Bunlar hem ilmî, hem de ameli yönden Rasûllerin kendisiyle gönderildikleri şeyleri yerine getirir ve onların yol ve metodlarına uygun bir şekilde insanları Allah'a davet ederler.
İşte "risâlet" ve "nübüvvet" mertebelerinden sonra insanların en yüce ve faziletli mertebesi budur ki bu,
"Sıddikiyet" mertebesidir. Bundan dolayıdır ki Allah'ü Teâlâ kitabı keriminde bunları peygamberlerle birlikte anmakta ve şöyle demektedir:
"Kim Allah'a ve Rasûle (cân'u gönülden) itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
Nebîler, Sıddîkler, Şehitler ve Salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel bir arkadaştır."
(Nisa, 69)
Görüldüğü gibi Allah'ü Teâlâ bu âyeti kerimede, "Sıddikiyet" derecesini
"Nübüvvet" derecesine atfetmektedir. İşte bu "sıddikler", rabbanî olan ilimde derinleşmiş kimseler olup, Rasûl ile ümmeti arasında vasıta olanların ta kendileridir. Dolayısıyla bunlar Rasûlün
halefleri, dostları, taraftar ve askerleri, seçkin arkadaşları ve dininin
taşıyıcı ve tebliğ edicileridir.
İşte hak üzere devam edecekleri, kendilerini terk
edip yalnız bırakan ve muhalefet edenlerin kendilerine zarar veremeyecekleri ve
Allah'ın emri gelene kadar bu hususta sebat edecekleri garantilenen kimseler
bunların ta kendileridir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve Rasûllerine inananlar var ya, işte onlar, hem Rabbileri yanında sıddik / dosdoğru
olanlar, hem de (Allah için) şehit olanlar / şahitlikte bulunanlardır.
Onların hem mükâfatları, hem de nurları vardır..." (Hadid, 19)
Denildi ki:
Bu âyeti kerimede "onlar sıddik / dosdoğru olanların ta kendileridir" cümlesi üzerinde vakfedilir, daha sonra da
"onlar Rabb'leri katında şehit olanlardır" cümlesi ile devam edilir.
Böylece burada iki ayrı cümle söz konusu olup;
Bunların birisinde; Allah ve Rasûllerine
imân edenlerin "sıddiklerin" ta kendileri oldukları haber verilmektedir.
Zaten tam ve mükemmel olan imân; ilim, amel ve bu ilmi başkalarına öğretip bu hususta sabretmekle Allah'a davet etmeyi gerektirir.
İkinci cümlede ise; "Şehitlerin" Rabb'leri katında oldukları ve onların ecirleri ve nurları bulunduğu haber verilmektedir.
Bu durumda sıddiklerin mertebesi, şehitlerin mertebesinden daha üstün olmuş olur. Bundan dolayı da
"Sıddikler", hem bu âyette, hem de az önce geçen "Nisa" süresindeki âyeti kerimede şehitlerden önce anılmışlardır.
Nitekim peygamber efendimizin şu sözünde de sıddikler şehitlerden önce gelmektedirler:
"Ey uhud, yerinde sabit dur. Zira senin üzerinde bir peygamber, bir sıddik ve bir de şehit vardır."
Bundan dolayıdır ki "sıddikiyet" vasfı, Rasûl ve peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi olan
Hz. Ebû Bekir'in sıfatı oldu. Eğer peygamberlik mertebesinden sonra sıddikiyet mertebesinden daha üstün bir derece bulunmuş olsaydı, hiç şüphe yok ki Hz. Ebû Bekir'in vasfı o olurdu.
Denildi ki:
Bu âyeti kerimenin bu bölümü tek bir cümle olup, burada mü'minlerin Rabb'leri katında hem
"sıddikler", hem de "şahitler" oldukları haber verilmektedir. Buna göre âyeti kerimede bulunan
"eş-Şühedâ" kelimesi, Allah'ın kıyamet gününde insanlara şahit tutacağı kimseler demektir. Bunlar şu âyeti kerimede de belirtilirler:
"... İnsanlara karşı şahitler olasınız diye..."
