir.
Zira kulun üzerinde gerçekleşecek olan baskı ve
galebe,
- ya kulun kendisinden kaynaklanır,
- ya da başkalarından kaynaklanır.
Şöyle de diyebilirsin:
Ya hak ile olur, ya da başkaları tarafından batıl
bir yolla gerçekleşir.
Elhâsıl:
Burada görüldüğü gibi peygamber efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem), hüznü de kendilerinden Allah'a sığınılan şeylerden saymıştır. Çünkü
"hüzün", kalbi zayıflatmakta, azmi ve kararlılığı gevşekmekte ve iradeye zarar vermektedir. Bütün bunlarla birlikte mü'minin üzülmesinden daha çok şeytanın sevindiği bir şey de yoktur.
Allah'ü Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
"... O (günaha sebep olan) gizli
konuşmalar ve gizli toplantılar şeytandandır, (bu da) imân edenleri üzmek
içindir.." (Mücâdele, 10)
Şüphesiz ki hüzün, kalp hastalıklarından biri olup, ilerlemekten ve paçaları sıvayıp ciddiyetle seyr u sülük yapmaktan kalbi alıkoyar. Bundan dolayı kulun alacağı mükâfat, kulun ihtiyarı haricinde kendisiyle mübtelâ olduğu musibetlerden dolayı alacağı mükâfatın aynısıdır. Meselâ hastalık, acı çekmek ve benzeri musibetler...
Fakat bu, talep edilip elde edilmesi emredilen bir ibâdet asla değildir. Şüphesiz ki kulun kendilerinden dolayı mükâfatlandırılacağı ibâdetler ile, yine kendilerinden dolayı mükâfata mazhar olacağı musibetler arasında büyük bir fark mevcuttur.
Ancak hüznün kendisi değil de, sebebi, kaynağı ve neticesi övgüye mazhar olabilir. Çünkü mü'min, ya Rabb'ine
hizmet etmekte ve kulluk yapmakta kusurlu davrandığı için; ya da O'na muhalefet edip masiyetler işlemek ve vaktini-günlerini boşu boşuna zayi etmekle vartaya düştüğü için üzülür. Bu da onun kalbinde bulunan imânın sıhhatini ve kalbinin daha hayatta olduğunu gösterir. Çünkü onun kalbi, bu acıyla meşgul olmakta ve bundan dolayı üzülmektedir. Eğer onun kalbi ölü olsaydı, hiç şüphe yok ki bu , acıyı hissetmeyecek ve bundan dolayı asla müteessir olup üzülmeyecekti; zira yaralar, ölüye hiçbir acı vermez.
Şüphesiz ki onun kalbinde bulunan hayat ne kadar
kuvvetli i olursa, bu acıyı hissetmesi de o nispette şiddetli olur. Ancak sadece üzülmek ona hiçbir fayda vermez, aksine onu zayıflatır. Fakat ona fayda veren, yeniden yola koyulması, paçaları sıvayıp ciddiyetle
çalışması ve bu uğurda bütün gücünü sarf etmesidir. Bu hususta o, yolculuk esnasında arkadaşlarından geri kalan bir adama benzer.
Bu adam, üzüntülü ve kederli bir şekilde yolun ortasında oturmuş, arkadaşlarından geri kaldığını düşünüyor ve onlara yetişmesi gerektiğine nefsine telkin ediyor...
Nefsi her gevşeklik gösterip hüzne kapıldığında, o yol arkadaşlarına yetişmesi gerektiğini ona telkin etmekte ve biraz daha sabretmesi şartı ile onlara yakında ulaşacağını vaat etmektedir. Böylece o, geri kalma yalnızlığını ve ıssızlığını üzerinden atar. İşte iyilerin ve Allah'a yakınlaştırılmış olan kimselerin yurtlarına doğru seyr'u sülük yapan sâliklerin durumu da bundan farksızdır.
Bu hüzünden daha özel ve daha yüce olan bir hüzün çeşidide, kulun, ciddiyetle seyr u sülûkunu tamamlamaktan kalbini alıkoyan ve zayıflatan
"tefrika / kalbini bir çok şeyle meşgul etme" halinde vaktini zayi etmesine üzülmesidir.
Zira birincisi, amellerindeki kusurundan dolayı kulun üzülmesi iken; bu, Allah'a karşı hâlinin noksanlığından ve O'nunla beraber kalbini bir çok şeyle meşgul etmesinden dolayı kulun üzülmesidir. Nasıl oldu da o, bir çok şeyle ; meşgul olarak vaktini zayi etti ve mabudundan başka şeylerle kalbini meşgul etti?!
