|
|
بســـم الله الرحمن الرحيم |
|
Dördüncü Örnek: Sabır |
|
"Sabır da avamın makamlarından biridir. Zira sabır,
nefsin istemediği bir şeye onu zorlamak, şikayet etmemesi için dili bağlamak, şiddetli eziyet ve sıkıntıları göğüslemek için kendisi zorlamak ve hayırlı
/ iyi akıbeti beklemektir.
Havasa / seçkin insanlara göre bu, Allah'a karşı cüretkârlık ve çekişmedir. Çünkü kısacası bu, musibetlerle oluşan eziyetleri göğüslerken gizli şikâyette bulunmaktır. Halbuki havasa göre gerçek sabır,
mevlânın kulu için seçtiği şeylerle sevinerek ve musibetlerden lezzet alarak tamamiyle şikâyetten soyutlanmaktır.
Denildi ki:
Sabır, bazıları diğerlerinden daha üstün olan üç
makamdır:
Birinci makam:
"Tasabbür" dür. Bu, meşakkatleri zorla göğüslemeye çalışmak, şiddetli eziyet ve sıkıntıları isteksiz de olsa yutmak ve Allah'ın cari / yürürlükte olan hükümleri üzerinde sebat etmektir. İşte bu, Allah için sabretmeye çalışmaktır ki, bu avamın sabretme şeklidir.
İkinci makam:
"Sabır" makamıdır. Bu makam, musibetzedenin üzerinde bulunan ağırlığı biraz olsun hafifleştiren ve Allah'ın irade ettiği
şeylerin zorluğunu bir nebze onun için kolaylaştıran bir tür rahatlamadır. İşte bu makam, Allah için sabretme makamıdır ki; bu da müritlerin sabretme şeklidir.
Üçüncü makam:
"İstibar" makamıdır. Bu makam, mevlâ'nın irade ettiği şeylere sevinmek ve musibetlerden lezzet almak makamıdır. İşte bu, Allah'a sabretme makamıdır ki; bu da ariflerin sabretme şeklidir."
|
|
Ebû Abbas'ın bu sözünü birkaç yönden inceleyeceğiz: |
|
1. Deriz ki:
"Sabır", dinin yarısıdır. Çünkü iman iki parçadan oluşur:
- bir parçası sabır,
- diğer parçası ise şükürdür.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"... Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır."
(Sebe, 19)
Peygamber efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem)'de şöyle buyurmaktadır:
"Nefsim elinde olan (Allah'a) kasem ederim
ki:
Allah'ın bir mü'min için vereceği her hüküm, onun için hayırlıdır. Eğer ona bir darlık ve sıkıntı isabet edecek olsa, sabreder ve bu onun için hayırlı olur. Bu durum, mü'minden başka hiç kimse için söz konusu değildir."
(Müslim, 2999)
Dolayısıyla imanın bütün makamları, "sabır" ile
"şükür" arasında bulunmaktadır.
Bunu ikinci nokta ile açıklığa kavuşturalım:
|
|
2. Kul, kaçınılmaz olarak şu iki hâlden
birisinde bulunur:
- Ya nimet içerisinde,
- ya da musibetler maruz kalmış olarak bulunur.
Eğer kul nimet içinde ise, bu nimete karşılık
yapması gereken şükür ve sabırdır.
Şükür yapmasına gelince, bu o nimetin bağı,
sabit kalması ve artmasının kefilidir.
Sabretmesi ise, o nimeti giderecek sebepleri yapmamak ve onu muhafaza edecek sebepleri yerine getirmek içindir.
Dolayısıyla nimet içinde bulunan kimse, musibetzedenin sabretmeye ihtiyaç duymasından daha fazla sabretmeye muhtaçtır.
İşte şükreden zengin ile sabreden fakir meselesinin
sırrı buradan anlaşılır ve bilinir ki, onların her biride hem şükretmeye, hem de
sabretmeye muhtaçtır.
Hiç şüphesiz ki bazen zengin olan kimsenin sabrı,
fakirin sabrından daha mükemmeldir. Aynı şekilde bazen fakirin şükrü,
zengininkinden daha mükemmel olur. Muhakkak ki onların en faziletlisi hem şükür,
hem de sabır bakımından en yüce olan kimsedir.