(Bakara, 143)
Bu şahit olacaklar, mü'minlerin ta kendileridir. Böylece bu âyeti kerimede Allah'ü Teâlâ mü'minleri, dünyada
"sıddik" olmakla, kıyamet gününde insanlara karşı şahitlik etmekle vasıflamış olur. Dolayısıyla şahitlik yapma vasfı, bütün mü'min ve sıddiklere ait olmuş olur.
Birinci görüşe göre ise; buradaki "eş-şühedâ", Allah yolunda öldürülen şehitler demektir. Tercihe şayan olan da bu görüştür. Zira bu görüşe göre bu âyeti kerimede birkaç müstakil cümle bulunmakta olup, bu cümlelerle Allah'ü Teâlâ'nın saadet ehli olan kullarının kısımları bildirilmiş olur ki bunlarda
"Sıddikler", "Şehitler" ve "Salihlerdir".
İşte bu âyeti kerimede zikredilenler ve Allah'a karşı hasende bulunarak sadaka verenler bunlardır. Üç sınıf saadet ehli...
Daha sonra da Allah'ü Teâlâ Rasûlleri zikrederek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki biz Rasûllerimizi, açık delillerle gönderdik..." (Hadid, 25)
İşte "Nisa" sûresinde zikredilen ve saadet ehli oldukları belirtilen dört sınıf...
Bundan sonra Allah'ü Teâlâ şaki olanları belirtti,
ki onlarda iki sınıftır. Kâfirler ve münafıklar...
Kâfirler hakkında şöyle buyurdu:
"İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlarda cehennem ehlidirler."
(Hadid, 19)
Münafıklar hakkında ise şöyle buyurur:
"O günde, münafık erkekler ve münafık kadınlar, o
imân etmişlerde: "(Ne olur) bize bakın (bizi bekleyin) de
nurunuzdan alalım (biraz faydalanalım)" derler..."
(Hadid, 13)
İşte insanların bütün sınıfları...
Burada Allah sübhanehû, hem iyilikleri, hem de kötülükleri bulunan sınıfı zikretmemiştir. Ki bu, genelde sadece saîd ve şakileri zikredip bunları bırakmaktaki Kur'ân'ın üslûbuna uygun düşmektedir. Şüphesiz ki bu üslûp, Allah'ın hikmetinin gerektirdiği bir sırdan dolayıdır.
İşte bundan dolayı hem iyilikleri, hem de kötülükleri birbirine karıştırıp yapanlar şiddetli bir şekilde sakınmalıdırlar. Zira onlar hakkında Allah sübhanehû'nun hiçbir garantisi ve herhangi bir mutlak va'di bulunmamaktadır. Bununla beraber Allah'ın rahmetinden de ümitlerini kesmesinler. Çünkü onlar, azap edileceklerine kesin karar verilmiş olan kâfirlerden değildirler. Fakat bunlar cennet ile cehennem, va'd ile vaîd arasında bulunmaktadırlar. Bunların her birisi de kendi gereğinin yapılmasını istemektedir. Zira o, bunların her birini de gerektiren amelleri yapmıştı.
İşte "el-menzile beyne-l-menzileteyn / iki mertebe arasındaki mertebe"
prensibini savunanlarda bu noktayı mülâhaza etmektedirler. Fakat onlar, bu kişinin ebedi olarak cehennemde kalacağını söylemekte hata etmişlerdir. Eğer onlar, her yönüyle onu iki mertebe arasındaki derecede kabul etseydiler ve Allah'ın meşietine onu havale ederek şöyle deseydiler:
"Şüphesiz ki neticede o, tevhit ve imânı
sayesinde ateşten çıkacaktır"
Evet onlar böyle yapsaydılar, hiç şüphe yok ki doğru davranmış olacaklardı.
