İnsanlar, seçkin ve değersiz olmak üzere iki kısma ayrılmaktadırlar.
- Seçkin insanlar: Rabb'ine giden yolu bilen ve Rabb'ine ulaşmak için o yolda yürüyen insanlardır. İşte Rableri katında yüce olanlar bunlardır.
- Değersiz ve ayak takımı olan insanlar ise: Rablerine giden yolu bilmeyen ve o yolla tanışıklığı olmayan kimselerdir. İşte Allah katında azarlanan ve hor görülenler bu tip kimselerdir. Bunlar hakkında Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Allah kimi hor kılar (alçaltır)sa, artık onu hiçbir yükseltecek yoktur.."
(Hac, 18)
Allah'a giden yol, hiç şüphesiz ki bir tane olup taaddüt etmez. O da, kendisinde yürüyen kimseyi Allah'a ulaştıran
"sırat'ı müstakim" yoludur.
Allah'ü Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:
"İşte bu (İslâm), dosdoğru yolumdur.
O halde ona uyun, (başka) yollara uymayın.."
(En'âm, 153)
Bu âyeti kerimede Allah, kendi yolunu "müfred / tekil" olarak zikretmiştir. Çünkü O'nun yolu, gerçekte bir olup taaddüt etmez. Kendi yoluna zıt ve muhalif olan yollan ise,
"cemi' / çoğul" kipiyle zikretmiştir. Çünkü bu yollar, çok olup farklı farklı çeşitlikler arzetmektedirler.
Nitekim peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) düz bir çizgi çizmiş ve :
"İşte bu Allah'ın yoludur" demiş; daha sonra o çizginin sağından ve solundan bir çok enine çizgiler çizerek:
"İşte bunlar da (Allah'ın yolu dışındaki)
yollardır. Ve her yolun başında ona da'vet eden bir şeytan bulunmaktadır" demiştir. Daha sonra şu âyeti kerimeyi okudu:
"İşte bu (İslâm), dosdoğru yolumdur. O
halde ona uyun, (başka) yollara uymayın. Sonra (bunlar) sizi
Allah'ın yolundan ayırır.." (En'âm, 153)
Allah'ü Teâlâ'nm şu sözü de bunun gibidir:
"Allah, iman edenlerin "dostu ve yardımcısı" dır;
onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tağut (Allah'tan uzaklaştıran ve emirlerini yapmaktan men edenler)dir ki, onlar da
onları aydınlıktan çıkarır karanlıklara (sokar)." (Bakara, 257)
Burada Allah, kendi yolu olan "nuru / aydınlığı"
tekil; şeytanın yolu olan "zulûmatı / karanlıkları" ise çoğul olarak zikretmektedir.
Bu hususu iyice anlayan bir kimse, Allah'ü Teâlâ'nın :
"Hamdolsun, gökleri ve yerleri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a"
(En'âm, 1.)
sözündeki "aydınlığın" tekil, "karanlıkların" ise çoğul olarak zikredilmesindeki sırrı anlayabilir.
Bununla beraber bu âyeti kerimede bundan daha ince bir sır mevcuttur ki, bunu, nurun menbaını, nereden taştığını, neyden oluştuğunu ve bütününün aslının bir olduğunu bilen kimseler bilirler. Karanlıklara gelince, onları gerektiren perdelerin / engellerin sayısınca taaddüt ederler ve bunlar da gerçekten çok fazladırlar. Bu perdelerden her birinin kendine özgü bir karanlığı vardır.
Bu karanlıklardan hiç biri, ne aslı ne de vasfı itibariyle; ne Allah'ın zâtı, ne isimleri ve ne de fiilleri yönüyle hidâyete erdirici ve her şeyi aydınlatıcı olan Allah celle celâlûh'a dönmez. Fakat bu karanlıklar, Allah'ın yarattığı şeylerden kaynaklanmaktadır. Zira karanlıkları vareden O'dur. O'nun yarattığı şeyler ise çok fazladır. Ancak nur, Allah'ın ismine ve sıfatına dönüktür. Göklerin ve yerin nuru / aydınlatıcısı olan Allah, benzeri olmaktan münezzehtir.