Hüznün bundan da daha üstün bir mertebesi şudur:
Bu mertebeye ulaşan kul, kalbinin herhangi bir
bölümünün Allah'ın muhabbetinin hâli ve boş olmasına; aynı şekilde vücudunda
bulunan herhangi bir azanın Allah'ın sevip razı olduğu amellerden başkasıyla meşgul olmasına son derece üzülür.
İşte bu, havasın / seçkin insanların hüznüdür.
Aynı zamanda bunlar, yöneldikleri gayeden kendilerini alıkoyacak her türlü vesvese, irade ve harici etkenlerden dolayı da üzülürler. İşte hüznün bu mertebelerinin seyr
u sülük edenlere arız olması kaçınılmazdır. Fakat akıllı olan kimse, bunun
kendisine galip gelmesine ve kendisini geri bırakmasına fırsat vermez. Bilakis
bunu düşüneceğine, bunu giderecek şeyler düşünür o.
Nefsin başına bir kötülük geldiğinde, eğer düşük
seviyeli bir nefis ise, hem o kötülüğü, hem de onu defedecek sebepleri düşünür;
bunun neticesinde de üzüntüye kapılır; yok eğer o nefis yüce ve şerefli bir
nefis olursa, bu kötülük, musibet ve belâları düşünmez; o sadece kendisine fayda
verecek şeyleri düşünür.
Eğer bu musibet ve belâdan kurtulma yolunu
biliyorsa, bu çıkış yolunu ve onun sebeplerini düşünür; yok eğer bu belâdan bir
çıkış yolunun olmadığını biliyorsa, bu durumda onunla birlikte Allah'a nasıl
kulluk edeceğini düşünür ve bu şekilde davranması onun üzüntüye kapılmasını
önler. Her halükârda kul için hüzünde hiçbir fayda yoktur.
En iyisini Allah'üTeâlâ bilir.
Ariflerden biri şöyle der:
"Havastan olan bir kimse, hiçbir şekilde hüzne kapılmaz."
Ebû Abbas'ın:
"Marifetullah'ın nuru her türlü karanlığı dağıtır ve ondan doğan sevinç her türlü kederi
izâle eder" sözüne gelince; deriz ki:
Bu son derece güzel bir sözdür.
Şüphesiz ki Allah'ı tanıyan kimse, kaçınılmaz olarak O'nu sever. O'nu seven kimsenin üzerinden ise bütün koyu bulutlar dağılıp gider, her türlü gam, keder ve hüzün onun kalbini terk eder ve kalbi sevinç ve neşe ile mamur olup, her taraftan kendisine tebrik etme ve müjdeleme heyetleri gelir. Çünkü Allah ile beraber olan bir kul, ebedi olarak üzülmez. Bundan dolayıdır ki Allah'ü Teâlâ, Peygamberinin, arkadaşı
Ebû Bekir'e şöyle dediğini hikâye eder:
"Üzülme, Allah bizimle beraberdir."
(Tevbe, 40)
Bu da göstermektedir ki Allah'ü Teâlâ ile beraber olan kimse için hüzün söz konusu olmaz. Zira Allah'ın kendisiyle beraber olduğu kimsenin hüzünle ne ilgisi olabilir ki?
Fakat her türlü hüzün ve keder, Allah'ı kaybeden
kimsede bulunur. Allah'ı bulan kimse, neden dolayı üzülsün?
Allah'ı kaybeden kimse, başka ne ile sevinebilir ki?
Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Deki: "(insanlar) ancak bununla, Allah'ın lûtfu ve rahmeti (olan
İslâm ve kur'ân) ile sevinsinler." (Yunus, 58)
Hiç şüphesiz ki Allah'ın lûtfu ve rahmeti ile sevinmek, Allah sübhanehû ile sevinmeye tâbidir.
Muhakkak ki mü'minin Rabb'i ile olan sevinci, herhangi bir insanın sevgilisi, hayat, mal, nimetler ve saltanat ile gerçekleşen sevincinden çok daha büyüktür.
Mü'minin Rabb'i ile olan sevincinin bütün bu sevinçlerden daha üstün ve yüce olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Hiç şüphesiz ki kalp bu sevinç ve sürûrün tadını almadıkça, hakiki
hayatı elde edemez. Böylece bu sevinç onun kalbinde ortaya çıkar ve yüzünde
parıltı olarak belirir.
Böyle bir kulun hâli, cennet ehlinin hâli gibidir ki, Allah onların yüzlerine bir parıltı ve neşe bahsetmiştir.
İşte amel edenler bunun için amel etsinler ve yarışanlarda bunun için yarışsınlar...
İşte himmet ve azimet sahiplerinin paçaları sıvayıp ciddi bir şekilde çalıştıkları ilim budur...
Aynı şekilde Allah'ın ikramına mazhar olanların kendisi uğrunda yarıştıkları hedefde budur.
|