Ancak iki mertebe arasındaki mertebede olduğu kabul edilen kimsenin cehennemde ebedî kalmasına gelince:
ne naslar bunu gerektirir, ne de akıl böyle bir neticeye varır. Bilakis apaçık ve sıhhatleri kesin olarak bilinen naslar,
bu görüşün batıl olduğunu göstermektedir.
En iyisini Allah bilir.
Aynı şekilde iyilik ve kötülükleri birbirine karıştırarak yapan kimsenin hükmü, va'd ve vaîd ile alakalı naslardan da anlaşılır. Çünkü Allah Teâlâ ister hayır olsun, ister şer olsun her amelin bir karşılığını tespit etmiştir. Kul bunların her ikisini de yaptığı zaman, onda her iki türlü karşılığın da sebebi bulunmuş olur. Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ zerre miskâlı ameli dahi zayi etmez:
Dolayısıyla eğer kulun işlediği kötülük / günah bütün iyiliklerini silecek, onların netice ve meyve vermelerini engelleyecek küfür gibi bir amel ise; hiç şüphesiz ki bu etkisini gösterecektir.
Yok eğer onun yaptığı mesiyet bütün iyiliklerini düşürmeyecek türden ise, bu durumda onun hakkında iki neticede gerçekleşecektir. Meğer daha sonra zikredeceğimiz sebeplerden biriyle bunlardan biri düşmüş olsun.
Elhâsıl:
Ümmetin en üstün ve en yüce derecesi,
"sıddiklik, rabbanilik, peygamberliğin mirasçısı ve risâletin halefi olma" mertebesidir. Bu derecenin şeref ve üstünlüğünü görmek için sadece şuna bakmak yeterlidir:
Kıyamet gününe kadar ümmet içerisinde herhangi bir kişi onların ta'lim ve irşadı vasıtasıyla bir şeyler öğrenir veya başkasına öğretirse, hiç şüphesiz ki bunun ecir ve mükâfatının bir misli de onlara gider. Şeref ve üstünlük olarak onlar için sadece bu bile yeterlidir. Bu hususta bazı hadisi şeriflere bakalım:
Hz. Ali'ye hitaben peygamber efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle demektedir:
"Allah'a kasem ederim ki, senin
vasıtanla Allah'ın bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için kırmızı develerden
daha hayırlıdır."
(Buharî: Fethü'l Bârî, 7/476; Müslim, 2406)
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
"Her kim İslâm'da güzel bir yol-çığır açar ve kendisinden sonra onunla amel edilirse, şüphesiz ki onunla amel edenlerin ecri kadar ona da mükâfat verilir ve onların
(o yola uyup amel edenlerin) ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmez."
(Müslim, 1017; Neseî, 5/75-76.)
"İnsanoğlu ölünce, üç şey hariç
ameli (ecir alma yolları) kesilir (ve defteri dürülür). (Bu üç şey
şunlardır:)
- Sadaka-î câriye,
- Kendisinden faydalanılan ilim
ve
- Kendisine duâ edecek Salih
evlât."
(Müslim, 1631; Ebû Dâvûd, 2880; Tirmizî, 1376.)
"Allah kim hakkında hayır murad
ederse, onu dinde fakih (derin bir anlayış ve kavrayış sahibi) kılar." (Buharî: Fethü'l Bârî, 6/217; Müslim, 1037.)
"Şüphesiz ki göklerde ve yerde
bulunan herkes hatta yuvasındaki karınca dahi (hakkıyla) âlim
(olanlar) için istiğfar da bulunurlar."
(Tirmizî, 2685; Ebû Dâvûd, 3641.)
"Şüphesiz ki Allah ve melekler:,
İnsanlara hayrı öğreten kimseye salât ederler. (Allah'ın salâtı, rahmeti
olup; meleklerin salâtı ise istiğfâr'dır)."
(Tirmizî, 2685.)
"Muhakkak ki âlimler peygamberlerin vârisleridir. Şüphesiz ki peygamberler ne bir
dînarı, ne de bir dirhemi miras olarak bırakmış değillerdir. Fakat onlar miras olarak ilmi bırakmışlardır. Her kim bunu alırsa, o çok büyük ve bol bir payı almış olur."
