بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Faydalı Bir Kaide

 

Kulun bu dünyaya ayak basmasıyla beraber Rabb'ine olan seferi de başlar. Bu seferin müddeti, kul için takdir edilmiş olan ömürdür. Ömür, insanın bu dünyadan Rabbine olan yolculuğunun süresidir. Gece ve gündüz ise, bu seferin merhaleleridir. Her bir gece ve gündüz bir merhaledir. Kul, seferin sonuna kadar bu merhaleleri tek tek katetmeye devam eder.

Bu durumda zeki, uyanık ve akıllı olan kimse, her bir merhaleyi tek başına göz önünde bulundurarak o merhaleyi salim ve kazançlı bir şekilde katetmeye çalışır. Onu katedince diğer merhaleyi göz önünde bulundurarak ehemmiyet verir. Böylece sefer süresi ona çok uzun gelmez. Zira sefer müddetini uzun görmesi halinde kalbi katılaşır, uzun emeller besler ve hep " sonra sonra" demekle kendini oyalar. Fakat bütün ömrünü o tek bir merhaleden ibaret görse, o merhaleyi katetmek için var gücüyle çalışır. Zira o merhalenin kısa olduğunu ve çabucak geçeceğini yakinen bildiği zaman, çalışıp çabalaması kolaylaşır ve daha fazla amel yapmak için nefsi ona itaat eder.

Böyle bir anlayışa sahip olan biri, ömrünün müteakip her bir merhalesini aynı şekilde karşılar ve bütün merhaleleri kat edene kadar bu durumunu muhafaza eder. Böylece övgüye lâyık bir çalışma sergiler ve ihtiyaç günü için hazırladığı azığından dolayı sevinir. Ahiret sabahı doğup dünyanın karanlığı kalkınca da, uykusundan uyanıp hoşnut olarak toprağından kalkar. O gününü ne kadar sevinçli ve güzel olarak karşılar! Zira artık sabah olmuş ve kurtuluşu kesinleşmiş bulunmaktadır.

Bundan başka bu merhaleleri kat etme hususunda insanlar iki kısımdırlar:

1. Kısım: İnsanların bir kısmı bu merhaleleri katederek bedbahtlık yurdu olan cehenneme doğru yolculuk yapmaktadırlar.

Bunlar her bir merhaleyi aştıklarında, cehennem yurduna yaklaşmakta ve Rabb'leri ile O'nun ikram yurdundan uzaklaşmaktadırlar.

Onlar bütün bu merhaleleri, Rabb Teâlâ'nın kızacağı şeylerle, O'nun peygamberlerine, dinine ve dostlarına düşmanlık yapmakla, O'nun nurunu söndürüp davetini iptal etmek ve başkalarının davetlerini ikame etmek için çalışmakla katetmektedirler.

İşte bunların bütün günleri, kendisi için yaratılıp çalıştırıldıkları yurda doğru yolculuk yapmakla geçmektedir. O bedbahtlık yurdunda onlarla, onları menzillerine hızlı bir şekilde sürüklemekle görevli olan şeytanları beraber bulunmaktadırlar.

Nitekim Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Kâfirlerin üzerine, onları daha da kışkırtan şeytanları, bizim gönderdiğimizi görmedin mi?" (Meryem,83) yani şeytanlar, onları zorlayarak küfür ve masiyetlere sürüklemektedirler.

2. Kısım: İnsanların diğer bir kısmı ise, bütün bu merhaleleri katederek Allah'a ve "selâm yurdu" olan cennete gitmektedirler.

Bu kısımda bulunan insanlar da üç kısma ayrılmaktadırlar:

1 - Birinci kısmı: Nefislerine zulmedenler,

2 - İkinci kısmı: Arada bulunanlar:

3 - Üçüncü kısmı ise: Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçenlerdir.

Bunların hepsi de Allah'a doğru yolculuk yapmaya hazır ve sonunda O'na döneceklerine yakinen inanan insanlardır. Fakat bunlar, azık edinmede ve hızlı veya yavaş yürümede farklılıklar arzetmektedirler.

- Nefislerine zulmedenler: azıklarını almamış, ne miktar ne de vasıf olarak kendilerini menzile ulaştıracak kadar ondan nasiplenmemişlerdir. Bilakis almaları gereken azığı almamakla kusurlu davranmalarıyla beraber, yolculuk esnasında kendilerine eziyet verecek ve menzile ulaştıklarında da almaları oranında kendilerine zararı dokunacak eziyet verici ve zararlı şeyleri azık edinmişlerdir.

- Arada bulunanlar ise: kendilerini menzile ulaştıracak kadar azık almakla beraber kârlı ticaret mallarını bineklerine yüklememiş ve kendilerine zarar verecek şeylerden de almamışlardır. Bunlar, selâmetle kurtulan kazançlı kimseler olmakla beraber, üstün ve övgüye lâyık kazançları ve kârlı ticaret mallarını yanlarında götürmeyen kimselerdir.

- Hayırlarda öne geçenlere gelince; bunların bütün maksatları yüksek kârlar elde etmek ve ticaret mallarını yüklemektir. Zira bunlar, oluşan kâr miktarının ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedirler. Bundan dolayı da ellerinde bulunan şeyleri bir kenara yığıp onlarla ticaret yapmamayı zarar olarak görmektedirler. Bunlar, tacirlerin onların ticaret kârlarına gıptayla bakacakları günde kârlarını elde edeceklerdir.

Bunların örneği şöyle bir adama benzemektedir ki, bu adam önünde bir para şehri olduğunu ve orada bire on ve yediyüz ya da daha çok kazanacağını bilmektedir. Bu adam o şehrin yolunu da bilmekte ve ticaret sanatımda bilmektedir. Şimdi böyle bir adam, o şehir de ticaret yapabilmek için elbiselerini ve sahip olduğu her şeyi satma imkanı bulsa, kesinlikle bunları satacaktır. İşte hayırlarda öne geçenlerin durumu da aynen bunun durumu gibidir. Onlar, ticaret yapmaksızın bir vakitlerinin geçmesini apaçık bir zarar olarak görürler...

Allah'ın yardımı ve lûtfu ile biz bu üç kısımdan her birisinin ticaret şekillerinden bir nebze bahsedeceğiz ki, bu sayede kul tüccarların hangi kısmından olduğunu bilsin.

1. Grup: Nefislerine zulmedenler:

Nefislerine zulmedenlere gelince: bunlar bir gün ve geceden oluşan bir merhaleye ulaştıkları zaman; nefsani haz ve arzuları kalplerini sarmış olduğu bir halde bu merhaleyi karşılarlar. Böylece onların kalplerini bu şehevi arzuların peşine düşmeye sevkederler. Rabb'inin haklarda bazen onun kalbine uğradığında, bu durumda o ruhsata kaçmakta ve bazen de azimetle amel etmektedir. Bazen de önemsemeyerek hakkı terk edip günaha yönelmekte ve tevbe edeceğini düşünerek kendisini aldatmaktadır. İşte nefislerine zulmedenlerin hâli budur.

Bununla beraber Allah'ı birlemekte, Allah'a, peygamberine ve ahiret gününe iman etmekte, mükâfat ve azabı tasdik etmektedirler.

İşte bunların her bir merhaleleri, hem zarar hem de kâr ile katedilmiş ve bunlardan ağır basana göre değer almıştır. Kıyamet günü gelince, bu merhalenin kârı zararından ayıklanacak ve bunların her biri ayrı bir yere konacaktır. Bunlardan hangisi ağır basarsa, hüküm ona göre verilecektir. Fakat Allah'ın bu işlemin neticesinde verdiği hüküm, ne O'nun fazlını ve keremini, ne de O'nun adaletini ortadan kaldırmaz.