İmam Darimi'nin naklettiğine göre Abdullah b. Mesud
şöyle demiştir:
"Rabbinizin katında gece ve gündüz yoktur.
Göklerin ve yerin aydınlığı, O'nun yüzünün nurundandır."
Ebû zer (r.a.) şöyle diyor:
Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e:
"Ey Allah'ın elçisi, Rabbini gördün mü?" diye
sorduğumda, o şöyle cevap verdi: "O bir nur'dur. Nasıl O'nu göreyim?"
(Müslim, 178.)
Elhasıl:
Allah'a giden yol bir tanedir. Zira O'na giden yol,
apaçık haktır; hak ise bir olur. Bu yolun kaynağı da bir tanedir. Batıl ve
sapıklık ise, sınırsızdır. Hatta hakkın dışındaki her şey batıldır. Batıla
götüren her yoldan batıldır. Dolayısıyla hem batıl, hem de batıla götüren yollar
sayısızdır.
Bazı âlimlerin söylemiş oldukları şu söze gelince:
"Allah'a giden yollar farklı çeşitlerde ve
çokturlar. Allah rahmeti ve lütfü gereği, insanların kabiliyet ve yapılarının
farklı çeşitlerde oluşundan dolayı o yolları çok yapmıştır."
Bu söz doğru olup bizim söylediğimiz yolun bir tane
olduğu prensibine aykırı değildir.
Bunun izahı şöyledir:
Allah'a giden yol bir tane olup, Allah'ı razı eden her şeyi kapsamaktadır. Allah'ı razı eden şeyler ise, farklı çeşitlerde ve çokturlar. Allah'ı razı eden şeylerin hepsi tek olan o doğru yolu oluştururlar. O'nun razı olacağı şeyler, zamanlara, mekanlara, şahıslara ve durumlara göre farklılaşan ve sayıca çok fazla olan şeylerdir.
İşte kulların istidat ve kabiliyetlerinin farklılığından dolayı, rahmeti ve lütfü gereği Allah'ın farklı şekillerde ve çok yaptığı şeyler bunlardır. Eğer, akıl ve zihinlerin farklılığına, zaaf ve kuvvetlilikte kabiliyetlerin çeşitliliğine rağmen bunları tek bir şekilde yapmış olsaydı; ardı ardına sadece devamlı bir kişi bu yolda giderdi. Fakat kabiliyetler farklı farklı olunca, herkes kendi kabiliyet ve yapısına uygun olan yolda gitsin diye bu yollar da çeşitli şekillerde oldular. İşte peygamberlerin getirmiş oldukları şeriatların farklı farklı olmaları bundan anlaşılır. Halbuki onların hepsi de tek bir dinde olup, mabudları
ve O'nun dini birdir. Bu hususta meşhur bir hadis şöyledir:
"Peygamberler, baba bir
çocuklardır; dinleri birdir."
(Buhari-el-fethü'l bari, 6/477; Müslim, 2365; Ebû Dâvûd, 4675.)
Yani babaları bir anneleri farklı olan kardeşlerdir.
