بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Birinci Örnek: İrade

 

Hiç şüphe yok ki Allah'ü Teâlâ, irade sahibi olmayı en seçkin kullarının makamı kabul etmiş ve bu irade sahipleriyle beraber sabretmeyi kendi peygamberine emretmiştir. O şöyle buyurmaktadır:

"Sabah akşam rızasını dileyerek Rabb'lerine yalvaranlarla beraber candan sabret." (Kehf, 28)

Başka bir âyetle şöyle buyuruyor:

"o yanındaki verilecek nimeti, bir kimseden şükran beklemek için değil, ancak Rabb'inin rızasını dilediği için verir." (Leyl, 19-20)

Diğer bir âyette ise kendi dostlarının şöyle dediklerini hikâye eder:

"..doğrusu biz sizi, ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz." (İnsan, 9)

Bir grup şöyle demektedir:

İrade avamın süsüdür. İradeden maksat: kişinin kastını bütün şaibelerden soyutlaması, kararlı bir niyete sahip olması ve ciddiyetle talep etmesidir. Havasa göre ise, bu kalbin dağılması ve nefse dönüştür. Zira kulun irade etmesi, onun hazzının ta kendisidir ki; bu da kulun Allah'a karşı bir şeyler iddia etmesinin başıdır. Fakat kalbin birliği ve varlığı, kulun irade ettiği şeylerde değil, ancak kul için irade edilen şeylerdedir.

Nitekim Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun lûtfunu hiçbir geri çevirecek yoktur.." (Yunus, 107)

Bu durumda kul, ancak kendisi için irade edilen şeyleri dileyebilir; zira efendisinin yanında kölenin irade ve görüşü söz konusu olmaz.

Ebû yezid el-Bistami de şöyle der:

"Bana: "Neyi irade ediyorsun?" dendi; bende şöyle cevap verdim:

"Ben irade etmemeyi irade ediyorum. Zira ben irade edilenim; irade eden ise sadece sensin."

Bütün bunlara karşı deriz ki:

Onların sözlerinde bulunan "avam" kelimesinden maksat, cahil ve bir şey bilmeyen halk değildir. Fakat onların bu kelimeden kastettikleri, birlik pınarına ve fena makamlarına ulaşmış olan havasın dışında kalan bütün seyr u sülük sahiplerdir. Bu bilindikten sonra iradeyi bir çok yönden inceleyeceğiz:

1. Şüphesiz ki irade kulluk bineğidir. Kulluğun üzerine bina edileceği tek temeldir. Hiç şüphe yok ki iradesi olmayanın kulluğu da yoktur.

Muhakkak ki kulların en mükemmeli, ubudiyeti ve muhabbeti mükemmel olan, hâli en sahih olan, ilim ve marifeti en doğru olan ve tam bir iradeye sahip olan kimsedir. Böyle iken nasıl olur da:

"İrade avamın süsüdür veya avamın makamıdır" denebilir?

2. Bu görüş, muhabbetin de avamın makamı olmasını ve malûl olmasını gerektirir. Zira muhabbet, mahbuba yönelmiş olan iradenin en kemâl seviyesidir. İrade olmadan muhabbetin var olabilmesi, canlılık olmadan insanın var olabilmesi veya iman ve İslâm makamları gerçekleşmeden ihsan makamının gerçekleşebilmesi gibi imkansızdır.

Eğer dense ki :

"Malûl olmayan şaibesiz muhabbet, sevenin kendi iradesinden soyutlanması ve mahbubunun iradesinde fâni olmasıdır."

Buna cevaben bizde deriz ki:

Zaten iradenin hakikati de budur...

Kişinin, mahbubunun irade ettiği şeyleri irade etmesi..

Eğer kişi, mahbubunun irade ettiği şeyleri irade etmiyorsa, o kişinin iradesi mahbubunun iradesine muvafık olmamış olur. Zaten muhabbet de, irade ettiği şeylerde mahbuba muvafık olmaktır. O halde daha önceden de işaret ettiğimiz gibi iradenin malûl olması, irade edenin hazzıyla ilintili olduğundan dolayıdır. İrade edenin iradesiyle mahbubunun iradesi muvafık oldukları zaman, hiç şüphesiz ki bu irade avamın makamlarından olmaz ve malûl de olmaz. Bilakis bu irade, seçkin insanların en şerefli makamı ve en önemli istekleridir.