2. Grup: Arada Bulunanlar:

Arada bulunanlara gelince: Bunlar her merhalede yapmaları gereken görevlerini yerine getirmiş; bundan fazla bir şey yapmadıkları gibi bunu eksikte bırakmamışlardı. Bunlar, ne tacirlerin elde ettikleri yüksek karları elde etmiş de üzerlerinde bulunan hakkı eksik bırakmamışlardı bunlardan biri bir günlük haleyle karşılaştığı zaman tam ve mükemmel bir şekilde abdest alarak ve rükünlerine vaciplerine ve diğer tüm şartlarına riayet ederek mükemmel bir şekilde namaz kılarak o merhaleyi karşılar.

Bunları yaptıktan sonra Allah'ın izin vermiş olduğu mubah şeylere, maişetini temin için değişik tasarruflarından bulunmaya yönelir. Bunları yaparken de Rabbinin bu hususlardaki haklarına da riayet eder..

Ancak bunlarla beraber bu kullar nafile ibadetlere, zikir virtlerine ve Allah'a devamlı bir şekilde müteveccih olmaya yönelmezler. O günün ikinci farzının vakti geldiği zaman, hemen ona yönelir ve onu tam bir şekilde kıldığı zaman tekrar eski haline döner. Bütün günlerde onun hali bu şekildedir. Geceleyin uyuma vakti geldiğinde, o an için var olan görevlerini hakkıyla yerine getirir ve daha sonra gidip uyur. Farz olan zekat ve farz hac hususunda da onun durumu aynen bu şekildedir, insanlarla olan muamelelerinde de âdil davranmaya çalışır ve ne onlara zulmeder, ne de onların üzerinde herhangi bir hakkını bırakır.

3. Grup: Hayırlarda öne geçenler:

Hayırlarda öne geçenlere gelince: bunlar iki kısma ayrılırlar:

Birincisi: Ebrar / iyiler,

İkincisi ise: Mukarrebun / Allah'a yakınlaştıranlardır.

İşte ortada bulunanlar, iyiler ve yakınlaştırılmışlardan oluşan bu üç grubun da amel defterleri sağ ellerinden verilir.

Nefislerine zulmedenlere gelince: bunlar mutlak olarak defterleri sağ taraftan verilenlerden sayılmazlar. Fakat bunların üzerinde bulunan haklar onlardan alındıktan sonra onlar da mü'minlerin bulunduğu yere giderler.

Bu üç grubun söz konusu edildiği âyeti kerimeden hemen sonra; (..."onlardan kimi nefsine zulmedendir. Onlardan kimi ortada kalan, kimi de hayırlarda öne geçenlerdir." (Fâtr, 32)

Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"(mükâfatlar) Adn cennetleridir. Oraya girerler ve içinde (nice) altın bileziklerle süslenirler." (Fâtr, 33)

Bu âyeti kerimenin neye döndüğü konusunda ihtilaf edilmiştir.

- Bir görüşe göre bu âyet, bir önceki âyette geçen her üç gruba da dönmektedir;

- Diğer bir görüşe göre ise; sadece öne geçenlerle ortada bulunanlara dönmekte olup; nefislerine zulmedenlerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır.

Böylece birinci görüşe sahip olanlar: bu üç grubunda cennete gideceklerini söylemektedirler. Bu görüş, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas, Ebû said el-Hûdri, mü'minlerin annesi Hz. Âişe'den rivayet edilmektedir.

Ebû ishak es-Sebii şöyle der:

"Altmış seneden beridir duyduğum şey: Bunların hepsin kurtuluşa ereceğidir."

Ebû Dâvud et-Tâi, Salt b. Dinar'dan, o da Ukbe b. Sahban'ın şöyle dediğini naklediyor:

Hz. Âişe'ye şu âyeti sordum:

"Onlardan kimi nefsine zulmedendir. Onlardan kimi ortada kalan, kimi de hayırlarda öne geçenlerdir." (Fâtr, 32)

Hz. Âişe bana şöyle cevap verdi:

"Ey oğul! Bunların hepside cennete giderler. Hayırlarda öne geçenlere gelince, bunlar Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın döneminde olan ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın, Allah tarafından kendilerine hayır ve rızık verileceğine şahitlik ettiği kimselerdir. Ortada olanlar ise, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın ashabından onun izinden giderek ona ulaşanlardır. Nefsine zulmedenler ise, benim ve senin gibi kimselerdir."

Ukbe b. Sahban devamla şöyle dedi:

"Hz. Âişe, kendisinide bizimle beraber saydı!"

Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi:

"Kıyamet gününde bu ümmet üç gruba ayrılır:

Bunların üçte biri hiç hesaba çekilmeksizin cennete girerler, üçte biri de kolay bir hesaba çekildikten sonra cennete girerler; diğer üçte biri ise büyük günahlarla gelirler.

Bunun üzerine Allah'ü Teâlâ şöyle buyurur:

"bunlar da kimlerdir." Halbuki onları en iyi bilen O'dur. Melekler derler ki:

Bunlar günahkarlardır. Ancak bunlar hiçbir şekilde şirk koşmamışlardır." Bunun üzerine Allah: "Bunları da benim rahmetimin genişliğine koyun" der."

Hasan el-Basri şöyle der:

"Öne geçenler, iyilikleri ağır gelenlerdir. Ortada olanlar, iyilikleriyle kötülükleri eşit olanlardır. Nefislerine zulmedenler ise, tartıda kötülükleri ağır gelenlerdir."

 

Bu görüşte olanların delilleri ise şunlardır:

1. Bu üç grubu da Allah'ü Teâlâ "seçilenler" diye isimlendirmiştir. Allah'ü Teâlâ, bütün bunları kulların tümünün içinden seçip çıkardığını bize haber vermiştir. (Bu âyetin baş tarafı şöyledir: "Sonra o kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan kimi..")

Kâfir ve müşriklerin "seçilmişlerden" olmaları imkansızdır. Böylece kesin olarak bilindi ki, Bu gurupların üçüde yaratılmışların / insanların arasından seçilmiş ve onların en hayırlılarıdırlar.

Bunlarında bazıları diğer bazılarından daha hayırlıdır: bunların en seçkinleri öne geçenler, daha sonra ortada bulunanlar ve en son olarak da nefislerine zulmedenler gelmektedir.

Nefislerine zulmedenler de, kâfir ve müşriklerden daha üstün ve hayırlıdır.

2. Zekeriya es-Sâci b. Salim, Sa'd b. Tarif'ten, o da Ebû Haşim et-Tâi'nin şöyle dediğini nakletti:

Ben medine'ye gelip mescide giderek bir direğin yanında oturdum. O esnada Hûzeyfe gelerek şöyle dedi:

"Rasûlullah'tan işittiğim bir hadisi sana anlatayım mı?"

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Allah Tebâreke ve Teâlâ bu ümmeti üç sınıf olarak diriltecektir. Bunlar Allah'ü Teâlâ'nın şu sözünde geçenlerdir:

"onlardan kimi nefsine zulmedendir. Onlardan kimi ortada kalan, kimi de hayırlarda öne geçenlerdir." Hayırlarda öne geçenler, hesaba çekilmeden cennete girerler; ortada kalanlar ise; kolay bir şekilde hesaba çekilirler; nefsine zulmedenlere gelince; bunlar da Allah'ın rahmetiyle cennete girerler."

3. Ayrıca bu görüşte olanlar, tevhit ehlinde olup büyük günah işleyenlerin kurtulacağına ve cennete gireceklerine delalet eden âyet ve hadisleri de delil olarak getirmişlerdir.

4.  Bunların bir diğer delili de şöyledir:

Burada söz konusu olan nefse zulmetmekten maksat, günah ve masiyetlerle nefse zulmetmektir.

Zira zulüm üç kısma ayrılmaktadır:

1 - Nefis hakkında gerçekleşen zulüm, ki bu nefsi arzularına tabi kılmak ve nefsin isteklerini Rabb Teâlâ'ya tâat etmeye tercih etmektir.