Burada peygamberlerin dinleri tek olan babaya, şeraitleri de farklı annelere
benzetilmiştir. Bu iyice anlaşıldıktan sonra deriz ki:
Kimi insanların amellerinin en başta geleni ve Allah'a giden yolda en özel davranışı, ilim öğrenmek ve öğretmek yoludur. Bu kimseler bütün zamanlarını bu yolda harcarlar, Allah'ın rızasını bu yolla ararlar. Bu şekilde ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda devam ederler ve neticede bu yoldan Allah'a ulaşırlar. Bu yolda yürürlerken Allah tarafından kendilerine özel bağışlarda bulunulur. Veya ilim talep etme yolunda iken ölürler. Bunların, öldükten sonra isteklerine
ulaşmaları umulur.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde
(barınacak) bir çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah ve Rasûlü yolunda hicret
ederek evinden çıkar da sonra ona ölüm yetişirse, onun mükafatı Allah'a
aittir..." (Nisa, 100)
Kuran ilimlerini talep ederken ölen bir çok kimse, öldükten sonra rüyada görülmüş ve bu kimseler istekleri olan ilmi tamamlamakta olduklarını ve berzah âleminde öğrenmeye devam ettiklerini haber vermişlerdir. Zira kul, ne üzere yaşıyorsa, onun üzerinde de ölür.
Bir kısım insanların da en önde gelen özel amelleri
"zikir" dir. Bu insanlar zikir yapmayı, ahiretleri için azık ve gidecekleri yer için sermaye olarak kabul etmektedirler. Zikir yapmakta her gevşek davrandıkları veya kusurlu olduklarında, zarara ve ziyana uğradıklarını düşünürler.
Kimi insanların da en başta gelen amelleri namazdır. Namaz konusundaki virtleri hususunda her kusurlu davrandıklarında veya namazla meşgul olmadan ve namaza hazır olmadan her vakit geçirdiklerinde, göğüsleri daralır ve zamanlan kapkaranlık olur.
Bazı insanların da özel uğraşı ihsan ve başkalarına yardım da bulunmaktır. Kimi insanların da en çok önem verdikleri amel oruçtur. Oruç tutmadan geçirdikleri zamanlarda kalpleri hüzünlenir ve
durumları kötüleşir.
Daha başka insanların en çok üzerinde durdukları şey Kur'an okumaktır. Bunların da en çok vakitlerini dolduran ve en büyük virtleri kur'an okumaktır.
Onlardan bazılarının da yolu, iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmektir. Bu hususta Allah onlara bağışta bulunmuş ve onlar da bu yoldan Rabb'lerine gitmektedirler
Bir takım insanların da, kendisinden Allah'a gittikleri yolları hac ve umre yapmaktır.
Onlardan kimisinin de en çok önem verdiği şey, Allah'ın dışında her şeyden bağını koparmak, himmetini sadece Allah'a hasretmek, devamlı murakabe halinde bulunmak, kalbinden geçen vesvese türü şeyleri kontrol etmek ve vakitlerini boş yere zayi etmekten korumaktır.
Onlardan bazılarının da yolu daha kapsayıcı olup, her vadiden Allah'a gider ve her yoldan O'na ulaşırlar.
Bu kimseler, kendi kulluk görevlerini kalplerinin kıblesi yapmış ve gözlerinin önüne dikmişlerdir. Bu görevler nerede olurlarsa olsunlar onları arar bulurlar. Bu kimselerin her grupla beraber bir payları vardır. Kulluk görevleri nerede olursa sen de bunu orada bulursun. İlim dersen, onu ilim ehliyle beraber bulursun. Cihat dersen, onu mücahitlerin saffı arasında bulursun. Namaz dersen, onu devamlı namaz kılanlarla beraber görürsün. Zikir desen, onu zikir yapanların içinde bulursun. İhsan ve başkalarına faydalı olmak desen, onu ihsan sahiplerinden görürsün. Muhabbet, Allah'a yöneliş ve murakabe desen, onu sevenler ve Allah'a yönelenler arasında bulursun.
Elhasıl: kulluk bineği nerede bulunur ve kulluk çadırı nereye kurulmuşsa, onu da orada bulursan.
Eğer ona:
"Amellerden hangisini yapmayı daha çok istiyorsun"
dense, o şöyle cevap verecektir:
"Nasıl olursa olsun ve nerede olursa olsun, neyi
icap eder ve gerektirirse gerektirsin ben rabbimin emirlerini yerine getirmek
istiyorum. İster bu benim gücümü ve dağınık olan hallerimi bir araya toplasın,
ister de beni parça parça etsin...