Ve yine muhakkak ki şükür ve sabırdan birisi üstün
olduğu zaman, diğeri de onunla beraber yücelir. Zira şükür, sabretmeyi
gerektirir ve onsuz mükemmel olması mümkün değildir. Aynı şekilde sabır da
şükretmeyi gerektirir ve o olmadan mükemmel olması imkan dışıdır. Hiç şüphesiz
ki şükür ortadan kalktığı zaman, sabır da kalmaz.
Aynı şekilde sabır olmadığı zaman, şükür de bulunmaz.
Şayet kul belâ ve musibetlere maruz kalmışsa, yine
yapması gereken sabır ve şükürdür.
Sabretmesinin gerekli olması, zaten açıktır.
Şükretmesinin gerekliliğine gelince, Bu musibet
hususunda Allah'ın kendisi üzerinde bulunan hakkını yerine getirmesi içindir.
Çünkü Allah'ın kul üzerinde, hem nimet içinde bulunduğu zaman, hem de musibet ve
belâlara maruz kaldığı zaman kulluk görevini yerine getirmesi hakkı vardır.
Böylece anlaşıldı ki, Allah'a yürüyen bir kulun
sabırdan ayrılması mümkün değildir.
|
|
3. Sabır üç kısımdır:
1. Masiyet olan şeyleri yapmamak üzere sabır..
2.Tâatleri edâ etmek üzere sabır..
3. Belâ ve musibetlerden dolayı Rabb'ini şikâyet etmemek üzere sabır.
Kul için bu üç hâlden biri kaçınılmaz olduğuna göre, sabır da kul için kaçınılmaz olup, ondan ayrılması imkansızdır.
|
|
4. Allah'ü Teâlâ kitab'ında, takriben
doksan yerde sabırdan bahsetmiştir. Bazen sabretmeyi emretmiş, bazen
sabredenleri övmüş, bazen peygamberine, sabredenleri müjdelemesini emretmiş; bazen yardım ve zaferin oluşması için sabretmeyi şart koşmuş ve bazen de sabredenlerle beraber olduğunu haber vermiştir. Allah'ü Teâlâ, insanların en seçkini ve yücesi olan peygamber ve Rasûllerini sıfatıyla övmüştür. Peygamberi Eyyûb
(sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten biz onu sabırlı bulduk. O (Eyyûb)
ne güzel kuldu. Hakikaten o daima (Allah'a) yönelirdi."
(Sâd, 44)
Başka bir âyeti kerimede şöyle buyuruyor O:
"(Rasûlüm,) sabret; senin sabrın
ancak Allah'ın (yardımı) iledir.."
(Nahl, 127)
Sıdık olan Yûsuf (sallallahu aleyhi ve sellem)'da kardeşlerine cevaben şöyle demişti:
"Aa! Yoksa sen, sen Yûsuf musun?" dediler. O da " Ben yûsuf 'um, bu da kardeşimdir. Allah bize lûtufta
bulundu (bizi korudu ve yüceltti). Çünkü hakikat şudur ki: kim ' Allah'ın
emrine uygun yaşar' ve sabrederse, muhakkak ki Allah iyilerin mükâfatını zayi
etmez" dedi." (Yûsuf, 90)
Hiç şüphesiz ki bu âyetler, imanın en büyük ve yüce
makamının sabır olduğunu, Allah'a en yakın olan insanların, en çok sabreden
kimseler olduklarını ve havasın bun avamdan daha çok muhtaç olduklarını
göstermektedir.
|
|
5. Şüphesiz ki sabır, her türlü kemâlin oluşmasının sebebidir. Hiç şüphe yok ki insanların en mükemmeli, en çok sabredenleridir. Kul için mümkün olan kemâlin oluşmamasının tek sebebi, sabrının zayıf olmasıdır. Çünkü kulun kemâli, azim / kararlılık ve sebat ile oluşur. Hiç şüphesiz ki azimli / kararlı olmayan kimse, noksan bir kimsedir. Aynı şekilde azimli olan, ancak bu kararlılığı üzere sebat edemeyen kimse de noksandır. Fakat bir kimsede hem azim, hem de sebat bulunduğu zaman; hiç şüphesiz ki bu, her türlü yüce makamı ve kâmil hâli meyve verir. İşte bundan dolayıdır ki peygamber efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) duâ ederken şöyle buyurmuştu:
"Allahım, ben senden, bu iş hususunda sebatkâr
olmayı ve rüşt / doğruluk ve olgunluk üzere azimkar olmayı istiyorum."