2 - Diğer insanlar hakkında yapılan zulûm, ki bu da onlara saldırmak ve onların haklarını ellerinden almaktır.

3 - Son olarak şirk koşmakla Rabb'ın hakkında yapılan zulümdür.

Dolayısıyla burada söz konusu olan zulüm, hiç şüphe yok ki günah ve masiyetlerle yapılan zulümdür. Tevhit ehli olan asilerin neticede cennete gideceklerine dair mütevatir naslar mevcuttur.

Diğer bir kısım âlimler de şöyle demektedirler:

Burada cennete gireceklerine söz verilenler, sadece ortada kalan ve öne geçenlerdir. Yoksa nefislerine zulmedenlere böyle bir söz verilmemiştir. Zira nefsine zulmeden kimse, mutlak va'dın / sözün kapsamına girmez.

Burada söz konusu olan nefsine zulmedenden maksat, hiç şüphesiz ki kâfirdir. Ortada bulunan ise, asi olan mü'min; öne geçen, takva sahibi olan mü'mindir. Bu görüş, Hasan el-Basri, ikrime ve katâde'den rivayet edilmektedir.

Bir kısım müfessirlerin görüşü de böyledir, "keşşaf" isimli tefsirin sahibi olan zemahşeri, münzir b. Said ve er-Rümmani bunlardan sadece bir kaçıdır.

Bunlar şöyle dediler:

Bu âyeti kerime, ister saadet ehli olsun isterse şakavet ehli olsun insanların bütün kısımlarını kapsamaktadır. Bu âyetin bir benzeri de şudur:

"Siz de ( o gün) üç sınıf olursunuz. Sağın adamları (Salih amel işleyip amel defterleri) sağından verilenler; mutlu olanlardır. Solun adamları (Allah'ın hükümlerine değer vermeyerek yaşayıp, amel defterleri solundan verilenler) de ne bedbaht olanlardır. (İman, ibadet ve hayır) yarışlarında öne gençler(e gelince); onlar (ahirette mükâfatta da) önde gidenlerdir." (Vâkıa, 7-10)

Burada bahsedilen sağın adamları, ortada olanlar; solun adamları, nefislerine zulmedenler; öne geçenler ise; hayırlarda öne geçenlerdir.

Hem dediler ki:

Allah, insanlar arasından nefsine zulmeden hiç kimseyi seçmemiştir. Bilakis Allah'ın kullarından seçilmiş olanlar, kulların hayırlı olanlarıdır. Nefislerine zulmedenler kulların hayırlıları değil, şerlileridirler. Böyle iken "seçilmiş" olma ismi nasıl onlara da teşmil edilebiler ve nasıl olur da "seçme" fiili onları da kapsar?

Hem dediler ki:

Allah'ın sevdiği kişiler, ancak "seçilmiş" olabilirler; Allah zalimleri sevmediğine göre onlar "seçilmiş" olamazlar.

Hem dediler ki:

Her ne kadar kitap, nefsine zulmedenlere de miras olarak verilmiş ise de; ancak onlar, kitaptaki şeylerle amel etmeyi terk etmekle nefislerine zulmettiler. Allah sübhânehû kitabı, onun içindeki şeylerle amel edenlere miras bırakmıştır. O kitabı sırtlarının arkasına atanlara gelince, onlar hiçbir şekilde Allah'ın seçilmiş kullarından olmazlar.

Hem dediler ki:

Allah, kullarından "seçilmiş " olanlara selâm vererek şöyle buyurmaktadır:

"(Rasûlüm) de ki: "Hamdolsun Allah'a, selâm olsun O'nun seçtiği kul (peygamber)lerine." (Neml, 59)

Bu, onların her türlü kötülük ve azaptan kurtulmuş olmalarını gerektirir; nefsine zulmeden kimse bunların hiçbirinde kurtulmuş değildir. Bu halde nasıl "seçilmişlerden" olabilir ki?

Hem dediler ki:

Kur'an'ı kerimin üslûbunda, mükâfata dair mutlak va'd / söz müttakiler için söz konusu iken; zalimler için böyle bir şey yoktur. Allh'ü Teâlâ'nın şu sözünde olduğu gibi:

" Kullarımızdan, takva sahibi kimseleri mirasçı kılacağımız cennet işte budur." (Meryem, 63)

Hani nefsine zulmeden nerede? Yine Allah'ü Teâlâ'nın şu âyetlerinde geçtiği gibi,:

"Bu mu daha iyi, yoksa müttakilere vaat edilen ebedilik cenneti mi?"

Rabbinizden bir mağfiret (kazanmaya) ve takva sahipleri için hazırlanmış; genişliği gökler ve yerler kadar olan cennete koşuşun." (Al'i İmran, 133)

"Şüphesiz takva sahipleri için de (her korku ve kaygıdan) kurtuluş, (ve cennete) bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu dolu kadeh (ler vardır). Orada boş bir söz ve bir yalan işitmezler. (Bunlar) Rablerinden bir karşılık, yeterince bir bağış olarak (verilir)." (Nebe, 31-36)

Kur'an'ı kerim bu gibi âyetlerle doludur. Kur'an'ı kerimin tek bir yerinde dahi, nefsine zulmeden kimseye mükâfatın mutlak bir şekilde vaat edildiği vârid olmamıştır.

Hem dediler ki:

Kur'an'ı kerim de, nefislerine zulmedenler vad / cennete gireceklerine söz verme makamında değil; sadece vaid / cehennemle korkutma makamında zikredilmişlerdir. Örnek olarak şu âyetlerde olduğu gibi:

"Muhakkakki (küfre ve şirke giren) suçlular cehennem azabında kalacaklardır. Onlardan (bu azap) hafifletilmeyecektir. Onlar, onun içinde ümidi kesip susmuşlardır. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri (küfre sapmakla) zalim oldular." (Zuhrûf, 74-76)

"Onlar da (isyankâr bir eda ile): "Ey rabbimiz, (mesafemiz yakındır) seferlerimizin arasını uzaklaştırır" dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları (masallardaki) efsanelere çevirdik ve onları tamamen parçalanmış olarak dağıttık." (Sebe, 19)

"Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı." (Nahl, 118)

Hem dediler ki:

Nefsine zulmeden, iyilikleri hafif gelip kötülükleri ağır gelen kimsedir. Böyle bir kimsenin zarar edeceğine ve kurtuluşa ermeyeceğine kur'ân'ın bütünü delalet etmektedir. Örnek olarak şu âyetleri verelim:

"Kimlerin tartıları (sevapça) ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de terazileri (sevapça) hafif gelirse, işte onlar âyetlerimize haksızlık ettiklerinden dolayı, kendilerine yazık eden kimselerdir. " (Araf, 8-9)

"Kimin de tartı(da iyilik)leri hafif gelirse, artık onun anası (yurdu) "haviye" dir (kızgın bir ateştir)." (Kâria, 8-9)

Şu halde nasıl olur da nefislerine zulmeden ve tartıda iyilikleri hafif gelen kimselere cennetleri ve ikramını vaat edebilir?

Hem dediler ki:

Allah'ü Teâlâ, onların bu cennetlerde altın ve incilerle süslendiklerini haber veriyor; Bu durumda bu cennetler, ortada kalanlara ait olan cennetler değil de öne geçenlere ait olan cennetlerdir. Zira "Firdevs" cennetleri dört cennetten oluşmaktadır.