Benim bunları yerine getirmekten başka hiçbir
maksadım ve muradım yoktur. Bunları yerine getirirken de Allah'ın beni
gözettiğini bilecek, hem kalbim, hem ruhum, hem bedenim ve hem de sırrımla
kendimi buna vakfedeceğim. Böylece malımı O'na teslim etmiş, O'ndan semeni
beklemekteyim.
Zira o şöyle diyor:
"Şüphesiz ki Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır.."
(Tevbe, 111)
İşte gerçekten Allah'a giden ve O'na ulaşan kul budur.
Allah'a ulaşmak demek; onun kalbinin Allah'a bağlı olması, tam ve mükemmel olarak seven birinin mahbubuna olan bağlılığı gibi Allah'a bağlı olup; O'nun dışındaki her şeye karşı O'nunla teselli bulmasıdır. Böylece O'nun kalbinde, Allah'a ve O'nun emirlerine muhabbet duymaktan ve Allah'a daha fazla yaklaşmak duygusundan başka hiçbir şey kalmaz.
Kul bu yolun başına geldiği zaman, Rabb'i ona şefkat eder; onu kendisine yaklaştırır, onu seçer, onun kalbini kendisine ayırır, hem dünyası hem de dini hususunda onun bütün işlerini üstlenir ve onu, şefkatli bir babanın çocuğunu terbiye etmesinden daha mükemmel ve daha güzel bir şekilde terbiye eder. Çünkü, kendisine itaat eden ve asi olan bütün yaratıkların tüm işlerini düzene koyan Allah sübhânehû'dur.
O halde O'nu seven, O'nu dost kabul eden, O'nun dışındaki her şeye O'nu tercih eden; mahbub, rabb, vekil, yardımcı ve hidâyete erdirici olarak insanlara değilde
O'na razı olan birisinin işlerini nasıl düzene koyar?!
Eğer Allah, ona olan lütuf ve iyiliklerinin, bildiği
ve bilmediği yönlerden ona yaptığı ihsanlarının üzerinden örtüyü kaldıracak
olursa, Allah'a sevgi besleyerek ve O'na iştiyak duyarak kalbi erir ve Allah'a
şükür olsun diye yerinden fırlardı.
Fakat kalplerin arzular âlemine meyletmesi ve
sebeplere bağlanması, bunu müşahede etmekten onları alıkoydu. Böylece kalpler,
en mükemmel nimetten yoksun kaldılar. Şüphesiz ki bu, mutlak galip ve her şeyi
bilen Allah'ın takdiridir. Yoksa hangi kalp, Allah'ı tanımanın ve O'nu sevmenin
tatlılığını tattıktan sonra O'ndan başka bir şeye meyleder ve O'nun dışındaki
bir şeyin yanında sükunet ve huzur bulabilir ki? Ebediyen böyle bir şey olmaz!
Bu hususta herhangi bir şey tattıktan ve Allah'a ulaştıran yolu tanıdıktan sonra bunu terk eden ve kendi nefsani iradelerine, rahatına, arzularına ve dünyevi lezzetlere yönelen kimse;
Felâkete sürüklenmiş, kalbini
sıkıntılar hapishanesine koymuş ve hayatı boyunca hiçbir insanın çekmemiş olduğu
işkence ve azaplara maruz kalmış olur.
Böyle birinin hayatı, acizlik, gam ve üzüntüyle
doludur. Ölümü ise, keder ve hasret olur...
Ahireti pişmanlık ve eseftir. Bu kimse son derece
ihmalkâr davranmış ve bütün gücünü kuvvetini kaybetmiştir. Nefsini de üzüntü ve
kederlere boğmuştur. Artık ne cahillerin hissettiği nefsani lezzetleri
hissedebilir, ne ariflerin içinde bulunduğu manevi rahata erebilir...