(Tirmizi, 3404; Nesei, 3/54; Ahmed,
4/123)
Azim ve sebat ağacının, sabır gövdesinden başka bir
şey üzerinde durmayacağı zaten bilinmektedir. Eğer kul, üç harften oluşan bu
"sabır" isminin altında bulunan hazineyi bilmiş olsaydı; şüphesiz ki
ondan geri kalmazdı.
Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve daha
geniş / iyi bir şey verilmiş değildir."
(Buhari, fethü'l Bari, 3/335; Müslim, 1053.)
Şüphesiz ki sabır, saadet hazinesinin
tılsımıdır; kim bu tılsımı çözerse, saadet hazinesini elde eder.
|
|
6. Ebû Abbas şu sözüne gelince:
"Sabır, nefsin hoşlanmadığı bir şeye onu zorlamak,
şikâyet etmemesi için dili bağlamak, şiddetli eziyet ve sıkıntıları göğüslemek
için kendini zorlamak ve hayırlı akıbeti beklemektir."
Biz deriz ki:
Bu, sabrın kısımlarından sadece bir tanesidir. O da,
belâ ve musibetlere karşı sabretmektir.
Tâatler üzerinde sabretmeye gelince; onda bazen bu şeylerin hepsi veya bazısı bulunur, bazen de hiçbiri bulunmaz. Bilakis kul bununla süslenir ve sadece Allah'ı sevdiği ve O'nun
rızasını gözettiği için bunu yapar. Bununla beraber bizzat sabır, bunların olmasını gerektirir ve ancak bunlarla gerçekleşir. Çünkü sabır, sabrın devamı için nefsi zorlamaktan ibarettir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Sabah ve akşam rızasını dileyerek Rabb'lerine yalvaranlarla beraber candan sabret."
(Kehf, 28)
Masiyetleri yapmamak üzere sabretmeye gelince; onda da bazen bunların hepsi veya bazısı bulunur, bazen de sabreden kimse masiyete iten içgüdülere tamamen hâkim olduğu için bunların hiç birisi bulunmaz.
Fıtratın gereği olan musibetin acısını hissetmek gibi şeylerin lezzete dönüşmesi veya olmaması imkansız bir şeydir. Dolayısıyla: sabrederken zorlanmak ve eziyet çekmek, nefsi kızmamaya ve dili şikâyet etmemeye zorlamak cüretkârlık ve Allah'a karşı münazaa etmektir, Demek doğru olmaz.
Bilakis bunlar, katıksız bir şekilde Allah'a kulluk etmek, O'na boyun eğmek ve O'nun emirlerine uymaktır. Bunlar, belâ ve musibetler esnasında kulun üzerinde farz olan Allah'a kulluk yapma hakkıdır. Dolayısıyla bunları yerine getirmek, kulun kemâlinin ta kendisidir. Zaten tabiatın gereği olan şeylerin meydana gelmesi
kaçınılmazdır. Kim ki sebepleri bulunduğu halde soğukluk ve sıcaklığı, açlık, susuzluk ve acıyı hissetmemek istiyorsa;
şüphesiz ki o imkansız olan bir şeyi istemiş olur. Muhakkak ki ecir almak için,
bu tür acı ve zorlukların meydana gelmesi ve bunlara sabretmek gerekir.
Nitekim peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem)'in şöyle dediği sabit olmuştur:
" İnsanlar arasından en şiddetli
musibetlere maruz kalanlar, peygamberlerdir. Onlardan sonra en iyi olanlar,
bunlardan sonra da iyi olanlar gelir.."
(Tirmizi, 2398; Ahmed, 1/172; İbni Mâce, 4023)
Peygamber efendimiz hasta iken
ona:
"(Ya Rasülûllah,) senin ateşin çok yüksek" denildiğinde, o şöyle demişti:
"Evet, şüphesiz ki benim için,
sizden iki kişinin ecri vardır."
(Buhari= Fethü'l Bari, 10/110-Müslim, 2571)
Hiç şüphe yok ki bu ateş, Ona
(sallallahu aleyhi ve sellem) acı vermekteydi. Yine peygamber efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem ölüm hastalığındayken şöyle demişti:
"Ah başım!"
(Buhari= Fethü'l Bari, 13/205.)
muhakkak ki bu söz, baş ağrısının acısından kaynaklanmaktaydı. Yine O ölümün acıları hakkında şöyle diyordu:
"Allahım, ölümün acılarına
karşı bana yardım et."