Nitekim sahih bir hadiste peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

"iki cennet, kaplarıyla, süs eşyalarıyla ve içindeki her şeyiyle beraber altındandır. İki cennet de, kaplarıyla, süs eşyalarıyla ve içindeki her şeyiyle beraber gümüştendir. "Adn" cennetinde bulunanlarla Rabb'lerini görmeleri arasındaki engel, sadece Rabb'ın vechi üzerinde bulunan Kibriya ridâsıdır." (Buhari-el-fethü'l bari, 8/623; Müslim, 180; Tirmizi, 2528)

Şu bilinen bir husustur ki, altından olan cennetler gümüşten olan cennetlerden daha yüce ve daha faziletlidirler. Bu durumda eğer altından olan cennetler nefislerine zulmeden kimselere ait olurlarsa, o halde gümüşten olan cennetlerde kim duracak?

Bununla kesin olarak bilindi ki, bu âyeti kerimede söz konusu edilen cennetler, nefislerine zulmeden kimseleri kapsamazlar.

Hem dediler ki:

Üç kısmı da zikrettikten sonra sadece bunların mükâfatlarına değinmesi ve diğer iki kısım hakkında susması Kur'ân'ı kerimin bilinen bir üslûbudur.

Zira kur'ân, iyi, muttaki, ihlâslı, ihsan sahibi ve iyilikleri ağır gelen kimselerin mükâfatlarını açık bir şekilde ifade etmektedir.

Aynı şekilde kâfir, fâcir, nefislerine zulmeden ve tartıda iyilikleri hafif gelen kimselerin de azaplarını tasrih etmektedir.

Fakat kendisinde iki şeyden de bulunan ve iki tarafı da olan kimseler hakkında susmaktadır. İşte kur'ân'ı kerimin genel üslûbu bu şekildedir.

Nitekim Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"İyiler, mutlaka bol nimet (cennet) içindedirler. Allah'a asi olanlar da, elbette alevli ateş içindedirler." (İnfitâr. 13-14)

Başka bir âyette şöyle buyuruyor:

"Artık kim azgınlık etmişse ve (ahiret karşılığında) dünya hayatını tercih etmişse, işte muhakkak ki o alevli ateş, onun varacağı tek yerdir. Ama kim de, Rabbinin (huzurunda duracağı) makamından korkup (gereğini yapar) nefsini de kötü hevesten men ederse, işte muhakkak ki cennet onun varacağı tek yerdir." (Naziat,37 41)

Hem dediler ki:

Bu ikisinden de kendisinde bulunan kimselerden bahsedilmemesi, onlar için büyük bir uyarma ve korkutmadır. Zira bu şekilde onun durumu Allah'a havale edilmiş, onun için hiçbir garanti olmamış ve Allah katından ona hiçbir vad / söz verilmemiştir. O halde o tamamiyle sakınmalı ve kendisini, kendileri için kurtuluş ve felahın garantilendiği kimselere katacak olan "Nasûh tevbe" yi hemen hiç vakit kaybetmeden yapmalıdır.

Hem dediler ki:

"Seçilmiş" olanlara "zulüm" kelimesinin mutlak olarak kullanılması imkansızdır. Zira bu şekilde "zulüm" kelimesi ancak kâfir için kullanılabilir.

Nitekim Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! İçinde ne bir alış-verişin ne bir dostluğun ne de bir şefaatin (kayırmanın) bulunmadığı bir gün gelmeden evvel, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 254)

Allah'ü Teâlâ zalimler hakkında:

"Zalimlere gelince, onlara ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Şûra, 8) buyururken;

Mü'minler hakkında şöyle buyuruyor:

"Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır." (Bakara, 257) zalim olanların bir dostu ve yardımcısı olmadığına göre, onlar mü'minlerden olamazlar.

Hem dediler ki:

Kim bu âyeti kerimeleri ve onların siyaklarını düşünecek olursa, onların insanların bütün kısımlarını kapsadıklarını ve insanların mükâfat ve azap hususundaki mertebelerini gösterdiklerini görecektir. Zira burada Allah'ü Teâlâ, insanların "Zalim" ve "Muhsin" olmak üzere iki kısma ayrıldıklarını zikrettikten sonra:

ihsan sahiplerini de "ortada bulunanlar" ve "öne geçenler" şeklinde iki kısma ayırmaktadır. Daha sonra Allah'ü Teâlâ ihsan sahiplerinin alacakları mükâfatı zikretti. Bunun da hemen akabinde zalim olanların cezalarından söz ederek şöyle dedi:

"Küfre sapanlara gelince: onlar için cehennem ateşi vardır. Onlara (ölümle) hükmedilmez ki ölsünler. (Cehennemin) azabı da üzerlerinden hafifletilemez. İşte biz küfür de ısrar eden herkesi böyle cezalandırırız." (Fâtır, 36)

Böylece hem kulların bütün kısımları hem de onların alacakları karşılıklar zikredilmiş olur.

Hem dediler ki:

İnsanların üç sınıfını da beraber zikretmek kur'ân'ın üslûblarından biridir. Nitekim Allah'ü Teâlâ, Vakıa, Mutaffifin ve İnsan sûrelerinde insanların üç sınıfını da beraber anlatmıştır. Bu anlatım vakıa suresinin hem başında hem de sonunda geçmektedir. Vakıa sûresinin başında Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Siz de (o gün) üç sınıf olursunuz. Sağın adamları (Salih amel işleyip amel defterleri)sağından verilenler; mutlu olanlardır. Solun adamları (amel defterleri solundan verilenler) ne bedbaht olanlardır. (İman, ibadet ve hayır) yarışlarında öne geçenler(e gelince): Onlar (ahrette mükâfatta da) önde gidenlerdir. İşte onlar (Allah katında) yakınlığa erdirilmiş olanlardır. Naim cennetlerinde (dirler)". (Vakıa, 7-12)

Bu âyeti kerimede bahsedilen solun adamları, zalim olanlardır. Sağın adamları ise iki kısımdır:

- Birinci kısmı: "ebrar / iyiler" dir ki, bunların defterleri sağ taraflarından verilir;

- İkinci kısmı ise: Allah katında yakınlaştırılmış olan "sâbikûn" / önde gidenlerdir.

Vakıa sûresinin sonunda da şöyle buyurulur:

"Eğer (ölen kişi Allah'a) yakınlık kazanmışlardan ise, artık (ona) rahatlık, güzel rızık, bol nimet (ve saadet)cenneti vardır. Eğer (ölen kişi) amel defteri sağ eline(ver,ilen) sağ ehlinden ise; "sağ ehli olanlardan selâm sana! Sen selâmettesin" (denir). Amma (o ölen kimse kur'ân'ı) yalanlayanlardan ve sapıklardan ise; kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır." (Vâkıâ, 88-94)

Böylece sûrenin başında onların büyük kıyametteki halleri anlatılırken, sûrenin sonunda insanların küçük kıyamet olan berzahtaki durumları anlatılmıştır. Bundan dolayı da sûrenin sonunda ki âyetlerden hemen önce ölümden ve ruhun cesedden ayrılmasından söz edilerek şöyle buyurulmaktadır:

"Hele (can) boğaza gelince, o vakit siz (ölenin yanında) bakıp durursunuz. Biz ona, sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz. Eğer (kıyamette dirilip) hesaba çekilmeyecekseniz (bu sözünüzü de) doğru söyleyenler iseniz o (çıkmakta olan can)ı çevirseniz" (Vâkıâ, 83-87)

Bu âyetlerin hemen akabinde:

"Eğer (ölen kişi Allah'a) yakınlık kazanmışlardan ise, artık...." âyeti gelmektedir. Sûrenin başında ise, insanların kısımları şu âyetlerden sonra gelmektedir: "(Kıyamet) olay(ı) vuku bulduğu zaman, onun oluşunu artık hiçbir yalanlayan yoktur. O (kimini) alçaltıcı, (kimini) yükselticidir. Yer (şiddetli) bir sarsıntı ile sarsılınca, dağlar ufaldıkça ufalanıp dağılmış bir toz haline gelince, siz de (o gün) üç sınıf olursunuz." (Vakıa, 1-7)

İnsan sûresine gelince:

Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak biz, kâfirler için zincirler, bukağılar ve alevli bir ateş hazırladık." (İnsan, 4)

İşte bunlar, sol taraflarından amel defterleri verilen zalimlerdir. Daha sonra Allah'ü Teâlâ şöyle buyurdu:

"Doğrusu iyiler, (cennette) karışımı kâfur olan (dolu) bir kadehten içerler." (İnsan, 5)

Bunlar da amel defterleri sağ taraflarından verilen ve ortada bulunanlardır. Bundan bir sonraki âyette de şöyle buyuruluyor:

"(o kâfur) bir pınardır ki, Allah'ın (iyi) kulları ondan içer (ler), onu akıttıkça akıtırlar." (İnsan, 6)

İşte bunlar da Allah'ın yakınlığını kazanmış olan öne geçenlerdir. Bundan dolayıdır ki, "Allah'ın kulları" denilerek bunlar Allah'a izafe edilmiş ve bunların katıksız bir şekilde o pınardan içecekleri haber verilmiştir. Halbuki diğer iyi kullar için, o pınarın sadece karışımı olduğu bir içecek vardır.