Yardım isteyen bu kimse artık yardım edilmez ve
şikâyet edince de şikâyeti dinlenmez...
Bunun sevinç ve neşeleri sırtını dönüp gitmiş;
onların yerine acı, hüzün ve hasretler gelmiştir. Böyle birisi, her şeye yaban
olmayı aşinalığa, zilleti izzete, fakir ve muhtaç olmayı zenginliğe, dağınıklığı
toplu bulunmaya tercih etmiştir.
Bütün bunların sebebi ise, onun, Allah'a giden
yolu tanıdıktan sonra ondan yüz çevirip yüz üstü yere kapanarak gitmeyi tercih
etmiş olmasıdır.
Böylece o, gördükten sonra kör olmuş, tanıdıktan
sonra inkâr etmiş, yöneldikten sonra sırtını dönüp gitmiş, davet edildiği halde
icabet etmemiş ve kendisine açılan kapıya sırtını dönmüştür...
Aynı şekilde o, mevlasının yolunu bırakıp; bütünüyle kendi heva ve hevesine yönelmiştir.
Bundan dolayı bu kimse, rahat yaşamak gibi bazı şeylerden lezzet alsa ve haz duysada; onun kalbi, tevhidin geniş sahalarında, kainata aşina olma meydanlarında, muhabbet bahçelerinde ve Allah'a yakınlık sofralarında gezmekten engellenmiştir.
Hak olan ilâhından yüz çevirdiği için aşağıların aşağısına düşmüş ve helak olanların arasına katılmıştır. Allah'tan uzak olma ateşi, her vakit onun kalbinin üzerinde yanmaktadır.
Onun, Rabbinden yüz çevirmesi sebebiyle bütün varlıklar da ondan yüz çevirdikleri için; hiçbir isteğini tam anlamıyla elde edemez o. Yeryüzünde yürüyen bir kabirdir o. Onun ruhu cismine yabancılaşmış ve kalbi hayattan sıkılmıştır. Ne olursa olsun ölümü isteyip arzular hale gelmiştir o. O bu durumda iken ölüm meleği ona gelirse -bundan Allah'a sığınırız-, kendisiyle hak mevlası arasındaki perdeden dolayı onun başına gelecek acı verici azabı ve mevlasına sırtını dönüp uzaklaşması ateşiyle nasıl yakıldığını hiç sorma! Artık onunla isteği ve saadeti arasına
engel olunmuştur.
Eğer miskin kul bu durumu düşünür ve nefsinde tasvir edip hakikatiyle görecek olursa, Allah adına yemin olsun ki kalbi paramparça olur ve artık ne yiyeceklerden ne de içeceklerden hiçbir lezzet almazdı; tepelere çıkarak Allah'a sığınır, O'ndan yardım ister ve razı edebileceği zaman çıkmadan O'nu razı etmeye çalışırdı.
Hiç şüphe yok ki kul şehevi arzularını ve yaz bulutu ya da gelip geçen bir hayal gibi olan fani lezzetlerini tercih edecek olursa, bu arzu ve lezzetlere en çok muhtaç olduğu bir anda bunlar ona zehir olur ve bunlara en çok güç yetirdiği bir zaman da kendisiyle bunların arasına engel olunur. Bu husus, yarattıkları hakkında Allah'ın değişmez bir sünnetidir. Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
".. .Nihayet yeryüzü (bitkilerle) zinetini takınıp süslendiği, sahiplerinin de
(o mahsûlü biçmek ve toplamak için) ona muktedir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün o yere
(âfet) geliverirde, (sanki dün hiç bitkilerle) zengin olmamış gibi orayı
(kökünden) biçilmiş hale getiririz. İşte biz, düşünen bir toplum(un ibret alması, aldanmamaları)için âyetleri geniş geniş açıklıyoruz."