(Tirmizi, 978; İbni mâce, 1623; Nesei, 1093; Ahmed, 6/64.)
İşte bütün bunlar, onun ecrinin kemâle ermesi ve
derecelerinin yükselmesi içindir. Bütün bunlar, katıksız kulluk ve kemâlin ta
kendisinden başka bir şey midir?
Hiç şüphesiz ki cüretkârlık ve çekişme, sabretmeyi
terk etmede ve şikâyet edip kızmada bulunmaktadır.
|
|
7 - Ebû Abbas şöyle demişti:
"...Bu durumda sabreden kimse, musibetlerden oluşan
eziyetleri göğüslerken gizliden şikâyette bulunmaktadır."
Biz de deriz ki:
Kulun kendisinden soyutlanması mümkün olan şey, "şekva"dır. Ancak kulun musibetlerden oluşan eziyetleri tatmaması, onları hissetmemesi ve onlardan lezzet almasına gelince; işte bu mümkün olmayan bir şeydir. Zira bu tabiata / fıtrata aykırıdır. Fakat kulun, kat kat olan belâ ve musibetlerde Allah'ın kendisine olan lütfunu,
hüsnü ihtiyarını ve o musibetleri taşıma zorluğunu kendisinden kaldırmasındaki iyiliğini müşahede etmesi mümkündür. İşte bu müşâhedesiyle kul için bir lezzet oluşabilir. Bunun üstünde bundan daha yüce bir mertebe daha vardır. O da şudur:
Kul, bütün bu musibetlerin mahbubunun iradesiyle meydana geldiğini, O'nun bunları görüp işittiğini, bunların O'nun kuluna hediyesi olduğunu ve O'nun kuluna giydirdiği bir elbise olduğunu müşahede etmelidir. Böylece kulun, Allah'ın izzet ve celâline boyun eğme, O'na yalvarıp yakarma etekleri yerlerde uzayıp gider. Ve kul bilir ki,
muhabbetin hakikati, mahbubun sevdiği şeylerde O'na muvafık olmaktır. Bunu bilen kul, mahbubunun sevdiği şeyleri sever.
Dolayısıyla bu kul, bu musibet hâlini de, beşeri tabiatı itibariyle sevmese de mahbubuna muvafakat için sever. Hiç şüphesiz ki kulun tabiatı gereği bunu sevmemesi, mahbubuna muvafakat için onu sevmesine münâfi değildir. Nitekim kul, tabiatı gereği bir ilâçtan hoşlanmaz, ancak başka bir açıdan onu sever. Hiç şüphesiz ki, hem kendisi, hem de sebepleri zayıf olmakla beraber yaratılmışlara yönelik olan sevgide bile bu böyledir. Nitekim biri şöyle demiştir:
Sen beni hor gördün, ben de nefsimi hor görmek için uğraştım;
Zira sen hor gördüğün kimseye ben ikram edecek değildim.
Muhakkak ki sevgi kulu öyle bir mertebeye çıkarır ki, kul mahbubunun isteklerini müşahede ederek, kendisinin mahbubundan istediği şeyleri unutuverir. Bu mertebede bulunan kul, mahbubunun istediği bir şeyi gördüğü zaman; tabiatı gereği hoşlanmasa bile onu sever. Kulun bu muhabbeti, bu musibetin akıbetini ve neticede ulaştıracağı nimet ve lezzetleri bilmesiyle daha bir kuvvet kazanır. Kulun bu husustaki bilgisi ve imtihan etmekle kendisini hatırlayan / anan zâta olan muhabbeti arttıkça, yaratılışın gereklerinden olan tabii istememezlik
ile birlikte kulun bu musibetten lezzet alması da artar. Özellikle de kendisine
en sevimli olan şey mahbubunun kendisini hatırlatması olan bir kul, imtihan
etmekle mahbubunun kendisini hatırlayıp andığını biliyorsa...
Şüphesiz ki bu kul, mahbubunun hatırlama ve anma
konusu olan şeyi tabii olarak sevmese de, O'nun kendisini hatırlayıp anmasından
dolayı çok sevinecektir.