Mutaffifin sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Sakının!" Çünkü Allah'ın emrinden çıkanların kitabı muhakkak ki "siccin" dedir. Siccin'in ne olduğunu sen ne bileceksin. O yazıl(ıp mühürlen)miş bir kitaptır... Hayır, muhakkak ki onlar, Rablerini (görmekten, rahmetine ermek)ten elbet mahrumdurlar. Sonra onlar, mutlaka o alevli ateşe girecekler ve (onlara): "işte kendisini yalanlamakta olduğunuz (azap) budur" denilecek." (Mutaffifin. 7-17)

Bu âyetlerden sonra Allah'ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Dikkat edin, iyilerin (amel) kitabı "illiyyin"dedir. "illiyyin"in ne olduğunu sen nereden bileceksin? (Bilemezsin)." (Mutaffifin, 18-19)

İşte bu son âyetlerde anlatılanlar, ortada kalan iyilerdir.

Allah'ü Teâlâ, O'nun yakınlığını kazanmış olan kimselerin bunların amel defterlerini müşahede ettiklerini aynı âyetlerde haber vermektedir. Daha sonra Allah'ü Teâlâ, iyilerin içinde bulundukları nimetleri, onların karşılıklı oturmaları, Rabb'lerine bakmaları ve nimetlerin neşe ve parıltısının onların yüzlerinde belirmesini söz konusu etmektedir. Bütün bunlardan sonra onların içeceklerinden bahsederek şöyle buyurmaktadır:

"Onlara (ağızları) mühürlü, (lezzet ve neşesi olan, sarhoşluğu olmayan) halis şaraptan içirilir. Onun içiminin sonu misktir, (çok güzeldir). O halde rağbet edip yarışanlar bunun için yarışsın(lar)." (Mutaffifin, 25-26)

Bu âyetlerin hemen devamında da şöyle buyuruluyor:

"Onun karışımı "tensim" dendir. (O kıymetli) bir kaynak ki, ondan (Allah'a) yakın olanlar içerler." (Mutaffifin, 27-28)

"Tensim" cennet içeceklerinin en yücesidir. Bu âyeti kerimelerle Allah'ü Teâlâ, iyilerin içeceklerinin "tensim" karışımlı olduğunu; buna karşılık Allah'a yakın olanların katıksız bir şekilde sadece "tensim" den içtiklerini haber vermektedir.

İbni Abbas ve daha başka bazı âlimler şöyle derler:

"Allah'a yakınlaştırılmış olanlar, katıksız bir şekilde sadece "tensim" den içerlerken; amel defterleri sağ tarafından verilenlerin içeceklerine ise, bu "tensim" den sadece biraz karıştırılır."

Çünkü mükâfat, yapılan amellere göredir. Allah'ın yakınlığını kazanmış olanların amelleri ihlâslı ve sadece Allah için olduğu gibi, onların içecekleri de katıksız oldu. İyiler ise tâatları mubahlarla karıştırdıkları gibi, olanların içecekleri de karışımlı yapılır.

Hem dediler ki:

İşte bu âyeti kerimeler gibi fâtır süresinde de insanların üç kısmı zikredilmiştir.

- Amel defterleri sol taraflarından verilenler olan nefislerine zulmedenler,

- Amel defterleri sağ ellerine verilen ortada bulunanlar ve

- Allah'ın yakınlığını kazanmış olan öne geçenler.

Diğer görüşte olan âlimlerin delillerini çürütmek için de şöyle dediler:

Allah'ü Teâlâ'nın:

"...onlardan kimisi kendine zulmedendir..." âyeti kerimesi, kendisinden hemen önce söz konusu edilen "seçilmiş" kimselere dönük değildir. Bilakis, ya Allah'ü Teâlâ'nın:

"sonra o kitab'ı (Kur'ân'ı) kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" (Fâtır, 32) âyeti kerimesiyle cümle tamamlanmıştır.

Daha sonra yeni bir cümle başlayarak, bu yeni cümleyle kulların kısımları olan; Nefislerine zulmedenler, ortada kalanlar ve öne geçenler anlatılmıştır.

Dolayısıyla burada birbirinden bağımsız iki cümle söz konusudur:

- Bu cümlelerden birisinde Allah'ü Teâlâ, kullarından seçmiş olduğu kimselere kitab'ı miras bıraktığını;

- diğer cümlede ise; bazı kullarının nefislerine zulmettiğini, bazılarının orta halli olduğunu ve diğer bazılarının da öne geçtiklerini beyân etmektedir.

Ya da bu âyeti kerimeden maksat:

Kitabı kabul etmeme yönüyle kendilerine kitap verilenleri taksim etmektir. Böylece âyeti kerime, onlardan bazılarının kitab'ı kabul etmeyerek nefislerine zulmettiklerin, bazılarının da kitab'ı kabul ederek orta bir yol tuttuklarını ve diğer bazılarının da kitab'ı kabul ederek Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçtiklerini açıklamış olur.

Hem dediler ki:

Bu âyeti kerimenin delaletinin bu olduğunu gösteren sebep şudur:

Allah'ü Teâlâ, bu ümmetten önceki bütün ümmetlere "uyarıcı" peygamberler gönderdiğini belirterek şöyle buyurdu:

"Hiçbir ümmet yoktur ki, (onların) içinden bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın." (Fâtır, 24)

Daha sonra Allah'ü Teâlâ, onlara gönderilen peygamberlerin açık belgelerle, kitaplarla ve özellikle "Tevrat" ve "İncil" gibi aydınlatıcı kitaplarla onlara geldiklerini belirtmektedir. Bunun hemen akabinde O'nun kitaplarını ve peygamberlerini yalanlayanları helak ettiğini ifade ederek şöyle buyurur:

"Sonra ben, o inkâr edenleri tutup yakaladım. Benim inkâr edilişim nasıl oldu (gördüler)." (Fâtır, 26)

Bunu da ifade ettikten sonra Allah'ü Teâlâ, O'nun kitaplarını hakkıyla okuyanları ve onların içinde bulunan hükümlere tabi olup onlarla amel edenleri beyân sadedinde şöyle buyurdu:

"Muhakkak ki Allah'ın kitabını okuy(up yolundan gid)enler, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık verdiğimiz şeylerden gizli ve açık olarak (Allah için) harcayanlar, asla durgunluğu (zarara)uğramayacak bir ticaret (kazanç) umabilirler. Çünkü (Allah), onların mükâfatlarını eksiksiz öder ve lütfundan onlara fazlasını verir. Çünkü O, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını bol verendir." (Fâtır, 29-30)

Bütün bunlardan sonra da Allah sübhânehû, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e verdiği kitab'ı anarak şöyle buyurdu:

"(Rasülüm, indirdiğimiz) kitap'ta sana önündeki (ilâhi kitapların asılları)nı tasdik edici olarak vahyettiklerimiz, gerçeğin ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, kullarından hakkıyla haberi olan (her şeyi) görendir." (Fâtır, 31)

İşte bu âyetin hemen akabinde Allah'ü Teâlâ, bütün o geçmiş olan ümmetlerden sonra kitab'ı miras bıraktığı ve bu kitab'ı miras bırakmak için seçtiği kimseleri zikretmekte; bu kimselerden (ümmetten) bazılarının O'nun miras olarak bıraktığı kitab'ı kabul etmeyip yalanladıklarını belirtmektedir.