Bir örnek vererek bunu açıklayalım:

Bir sultanı sevdiklerini iddia eden iki adam varmış. Bunlar bir gün sultanın huzuruna çıkarlar ve sultan :

"Sizler ne istiyorsunuz?" der. Onlardan biri:

"Ben hiçbir şeyi istememeyi istiyorum. Ben kendi irademi kaybetmeyi ve irade edilen olmayı istiyorum. Sen benim hakkımda dilediğini irade edebilirsin." Der.

Diğeri de şöyle der:

"Ben kendi nefeslerimi ve bütün zerrelerimi senin sevip razı olduğun şeylerde tüketmek, emirlerini yerine getirmek ve sana tâatte bulunmak için kollarımı sıvamak istiyorum. Sen beni nereye yönlendirsen oraya yönelir, bana neyi emredersen onu yaparım."

İkisini dinledikten sonra sultan şöyle ferman etti:

"Ben sizi, bazı önemli işlerimizi görmeniz için bir yere göndereceğim."

Buna karşılık onlardan biri:

"Benim, senin razı olduğun şeylere tabi olmaktan ve senin haklarını yerine getirmekten başka hiçbir hazzım olmaz" der.

Diğeri ise:

"Ben, seni müşahede etmekten, sana bakmaktan ve sende fâni olmaktan başka hiçbir şey istemiyorum" der.

Hiç bunların ikisi de sultanın nazarında bir olurlar mı?

O'nun katında bunların ikisinin de makamları eşit olur mu?

Eğer bunlar isteklerine keskin bir nazarla bakacak olurlarsa, göreceklerdir ki; sultan da fâni olmayı isteyen kimse, aynı zaman sultanın yanında durma hazzını da istemektedir.

Diğeri ise, her ne kadar o da tamamen kendi hazzını istemekten soyutlanmamış olsa da; ancak onun hazzı, mahbubunun kendisinden irade ettiği şeyler olup; kendisinin mahbubundan istediği şeyler değildir. Bu ikisinin arasında, gökle yerin arasında ki fark kadar fark vardır.

Asıl hayret edilmesi gereken kimse ise, kendi hazzını / zevkini mahbubundan isteyen kimseyi, hazzı mahbubunun istediği şeyler olan kimseye üstün tutandır.

Bilakis en kâmil fâni olma,

- Mahbubunun iradesine bakarak O'ndan başkalarının iradelerini görmemek,

- O'nun sevgisine tutularak O'ndan başkasını sevmemek,

- Umudunu sadece O'na bağlayıp O'ndan başkasından ummamak ve başka bir şeye değilde sadece O'na tevekkül etmektir.

Yoksa fâni olmak sadece senin O'ndan istediğin kendi hazzını görmen, buna karşılık O'nun senden istediği şeyleri görmemen değildir.

İşte bu husus, hem ilmen, hem hâlen, hem de zevk bakımından bir çok kimseye kapalı kalmıştır. Ancak Allah'ın bunların arasındaki farkı bağışladığı kimseler müstesnadır.

3. Herhangi bir şeyin noksanlığı iki sebepten kaynaklanır:

- Ya o şey bir zararın meydana gelmesini gerektiriyordur;

- Ya da faydalı bir neticesi olmakla beraber daha faydalı olan bir kemâli engelliyordur.

Halbuki bizim bahsimize konu olan irade de bunların hiçbiri de mevcud değildir. Böyle iken nasıl olur da noksan ve malûl olabilir?

Eğer dense ki:

"irade sahibi olmak, nefse dönük olması, kalbin farklı şeylere yönelmesi neticesinde dağılması ve irade edenin hazzı söz konusu olduğu için noksan oldu."

Buna cevaben deriz ki:

Zaten karıştırmanın menşei de burasıdır. Bunu da dördüncü noktada açıklayalım.

4. Onların: "irade, kalbin sağılmasıdır" sözlerine gelince, buna karşılık biz onlara deriz ki:

Eğer sizin bu kalp dağılmasından maksadınız, irade sahibi olanın hem iradesinin, hem irade ettiği şey, hem kulluğunu, hem kulluk ettiği zâtı, hem muhabbetini, hem de muhabbet ettiği zâtı müşahede etmesi ise; o halde bunun noksanlık olduğunu nasıl söyleyebiliyorsunuz?