Nitekim şair şöyle demektedir:
Senin benden kötülükle bahsetmen, benim hoşuma gitmesede;
Ancak benim senin hatırından geçmem, beni sevindirmekte.
|
|
8. Ebû Abbas'ın:
"Sabır, bazıları diğerlerinden üstün olan üç kısımdır. Birinci kısmı tasabbür'dür... bu da avamın sabretme şeklidir" sözüne gelince; deriz ki:
Şüphesiz ki "tasabbür", biraz zorlanmaya ve istemeden zorlukları göğüslemeye delâlet etmektedir. Ancak sabır için bu kaçınılmaz ve zorunludur. Zira bu, sabrın kendisiyle elde edildiği sebeptir. Hiç şüphe yok ki kul zorla sabretmeye çalışacak, bunun meyvesi olarak Allah kendisine sabretme özelliğini bahşedecektir.
Nitekim bu konuda peygamber efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
"kim sabretmek için kendisini
zorlarsa, Allah onu sabırlı kılar."
(Buhari, fethü'l Bari, 3/335; Müslim, 1053)
Sabretmeye çalışmanın sabır karşısındaki konumu,
ilim öğrenme ve anlamaya çalışmanın ilim ve fehm karşısındaki konumu gibidir.
Sabırlı olabilmek için, sabretmeye çalışmak
zorunlu ve kaçınılmazdır.
|
|
9. Ebû Abbas dedi ki:
"İkinci kısmı sabırdır. Bu makam, musibetzedenin üzerinde bulunan ağırlığı biraz olsun hafifleten ve Allah'ın irade ettiği şeylerin zorluğunu onun için bir nebze kolaylaştıran bir tür rahatlamadır. İşte bu makam, Allah için sabretme makamıdır ki; bu da müritlerin sabretme şeklidir."
Sabrın, sabretmeye çalışmanın / tasabürün meyvesi olduğu daha önce geçmişti. İşte bunların ikisi de, ancak Allah için oldukları zaman methedilirler. Bunların olması için de, Allah ile / O'nun yardımı ile olmaları gerekir. Zira O'nun yardım olmadan, bunlardan hiç biri olmaz. Bunlardan O'nun için olmayan ise, faydası ve meyvesiz olur. Bunların ikisi de, seyr u sülük eden müridin maksadını oluşturmalan için sadece Allah için ve O'nun yardımıyla olmaları gerekir. Kendisinin yardımıyla olan sabır hakkında Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"(Rasûlüm,) sabret; senin sabrın
ancak Allah'(ın yardımı) iledir. "
(Nahl, 127)
Kendisi için olan sabır hakkında da şöyle buyuruyor:
"Rabb'inin hükmü için sabret"...
(Tûr, 48)
Bu sabırlardan hangisinin, O'nun için sabretmek mi, yoksa O'nunla sabretmek mi daha faziletlidir? Bu konuda insanlar ihtilaf etmişlerdir.
"Menâzilü-s-sâirin" isimli kitabın sahibinin de içinde bulunduğu bir grup şöyle dedi:
"Sabır çeşitlerinin en zayıfı, Allah ile sabretme mertebesi vardır ki, bu da Allah'ın rızasını ve vereceği mükâfatı isteyerek O'nun emirleri hususunda nefsini sabretmeye zorlayan Âbidin sabretme şeklidir. Zira birincisi, ibâdetleri yapmak ve haramlardan kaçınmak üzere sabredendir. Allah ile sabretmek ise, kulun her türlü güç ve kuvvetten teberi etmesi ve bunları sadece Allah'a izafe etmesidir. İşte bu müridin sabretme şeklidir. Allah'a sabretmeye gelince, ileride geleceği gibi Allah'ın hüküm ve kaderlerinin ilintili olduğu sabır budur ki bu da sâlikin sabrıdır."
Muhakkak ki doğru olan şudur ki:
Allah için sabretmek, Allah ile sabretmekten daha
mükemmel ve yücedir. Çünkü Allah için sabretmek, O'nun uluhiyeti ve muhabbeti
ile alakalıdır. Allah ile sabretmek ise, O'nun rububiyet ve meşieti ile
alakalıdır. Şüphesiz ki O'nun için olan bir şey, O'nun yardımıyla meydana gelen
şeyden daha üstündür. Çünkü O'nun için olan şey gaye, O'nun yardımı ile olan şey
ise vesilesidir. Dolayısıyla O'nunla sabır vesile, O'nun için sabır ise gayedir.
Bunların arasında bulunan farklılık, gaye ile vesileler arasındaki farkın
aynısıdır.
Hem Allah için sabretmek, Allah'ü Teâlâ'nın:
"yalnız sana (ibadet ve itaat ile) kulluk
eder ve yalnız senden yardım dileriz" (Fatiha, 5) sözüyle ilintilidir.