Hem dediler ki:

Sizin bu konuda delil olarak peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiğiniz hadisler, isnadları zayıf ve kopuk (münkati) olan ve hiçbir şekilde sabit olmayan hadislerdir. Hem bu hadisler nasıl sabit olabilir?

Bunlar, kuvvet bakımından kendileri gibi veya kendilerinden daha kuvvetli olan hadislerle çelişmektedir. Örnek olarak İbni Mürdûye tefsirinde şöyle demektedir:

 Hasan b. Abdullah'dan, o da Salih b. Ahmet'den, o da Ahmet b. Muhammed'den, o da Hafs b. Ammar'dan, o da Mübarek b. Fedâle'den, O da uUbeydullah b. Ömer'den, O da Nafi'den, ibni Ömer ona haber verdi ki:

Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ü Teâlâ'nın:

"Onlardan kimi nefsine zulmedendir." Âyeti kerimesi hakkında şöyle buyurdu:

"(Bundan maksat) kâfirdir."

Hem dediler ki:

Tevhit ehli olan kimselerin cennete gireceklerine delalet ettiğini söylediğiniz naslara gelince, biz, bu nasların sahih olduğunu kabul ediyor ve bu hususta sizinle tartışmıyoruz. Fakat bu naslar mutlak olup, bunların bir takım şartları ve mânileri bulunmaktadır. Nasıl ki büyük günahları işleyen kimselerin azap edileceklerine delalet eden naslar sahih ve mütevatir oldukları halde, bu azabın gerçekleşebilmesinin bir takım şartları ve mânileri vardır.

Hem dediler ki:

Sizin: "Nefse zulmetmekten maksat, günah ve masiyetlerle ona zulmetmektir; yoksa küfürle zulmetmek kastedilmiyor" şeklindeki iddianız sahih değildir. Zira kur'ân'ı kerimde, nefse zulmetmenin küfür ve şirkle olacağı zikredilmektedir. Bu konuda Hz. Musa'nın şu sözü:

"Ey kavmim, siz buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz" yeter de artar bile.

 

Bunlara cevaben birinci görüştekiler şöyle dediler:

Eğer siz Kur'ân'ı kerimi hakkıyla düşünür ve âyeti kerimeleri gerçek mânâda anlar, sözün siyakını ve delalet yollarını göz önünde bulundurursanız; Bizim görüşümüzün doğru olduğunu ve bu âyeti kerimedeki taksimin, Vakıa, İnsan ve Mutaffifin sûrelerindeki taksimden daha özel olduğunu bileceksiniz. Çünkü o sûrelerdeki taksim, insanları saadet ehli ve şakavet ehli diye iki kısma ayırmakta; saadet ehlini de iyiler ve Allah'ın yakınlığını kazanmışlar şeklinde taksim etmektedir.

Görüldüğü gibi bu taksim, asi olarak nefsine zulmeden kimselerden hiç bahsetmemektedir. Fâtır sûresinde bulunan bu âyetler ise, öncelikle bütün ümmeti Muhsin / iyiler ve kötüler şeklinde taksim etmektedir.

İşte burada söz konusu edilen kötüler, nefislerine zulmeden kimselerdir. İyiler ise iki kısma ayrılırlar:

- Orta halli olanlar ve

- Hayırlarda öne geçenler...

Hiç şüphesiz ki, asi olmakla nefislerine zulmedenler bulunmaktadır ve hatta bunlar ümmet içindeki kısımların en çok olanlardır. Böyle iken kur'ân'ın bunlardan bahsetmemesi ve onların hükmünü açıklamaması nasıl mümkün olabilir?

Böylece bu âyeti kerimelerle ümmetin bütün kısımları belirtildikten sonra da ümmetin haricinde olanlar anlatılmaktadır ki, onlar da kâfir olanlardır. Bu şekilde bu âyeti kerimeler, insanların bütün kısımlarını kapsamış olurlar. Fakat sizin görüşünüze göre, âyeti kerimelerde en çok ve en kalabalık olan kısım ihmal edilmiş; buna karşılık hem başta hem de sonda olmak üzere kâfirlerden iki defa bahsedilmiş olur.

Şüphesiz ki Allah'ü Teâlâ'nın :

"Sonra o kitab'ı (kur'ân'ı) kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" sözü, kitab'ın miras bırakıldığı kimselerin bütün kullar arasından "seçilenler" olduğunu açık bir şekilde belirtmektedir. Bu cümlenin hemen akabindeki:

"Onlardan kimi nefsine zulmedendir" cümlesi de, ya Allah'ü Teâlâ'nın "seçtiği" kimselere; yada "kullarımız" ifadesine dönük olarak söylenmiştir.

Allah'ü Teâlâ'nın "seçtiği" kimselere dönmesi iki açıdan tercih edilir:

Birincisi; Allah sübhânehû'nun:

"..Onlardan kimi ortadan kalan, kimi de hayırlarda öne geçenlerdir" sözü, hiç şüphe yok ki Allah'ın "seçtiği" kimselere dönük olup; "kullar" ifadesine dönük değildir. O halde: "onlardan kimi nefsine zulmedendir" cümlesi de, aynı şekilde "seçilen" kullara dönük olur. Zira âyeti kerimenin siyakı, Allah'ın kitabı kullarından bir gruba miras bıraktığında ve onlarında üç kısımdan müteşekkil olduğuna delâlet etmektedir. Bu sözün zahirinin delâlet ettiği mânâ, hiç şüphesiz ki bu şekildedir.

İkincisi ise; Eğer sen: "malımı, bulûğ çağına girmiş olan çocuklarıma verdim. Onlardan kimi tüccar oldu, kimi o malı depoladı ve kimi de israf edip malı etrafa saçıyor" desen; hiç kimse, bunun bütün evlatlarının taksimi olduğunu anlamaz; bilakis bunun, sadece malı alan çocuklarının taksimi olduğunu anlar.

Hem dediler ki: sizin:

"Allah, kullarından nefsine zulmedenleri seçmez; zira seçmek, bir şeyin özünü ve en iyi tarafını tercih etmektir" şeklindeki sözünüze gelince; buna cevaben deriz ki:

Kulun Allah tarafından seçilmiş olması ve sevilmesi gibi onun makamının yüce olduğuna ve Allah'ın yakınlığını kazandığına delâlet eden şeylerle, kulun bazen günah ve masiyetlerle nefsine zulmetmesi arasında herhangi bir çelişki mevcut değildir.