(Yunus, 24)
İşte bu, kulun rabbinden yüz çevirmesi ve kendi arzularını Rabb'inin razı olacağı şeylere tercih etmesinin neticesidir.
Böylece kader, onun isteklerinin yerine gelme yollarını tıkamakta ve o her iki şeyi de zarar etmiş olmaktadır. Nefsani arzuları yerine gelmediği için ve kendisinin payı olmayan şeylerin arkasından hırsla koşturduğu için dünyada eziyet ve ızdırap içerisinde bulunmaktadır. Dünyada kendisi için ayrılmış olan payla beraber de korku, hüzün, sıkıntı ve çeşitli acılar bulunmaktadır. Onun hayatı, dinmeyen üzüntülerle, bitmeyen hasretlerle, hiçbir şey elde etmeyen hırsla, nihayetsiz bir zilletle ve kalbinden hiç çıkmayan bir tamahla doludur. İşte onun dünyadaki hayatı...
Berzah aleminde ise, bunların kat kat fazlası mevcuttur. Zira onunla arzuladığı şeyler arasına engel olunmuş; Rabb'ine yakın olmak, O'nun ikramına mazhar olmak ve mükâfatını elde etmek gibi temenni ettiği şeyler artık tamamiyle elinden çıkmış ve gamla kederin her türlüsüne maruz kalmıştır.
Amellerin karşılığını görme yurdu olan ahiret âlemine gelince, zaten orası, onun gibi kovulmuş ve uzaklaştırılmış olanların hapishanesidir.
Ey merhamet edenlerin en merhametlisi ve yardım isteyenlerin yardım edicisi olan Allahım! Sen bizlere yardım et.
Kim tamamen Allah'a sırtını dönecek olursa, Allah'da tamamiyle ondan yüz çevirir; Allah kimden bütünüyle yüz çevirirse, o kimse için bedbahtlı, sıkıntılar, bütün amel ve hallerinde zarar ve hem dini hem de ahretinin bozulması kaçınılmaz olur.
Çünkü Rabb Teâlâ hangi yönden yüz çevirecek olsa, hemen o yönün çevresini felâketler sarar, her tarafı kapkaranlık oluverir, nurları kaybolur, Allah'ın ondan yüz çevirme ıssızlığı onun yüzünde belirir ve orası artık şeytanların sığındığı, serlerin yöneldiği ve belaların döküldüğü bir yer olur. Dolayısıyla her şeyden tamamen mahrum olan kimse, Allah'a giden yolu tanıdıktan sonra ondan yüz çeviren veya O'nun sevgisinden bir parıltı gördüğü halde onunla Allah'a ulaşmayan ve böylece onu da kaybeden kimsedir.
Özellikle de iradesiyle nefsani lezzetlerine yönelen ve bütünüyle nefsani maksad ve arzularını gerçekleştirmeye çalışarak gece
gündüz, sabah akşam demeden bunun için uğraşan kimse...
Böylece bu kimse, en yüksek dereceden en aşağı
seviyeye düşmüş olur. Zira bu kimsenin üzerinden öyle bir vakit geçmişti ki, o
an için bütün gayesi Allah ve bütün isteği Allah'a yakın olmak, O'nu razı etmek
ve O'nun rızasını her şeye tercih etmek olmuştu..
Bunun üzerinde sabahlıyor ve bu şekilde akşamlıyordu, gece ve gündüzü hep bu şekilde geçiriyordu. O durumda onu tek velisi Allah idi. Çünkü Allah, kendisini dost edinenlerin dostu, kendisini sevenleri seven ve onların bütün işlerini üstlenendir. O bu yüce halden çıkıp heva ve heves hapsine girdi, düşmanına esir düştü, masiyet
kuyusuna yuvarlandı; şaşkınlık ve dağınıklık vadilerinde dolaşmaya başladı ve
çok yüce olan isteklerden yüz çevirip hasis ve fani olan maksatlara yöneldi..