Bu iki cümle kul ile Allah arasında taksim edilmiştir. Nitekim Rabb'inden rivayet ederek peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem)'de sabit olmuştur ki:
"yalnız sana kulluk ederiz" kısmı
Allah'ın payı, "yalnız senden yardım dileriz" kısmı da kulun payıdır."
(Müslim, 395; Ebû Dâvûd, 821; Tirmizi, 2953; Nesei, 2/135-136; İbni Mâce, 3784.)
Şüphesiz ki Allah için olan kısım, kulun payı olan
kısımdan daha yücedir. Aynı şekilde Allah'ın payı ile ilintili olan her şey,
kulun payı ile alakalı olan şeylerden daha üstündür.
Hem Allah için sabretmenin kaynağı muhabbet, Allah ile sabretmenin kaynağı ise istiâne / yardım istemedir. Muhabbet ise istiâneden daha mükemmel ve daha yücedir.
Allah'a sabretmeye gelince bu, Allah'ın dini ve kevni
hükümlerine sabretmektir. Muhakkak ki bu, hem Allah'ın emirlerine sabretmeyi,
hem de Allah'ın verdiği musibetlere sabretmeyi gerektirir. Zaten sabredilecek
üçüncü bir şey de yoktur.
En iyisini Allah bilir.
Böylece ortaya çıktı ki, bütün kısımlarıyla sabır, imanın bütün makamlarının aslıdır. Aynı şekilde sabır, kulun kemâlinin de aslıdır ve onsuz kulun kemâle ermesi imkansızdır.
Sabrın sadece bir kısmı kötüdür ki, o da Allah'tan kaçma üzere sabretmektir. Bu, Allah ile aralarında perde olan ve O'ndan yüz çeviren kimselerin sabretme şeklidir. Kişinin kendi mahbubundan kaçmak üzere sabretmesi, olabilecek en kötü ve en çirkin bir şeydir. İşte seven kimseyi sevdiğinin gözünden düşüren şey de bundan başkası değildir. Muhakkak ki sevenin muhabbeti kemâle erdikçe, mahbubundan uzak kalmaya sabretmesi o nispette imkansızlaşır.
|
|
10. Ebû Abbas dedi ki:
"Sabrın üçüncü kısmı istibârdır. Bu, musibetlerden
lezzet alma ve mevlâ'nın ihtiyar ettiği / seçtiği şeylerle sevinme makamıdır.
İşte Allah'a sabır makamı budur ve bu makam ariflerin sabır makamıdır."
Biz de deriz ki:
Şüphesiz ki bu kalıp, mânânın "sabır" kalıbındakinden biraz daha fazla olduğunu göstermektedir. Bu kalıp, delâlet ettiği mânânın kişinin meleksi ve huyu hâline geldiğini göstermektedir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"... (Şimdi sen) onları gözetle ve
(eziyetlere) sabret." (Kamer, 27)
Hiç şüphe yok ki "istibar"
kalıbı, "sabır" kalıbından daha mübalağalıdır.
Nitekim "iktisâb" kalıbı
ile "kesb" kalıbı arasında da aynı fark vardır. Bundan dolayı iktisâb, sahibinin aleyhine olan ameller için; kesb ise sahibinin lehine olan ameller için kullanılmıştır.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"...(Her kesin) kazandığı
(kesb ettiği iyilik) kendi yararına; yaptığı (iktisâb ettiği kötülükler)
de kendi zararınadır." (Bakara, 286) bununla Allah'ü Teâlâ,
mükâfatın en düşük bir gayret ile elde edilebileceğine; ancak azabın, kulun bilerek, isteyerek ve biraz da zorlanarak kendi tasarrufu ile yaptığı amellere bağlı olduğuna dikkatleri çekmektedir. Bu iyice bilindikten sonra deriz ki:
Hiç şüphesiz ki musibetlerden lezzet almak ve Mevlâ sübhanehû'nun ihtiyar ettiği
/ seçtiği şeylerle sevinmek, sadece "istibâr makamında" bulunan bir şey değildir. Bilakis bu, hem
"sabır", hem de "tasabbur" makamlarında da vardır. Fakat "istibâr", sabırdan daha mübalağalı ve kuvvetli olunca; bu lezzet alma ve sevinme hususunda daha öncelikli oldu.
Allah'ü Teâlâ en iyisini bilir.
|
|
İÇİNDEKİLER |
4. Bölüm
|
|
|
|