Hiç şüphesiz ki bu kemâlin ta kendisidir. Muhakkak ki bundan başka bir şekilde kulluğun kemâle ermesi düşünülemez. Zira sadece kendi kulluğuna müşahede edip mabudunu çok fazla aklına getirmeyen kimse, sevilebilir; fakat sadece mabuda hasrı nazar ederek O'na kulluk yapmayı ve O'nun emirlerini yerine getirmeyi unutan kimsenin kulluğu noksan olur ve mabudu hakkındaki müşahedesi de zayıf ve sönük olur.

Hiç şüphesiz ki kemâl, hem mabudu, hem de O'na olan kulluğu müşahede etmektir. Zira mabudun hakkı, isteği ve kulu için sevdiği şey sadece budur. Hiç kulun, mahbubunun hakkını ve yapmasını istediği şeyi müşahede edip bunu yerine getirmesi ve O'nun emrine uyması noksanlık olur da, kulun bunu unutması, bundan yüz çevirmesi ve bunu hiçbir şekilde müşahede etmemesi kemâl olur mu?

Böyle bir şeyi söylemek, hakikatleri tersine çevirmek olmaz mı?

Yaratılmışların en mükemmelinin, en faziletlisinin ve Allah'ı en çok seveninin hâlini düşün! O, kendi ibadetinde bu iki müşahedeyi de aynı anda bulundurmaktaydı. Onun kendi ibadetini müşahede etmesini bir tarafa bırak, o kendisine tabi olanların hâllerini bile müşahede ediyordu. Onun ümmetinden kâmil olanlar da bu hususta onun yoluna uymaktadırlar. Bu konuda yapılması gereken şey, bu mertebeleri birbirinde ayırt etmek ve her mertebeye hakkını vermektir. Zira Allah'ü Teâlâ, her bir şey için bir ölçü koymuştur.

Eğer sizin kalp bölünmüşlüğünden maksadınız:

Kalbin nefsani haz derelerinde ve hevâ ile heves vadilerinde parçalanıp dağılması ise; hiç şüpheniz olmasın ki bizim söz konusu ettiğimiz irade, bunların hiç birini gerektirmez. Bilakis bu irade kalbin sadece mahbubuna ve O'nun irade edip sevdiği şeylere yönelmesidir. Muhakkak ki böyle bir bölünmüşlük, kalp için baki kalmanın, ubudiyetin özünün ve kemâlin ta kendisidir. Bunun dışındaki şeyler ise, mahbubunun hakkı değil, sadece kulun hazzıdır.

5. Onların: "irade nefse dönüktür. Kulun irade etmesi, onun hazzının da kendisidir" sözlerine gelince, Bu, açıklığa kavuşturulması gereken mücmel bir sözdür. Onlara deriz ki: sizin:

"İrade nefse dönüktür" sözünden maksadınız nedir?

Sizin bundan kastınız:

"irade, Rabb'ın iradesinden ve sevdiği şeylerden yüz çevirerek nefsin iradesine ve nazlarına dönmektir." şeklinde midir; yoksa:

"İrade, nefsin Rabb'ini ve O'nun razı olduğu şeyleri istemesidir" şeklinde midir?

Eğer siz birinci şıkkı kastediyorsanız, hiç şüphesiz ki bu irade, malûl, noksan ve fasid bir iradedir. Fakat bu fâsid irade ile bizim bahsettiğimiz iradenin hiçbir alakası yoktur. Yok eğer sizin maksadınız ikinci şık ise, muhakkak ki bu kemâlin tâ kendisidir Bunun tersi ise, noksanlığın tâ kendisidir.

6. Canlı bir varlığın şuuru yerin de olduğu sürece, irade sahibi olması kaçınılmazdır. Böyle bir canlının iradesiz olması için, arızi bir durumdan dolayı ilk önce şuursuz olması gerekir. Demek ki irade hayatın gereklerinden biridir. Bu durum da, kemâlin iradeden soyutlanmakta olduğunu iddia etmek; hem hissen hem de fıtrat açısından imkansız olan batıl bir iddiadır.