Daha önce kalbi arşın etrafında dolaşırken, şimdi aşağıların en aşağısında
hapsedilmiş bulunmaktadır.
Tüyleri yolunmuş şahin gibi oldu;
Her bir kuş uçtuğunda üzüntüye kapılır..
Ömrü boyunca bahçelerde nimetleniyordu;
Arzuladığı her avı yakalayabiliyordu..
Bu musibete maruz kalınca da;
Kanatları kırık hüzünlü oldu..
Rabbinin marifeti ve muhabbetini tattıktan sonra bundan yüz çeviren ve onu başkasıyla değiştiren kimselere yazıklar olsun!
Ne kadar garip! Allah'ın marifet ve muhabbetini verip neyi aldı ki? Gönlü nasıl rahat edebildi?
Rabb'nin şefkat ve merhametine nasıl oldu da dönmedi?
O'nun şefkat kucağının haricinde nasıl mesken edinebildi? Nasıl oldu da mevtasının kendisi için düşmanlık ettiği kimseye kalbini vatan yaptı?
Veyl olsun ebedi hayat ve nimetlerden yüz çevirenlere!
Büyük ve yüce olan saadeti acı verici azaba satanlara yazıklar olsun!
Allah'ın razı olmasıyla gerçekleşen saadet, rahat ve kurtuluşa kızıp; saadeti başkasını razı etmekte olanın rızasını arayanlara veyl olsun!
Şüphesiz ki dünyevi nimetler, başlangıcı lezzet
sonucu helak olan zehirli bir yemeğe benzemektedirler. Bunları tahsil etmek için
çalışıp gayret eden kimse, kendisinin dokunduğu kaza da hapis kalan ve bütün
çıkış yollarını kendisi dokuyarak kapatan ipek böceğine benzer..
Bu kimse, pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda
pişman olacak ve affedilmesinin mümkün olmayacağı bir anda affedilmesini
isteyecektir.
Bütünüyle Allah'a yönelen ve hem iradesini hem de muhabbetiyle O'na ibadet eden kimselere müjdeler olsun!
Zira Allah'ta böyle bir kuluna, dost olmasıyla, rahmetiyle, şefkatiyle ve muhabbetiyle yönelir. Ve Allah bir kula müteveccih olduğu zaman, o kulun her tarafı aydınlanır, karanlıklar onun çevresinden dağılıp gider ve onun üzerinde, Allah'ın ona yönelmesinin neticeleri olan yücelik neşesi ve güzellik izleri görünür.
Aynı şekilde "mele'i âla" da bulunanlarda muhabbet ve dostlukla ona yönelirler. Zira onlar Mevlalarına tabidirler. Mevlaları bir kulu sevdiği zaman onlar da sever, Mevlaları bir kulu dost edindiği zaman onlar da dost edinirler..
Allah bir kulunu sevdiği zaman şöyle ferman eder:
"Ey Cebrail! Ben falan kulu seviyorum, sen de onu
sev."
Bunun üzerine Cebrail (a. s.)de gökte şöyle ilân eder:
"Allah falan kulu seviyor, sizler de onu sevin."
Böylece gök ehli de onu sever. Daha sonra onun için yeryüzünde bulunanlar arasına hüsnü kabul konur ve
onlar da onu severler.
(Buhari-el-fethü'l bari,
13/461; Müslim, 2637)
Böylece Allah dostlarının kalpleri sevgiyle ve
merhametle ona yönelir.
Celâl ve ikram sahibi olan mülkün melikinin
muhabbetiyle yöneldiği ve her türlü ikramına mazhar kıldığı, göktekilerin ve
yerdekilerin yüceltip saygı gösterdikleri bir kulun mertebesi ne kadar yücedir!
Şüphesiz ki bu Allah'ın fazlı ve keremidir. Allah
dilediği kimselere fazlını ve keremini bahşeder. Allah büyük bir lütuf
sahibidir.
|