"Âlim (ilmi öğreten) ve
ilim öğrenen kimseler ecir ve mükâfatta ortaktırlar. Bunlardan sonra diğer
insanlarda herhangi bir hayır mevcut değildir."
"Allah, benim sözümü işiten, onu
belleyen ve işittiği gibi onu edâ eden / aktaran kimsenin yüzünü ak etsin."
(Tirmizî, 2658; Ahmed, 1/437.)
Bu konuda hadisi şerifler pek çoktur. Biz müstakil bir kitapta
"ilim ve ilim ehlî" hakkında ikiyüz delil toplayıp zikrettik.
Gerçekten kişi herhangi bir işiyle meşgul iken veya kabrinde param parça olmuş ve bütün eklemleri dağılmışken
"hasenat defterine" devamlı artarak ecir ve iyiliklerin
yazılıyor olması ve hiç hesaba katmadığı yerlerden hayırların kendisine hediye
ediliyor olması ne kadar da yüce bir mertebe ve üstün bir menkıbedir! Allah'a
yemin olsun ki bu, çok üstün bir ikram ve büyük bir ganimettir!
İşte yarışanlar bu hususta yarışsınlar ve gıpta
edenler de buna gıpta etsinler!
Şüphesiz ki bu, Allah'ın dilediğine verdiği fazlı
keremidir. Muhakkak ki Allah büyük bir lütuf sahibidir.
Hiç şüphe yok ki bu kadar yüce olan bir mertebe, en nefis şeylerin kendisi uğrunda harcanmasına, yarışanların sadece kendisi için yarışmalarına, en değerli vakitlerin kendisi için sarfedilmesine
ve bütün isteklerin kendisine yönelmelerine lâyıktır.
Her türlü hayrın anahtarı elinde olan Allah'tan
dileğimiz o ki, kendi rahmet hazinelerini bizlere açsın, minneti ve keremiyle
bizleri bu sıfata ehil kimselerden eylesin.
Bu mertebede bulunanlar sema âleminde "büyükler" diye çağırılır / anılırlar.
Nitekim selefi salihinden
biri şöyle demektedir:
"Her kim ilim öğrenir, onunla amel eder ve
başkalarına öğretirse, o kimse sema âleminde "büyük" diye anılır."
İşte gerçek adalet sahibi olanlar bunların ta kendileridir. Zira bunların gerçek mânâda adalet sıfatına haiz oldukları Rasûlüllah
(sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından beyân edilmiştir.
Nitekim birbirini destekleyen bir çok yoldan Ondan
(sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet edildiğine göre O (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu ilmi, her
haleften / nesilden en adaletli olanları taşırlar. Ondan, aşırıya gidenlerin
tahriflerini, batıl ehlinin iddialarını ve cahillerin tevillerini
uzaklaştırırlar."
İmam Ahmed'in bunlar hakkında, "Cehmiye'ye reddiye"
isimli kitabının önsözünde söylemiş olduğu şu sözü ne kadar da güzeldir! O şöyle diyor:
"Peygamberlerin gelmediği her dönemde bir kısım ilim ehlini bırakan Allah'a hamdolsun. Bunlar, yoldan sapanı doğru yola davet eder, onların eziyetlerini sabırla karşılar ve Allah'ın nuruyla kör olanların görmelerini sağlarlar. Nice şeytanın öldürdüğü kimseler vardır ki, bunlar hayata dönmelerini sağladılar ve nice sapıtmış cahil vardır ki, bunlar hidâyete erdirdiler. Onların insanlar üzerindeki etkileri ne kadar da güzeldir ve insanların onlar hakkındaki davranışları ne kadar da çirkindir! Onlar Allah'ın kitabından, cahillerin tevillerini, aşırıya gidenlerin tahriflerini ve batıl ehlinin iddialarını uzaklaştırırlar."
İbni Veddah, bu sözü Hz. Ömer (r.a.)'den nakletmektedir.
|