Hatta bundan da öte kulun "sıddıkiyet" makamında bulunması bile, onun bazen nefsine zulmetmesine münâfi değildir. Bundan dolayıdır ki bu ümmetin en "seçkini" ve "sıddıkı" olan Hz. Ebu Bekir (r.a) peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e:

"Bana bir duâ öğret ki, namazımda onunla dua edeyim" dediğinde; peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle cevap vermişti. Ona:

"(Ey Ebû Bekir) de ki:

"Allahım! Ben nefsime çokça zulmettim, senden başkada günahları bağışlayacak yoktur; senin katına yaraşan bir mağfiretle beni affet ve bana merhamet et. Şüphesiz sen çok bağışlayan, çok merhamet edensin." (Buhari - el-fethü' bari, 2/317; Müslim, 2705; Ahmed, 1/7)

Allah'ü Teâlâ'da şöyle buyuruyor:

"Rabbinizden bir mağfiret (kazanmaya) ve takva sahipleri için hazırlanmış; genişliği gökler ve yerler kadar olan cennete koşuşun. O (takva sahibi ola)nlar, bollukta ve darlıkta (Allah rızası için) sarf ederler, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik yapan ve güzel davrananları sever. Ve (yine) onlar, çirkin bir iş işledikleri veya (günahlarla) kendilerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak hemen günahlarını bağışlamasını isterler..." (Al'i İmran, 133-135)

Bu âyeti kerimeyle Allah'ü Teâlâ, takva sahiplerinin sıfatlarından bahsederek; onlarında nefislerine zulmedebileceklerini ve çirkin işler yapabileceklerini; fakat bunlara ısrarla devam etmeyeceklerini haber vermektedir.

Allah sübhânehû şöyle buyurmaktadır:

"Allah'tan doğruyu getiren (peygamber) ve onu gereğiyle tasdik eden (mü'min)'ler var ya, işte onlar, takvaya erenlerin ta kendileridir. Rabbb'lerinin katında diledikleri şeyler, onlarındır. İşte bu, iyi davrananların / iyilik edenlerin mükafatıdır. Çünkü Allah, onların (geçmişte) yapmış olduklarının en kötüsünü bile örtecek ve kendilerine mükafatlarını, yapmış olduklarının en güzeliyle verecektir." (Zümer, 33-35)

İşte bu sıddık ve mûttakiler.. Allah'ü Teâlâ bunlarında kötü amellerinin olacağını, fakat onların kötülüklerini sileceğini haber vermektedir. Hiç şüphe yok ki bu kötülükler, nefse zulmetmektir.

Allah'ü Teâlâ Mûsâ (a. s.)'ın şöyle dediğini naklediyor:

" (Mûsâ pişman olup:) "Ey Rabb'im, gerçekten ben kendime yazık ettim / nefsime zulmettim, beni bağışla" dedi. Bunun üzerine (Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Kasas, 16)

Âdem (a. s.) şöyle yakarıyor Allah'a:

"Ey Rabb'imiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak biz, ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'raf, 23)

Yûnus (a. s.) şöyle dûa ediyor:

"Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni (noksanlıklardan) tenzih ederim, doğrusu ben (bu hareketimle) kendisine zulmedenlerden oldum." (Enbiyâ, 87)

Bunlarla anlaşıldı ki, insanın günahlarla nefsine zulmetmesi, onun "sıddıklık" makamına ve Allah'ın dostu olmasına münâfi olmayıp; onu takva dairesinin haricine çıkartmıyor. Bilakis kul, Allah'ın dostu, sıddık ve muttaki olmakla beraber kendi nefsine zulmedebiliyor ve kötülük işleyebiliyor...

Bununla da bilindi ki, kulun nefsine zulmetmesi onun, Allah'ın bütün kulların arasından seçip kitab'ı miras bıraktığı kimselerin haricinde kalmasını gerektirmez. Zira o öğrenmesi ve amel etmesi için kitab'ın ona miras bırakılması açısından seçilmiş; fakat emredildiği bazı şeyleri yapmaması veya kendisine yasaklanan bir takım şeyleri yapması açısından da nefsine zulmetmiştir.

Örnek olarak Abdullah el-Himar, çok içki içmesi açısından Allah'ü Teâlâ onu sevmiyor olabilir; fakat Allah'ı ve Rasûlünü sevmesi bakımından da Allah onu seviyor ve onun dostu oluyordu.. Bundan dolayıdır ki Rasûlullah onun lanetlenmesini yasaklayarak şöyle buyurdular:

"Hiç şüphe yok ki O, Allah'ı ve peygamberini seviyor." (Buhari-el-fethü'l bari, 12/75)

Bu hususun esprisi şudur:

Seçilmiş olmak, Allah'ın dostu olmak, sıddık olmak, iyilerden olmak, muttaki olmak ve benzeri sıfatların hepsi; bölünmeyi, mükemmellik ve noksanlığı kabul eden sıfatlardır. Nitekim bütün müslümanların ittifakıyla bu husus, imanın aslında da geçerlidir.

İnsanın nefsine zulmetmesi iki kısma ayrılmaktadır:

Birincisi: kendisiyle beraber iman, Allah'ın dostluğu, sıddıklık ve seçilmişlikten hiçbir eser kalmayan türdür ki; şirk ve küfürle nefse zulmetmektir .

İkincisi ise: kendisiyle beraber insanın iman, seçilmişlik ve Allah'ın dostluğundan bir payının kalacağı türdür ki; günah ve masiyetlerle ona zulmetmektir. Bu son kısmın miktar ve vasıf bakımından bir çok farklı dereceleri vardır. İşte bu şekilde taksim yapılarak konunun açıklanması, bu meselenin kapalılığını giderir ve Allah'a hamdolsun ki bu konunun problemlerini ortadan kaldırır.

Hem dediler ki:

Sizin: "Bu üç sınıfında saadet ehli olup cennete gireceklerine delâlet eden hadisler zayıf olup, onlarla delil getirilmez" şeklindeki sözünüze gelince; buna cevaben deriz ki:

Bu hadisler o kadar çok yoldan rivayet edilmiştir ki, bunların bazıları diğerlerini desteklemekte ve biri diğerinin şahidi olmaktadır. Biz bunlardan daha önce zikrettiklerimizin haricinde bir kaçını burada zikredeceğiz ki bunlarla bu hadislerin çokluğu ve bir çok yoldan geldikleri bilinsin.

İbni Mürdüye, Fadl b. Umeyre'den , o da Meymun b. Siyah'tan , o da Osman en-Nehdi'den rivayet ettiğine göre Osman en-Nehdi şöyle dedi:

Ömer b. El-Hattab'ın mimberin üzerinde şöyle dediğini işittim:

Rasûlullah şöyle buyurdu:

"(Hayırlarda) öne geçenimiz, (mükâfatta da) önde olanımızdır. Ortada kalanlarımız da kurtulacaklardır. Nefislerine zulmedenlerimiz ise, mağfiret edileceklerdir."

Hz. Ömer (r. a.) devamla şu âyeti kerimeyi okudu:

"Onlardan kimi nefsine zulmedendir. Onlardan kimi ortada kalan, kimi de hayırlarda öne geçendir." (Fâtır, 32)

Yine İbni Mürdüye Ebû Dâvud'dan, o da Şû'be'den, o da Velid b. Ayzar'dan, dedi ki:

Sakifli bir adamdan işittim, o da kinâneli bir adamdan aktardı, o da Ebû said'den rivayet etti ki:

Peygamber efendimiz:

"Sonra o kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" âyeti kerimesi hakkında şöyle buyurdu:

"Onların hepsi de (neticede) cennete gireceklerdir."

Veya şöyle dedi:

" Onların hepsi de aynı konumdadırlar."  (Tirmizi, 3225. Tirmizi bu hadisin hasen garip olduğunu belirtmiştir.)

Bunlardan birisi Şu'be'ninde içinde bulunduğu zincirle gelmiştir. Şu'be'ye kadar bu hadisin zinciri sağlamdır. Zaten eğer bir hadisin zincirinde Şu'be bulunuyorsa, o hadis bir kenara atılamaz. Bilakis senin o hadise iyice tutunman gerekir.

Yine bu âyeti kerime hakkında Muâviye b. Salih, Ali b. Ebi Talha'dan, o da İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder:

"Bütün bunlar Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ümmetidir. Allah, indirmiş olduğu bütün kitaplarını (neticede) bunlara miras bıraktı.

Bunlardan nefislerine zulmedenler, (neticede) affedilirler. Ortada kalanları, kolay bir hesapla hesaba çekilirler ve öne geçenleri ise, hesaba çekilmeden cennete girerler."