Fakat kemâl, mahbubun istekleriyle çelişen bir iradeden soyutlanmaktır. Yoksa O'nun isteklerine muvafık olan bir iradeden soyutlanmak asla kemâl değildir.

7.  Onların: "kalbin dağınıklıktan kurtulup toparlanması ve gerçek mânâda var olması, kulun irade ettiği şeylerle değil, kul hakkında irade edilen şeylerle olur" sözlerine gelince;

Buna karşılık deriz ki:

Kul için irade edilen şeyler iki kısımdır:

Birincisi; kulun ihtiyarı olmadan meydana gelen takdir edilmiş şeylerdir ki, fakirlik, zenginlik, sıhhat, hastalık, hayat ve ölüm bunlardan sadece bir kaçıdır. Hiç şüphesiz ki bu gibi konularda kemâl, kulun kendi iradesini unutması, kendisi hakkında irade edilen şeylere göre davranması ve Allah'ın kendisi hakkındaki iradesiyle çelişecek her hangi bir iradesinin bulunmamasıdır. Şu üç kişinin hâline bak ki bunlardan biri:

"Ben, Allah'la buluşmak için ölmeyi arzuluyorum" der. Diğer biri de:

"Ben, Allah'a daha çok taatte bulunup ibadet etmek için hayatta kalmak istiyorum" der.

Üçüncü kişi ise şöyle der:

"Siz ikiniz de hata yaptınız. Fakat ben, bu hususta O'nun sevdiğini arzuluyorum. Eğer o benim ölmemden hoşnut oluyorsa, ben ölmeyi arzularım; yok o benim hayatta kalmamdan hoşnut ise, ben de hayatta kalmak isterim. O, benim için ölüm ve hayatın hangisinden hoşnut ise, benim de o hoşuma gider."

İşte kul hakkında irade edilen şeyler hususunda en sahih ve en mükemmel hâl / tavır budur.

Kul için irade edilen şeylerin ikinci kısmı ise;

Kulun yapması irade edilen / istenen emirler ve Allah'a yakınlaştıran şeylerdir. Bu gibi hususlarda kemâl, sadece bunları irade etmektedir.

8. Onlar iradeyi:

"Bütün nefsani şaibelerden soyutlanmak, sağlam ve kararlı bir niyete sahip olmak ve ciddiyetle talep etmek" şeklinde tefsir ettiler. İşte bu şeyler kulun kemâle ermesinin ta kendisidir. Bu tefsire göre irade, doğruluk, ihlâs ve kulluk görevlerini yerine getirmeyi içermektedir. Hiç şüphesiz ki insanın kastını bütün nefsani ve tabii şaibelerden arındırması ve sadece mahbubunun istekleri için her şeyden soyutlamasında hiçbir noksanlık yoktur. Mahbubu ve O'nun razı olacağı şeyleri ciddiyetle talep etmekte ve kararlı bir niyete sahip olmakta ne gibi bir noksanlık olabilir ki?

İşte bu durum, sıdıkların makamlarının en sonuncusudur. Kulun sıddıklık derecesi, bu makamdaki durumuna göre değişir; onun Allah'a yakınlığı arttıkça ve makamı yükseldikçe, azmi kararlılıkta kuvvetleşir ve sadakati mahbubunun dışındaki şeylerden soyutlanır. Samimi olan bir kulun talebine nihayet ve kastı için gevşeklik söz konusu olmaz, bilakis o; her zaman kasıt, talep ve niyet hususlarında en mükemmel ve en kararlıdır.

Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Sana yakin gelinceye kadar Rabb'ine ibadet et." (Hicr, 99)

Buradaki yakinden maksat, bütün İslâm âlimlerinin ittifakıyla ölümdür. İşte peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e ölüm geldiği zaman, onun iradesi, kastı ve niyeti doruk noktada ve kemâlin zirvesindeydi. Şimdi böyle bir iradenin neresinde noksanlık vardır?

Bizim Allah'tan isteğimiz şudur ki, bu iradeyi öğretmesiyle ve onu öğrenmeyi bize nasip etmesiyle bize minnet ettiği gibi; bir nefes alıp verme süresinde dahi olsa bu iradeyle yaşamayı bizlere nasip etsin.

 

İÇİNDEKİLER

4. Bölüm