Yine İbni Mürdüye Osman b. Ebi şeybe'den, o da Hasan b. Abdurrahman b. Ebi Leylâ'dan, o da İmran b. Muhammed b. Ebi Leylâ'dan, o da Hakem b. Abdûrrahman'dan, o da Bera' b. Azip'ten, dedi ki:

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Onlardan kimi nefsine zulmedendir. Onlardan kimi ortada kalan, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir." (Fâtır, 32)

Devamla Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle dedi:

" Onların hepsi de kurtuluşa erecektir ve onlar bu ümmettir."

Hülâsa olarak bu görüşte olanlar şöyle dediler:

İşte bu rivayetlerin bir kısmı diğerlerini desteklemektedir. Bu rivayetler, bir çok değişik yoldan rivayet edilmişlerdir. Aynı zamanda âyeti kerimenin siyakı da bunların sahih olduğunu göstermektedir. Bütün bunlardan dolayı bizler bu rivayetleri bırakıp başka şeylere iltifat etmeyiz.

Bütün bu anlatılanlardan maksadımız, insanların aşacakları merhaleler ve bu merhaleleri aşma şekillerinden bahsetmektir. Bu konuya dönüyor ve diyoruz ki:

Bedbaht olan insanlara gelince:

Bunlar o merhaleleri katederek bedbahtlık yurdu olan cehenneme doğru gitmekte; Rabb sübhânehû'nun gazabını O'nun kitaplarına, peygamberlerine ve peygamberlerin getirdiklerine düşmanlık etmeyi, Allah'ın dostlarına düşman olmayı ve O'nun yolundan alıkoymayı, Allah'ın dinine davet edenlerle savaşmayı ve insanlardan adaleti emredenleri öldürmeyi, yeryüzünde sadece kendisinin daveti bulunsun diye peygamberleriyle göndermiş olduğu davetini kaldırarak onun yerine başka davaları geçirmeyi kendilerine azık edinmişlerdir. İşte bu bedbahtlar, Allah'ın sevmediği ve razı olmadığı bir şekilde kendi ömür merhalalerini katetmişlerdir.

Allah'a doğru seyr u sülük edenlere gelince:

- Onlardan nefislerine zulmedenler: kendilerine tahsis edilmiş olan ömür merhalelerini gaflet içerisinde ve kendi şehevi arzularıyla lezetlerini Rabb sübhânehû'nun emirlerine ve razı olacağı şeylere tercih ederek katetmektedirler. Aynı zamanda Allah'a, O'nun kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman ederler. Fakat onların nefisleri hevâ ve heveslerine mağlup olmuştur.

Bunlar, kendi hallerinin kötü olduğunu biliyor, kusurlarını itiraf ediyor ve Allah'a dönmeye gayret ediyorlar. İşte bu, müslümanın hâlidir.

Kötü amelleri kendisine güzel ve süslü gösterilen, kendiside onları güzel görerek kötülüğünü itiraf etmeyen ve Allah'a dönmeye azmetmeyen, O'na yönelmeye gayret etmeyen kimseye gelince; böyle birinin islâmı sahih olmayıp, bunun kalbinden imanı sökülüp atılmıştır. Kendi nefsimizle baş başa kalmaktan Allah'a sığınırız.

- İyi ve ortada kalanlara gelince: bunlar sefer merhalelerini, Allah'ın emirlerini yerine getirmeye önem vererek ve O'nun yasaklarıyla masiyetleri terk etmeye kesin karar vererek katetmektedirler.

Bunların himmetleri sadece Salih amelleri yapmaya ve çirkin amellerden kaçınmaya yöneliktir.

Bunlardan biri sabah ilk kalktığında, ilk önce Allah'ın emrettiği şekilde abdest alıp namaz kılmak geçer onun içinden. O vaktin farz namazını edâ ettikten sonra da, güneş doğana kadar Kur'ân okumak ve zikir yapmakla meşgul olur. Güneş doğup biraz yükseldikten sonra da duhâ namazını kılar. Daha sonra ise maişetini temin etmeye çalışır. Öğle namazının vakti gelince, hemen abdest alır ve mescidin ilk saffında yerini tutar. Namazını, farzları, şartları ve sünnetlerine riayet ederek mükemmel şekilde kılar; huşu, murakabe ve Allah'ın huzurunda olma hissi gibi namazın batın hakikatlarini gözetir.

Böylece namazdan ayrılırken, namaz onun kalbi, bedeni ve diğer tüm halleri üzerinde öyle büyük bir etki bırakmış olur ki, onun yüzünde, dilinde ve diğer tüm organlarında bu etkiyi görmek mümkün olur.

Aynı zamanda kendi kalbinde, ebedilik yurdu olan ahirete yönelme, aldanma diyarı olan dünyadan uzaklaşma ve dünya ile onun içindeki şeylere hırsla sarılmama gibi meyvelerimde hisseder.

Artık namaz, onu hayasızlıktan ve her türlü kötülükten alıkoyarak uzaklaştırır. Namaz ona, Allah'la karşılaşmayı sevdirir ve onu Allah'tan alıkoyacak her şeyden uzaklaştırır. Böylece o, namaz vakti gelinceye kadar sanki hapisteymiş gibi devamlı sıkıntılı ve üzüntülü olur.

Namaz vakti gelince, nimeti, neşe ve sevinci, göz aydınlığı ve kalbinin hayatı olan namazı edâ etmeye kalkar. Namaz olmadan hiçbir şekilde hayatından zevk alıp memnun olmaz. Bütün bunları yaparken de sünnetleri korumaya özen gösterir ve imkanı oldukça onları ihlal etmez.

Meselâ; en mükemmel şekilde abdest alır, vaktin evveline dikkat eder ve imamın sağında veya arkasında ilk safta durmaya çalışır. Namazdan sonra da meşru olan zikirleri yapar. Örnek olarak üç defa istiğfar da bulunur. Sonra şöyle der:

"Allahım! Sen Selâmsın ve selâm sendendir. Ey celâl ve ikram sahibi olan Allahım, sen bütün noksanlıklardan münezzehsin." (Müslim, 591,592 Tirmizi, 300; Ebû Dâvud, 1512)

Ve şöyle der:

"Tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'tan başka ibadete layık ilâh / mabud yoktur. Mülk O'nundur ve hamd O'na mahsustur. Muhakkak ki o her şeye kadirdir. Allahım! Senin verdiğin şeyleri engelleyecek ve senin vermediğin şeyleri verecek hiç kimse yoktur. Senin kâtında hiçbir şeref ve itibar sahibine şerefi ve itibarı fayda vermeyecektir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Biz O'ndan başkasına asla ibadet etmeyiz. Her türlü nimet ve lütuf O'nun olup, en güzel övgüler O'na olsun. Allah'tan başka  ibadete layık ilâh / mabud yoktur. Kâfirler istemesede dini sadece O'na hâlis kılanlarız." (Müslim, 594; Ebû Dâvud, 1506; Nesâi, 3/69-70)

Bundan sonra da doksan dokuz defa tesbih , tahmid ve tekbir geririr ve yüzüncü de şöyle der:

"Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve ortağı yoktur. Mülk O'nundur ve hamd O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir." (Müslim, 597.)

Bundan daha fazlasını yapmak isteyen kimse, bunlardan sonra "âyetü'l kürsi" yi (Nesâi, 100.) ve "muavvizeteyni / ihlâs, felak ve nas sûrelerini" her namazdan sonra okur. (Tirmizi, 2905; Ebû Dâvud, 1523.)

Bütün bu zikirlerden sonra da en güzel şekilde sünnet namazını kılar. İşte bunların her namaz esnasında durumları bu şekildedir.

Güneşin batmasından biraz önce, gündüzün ilk vakti için sünnette vârid olan zikirleri sabah yaptığı gibi; yine sünnette vârid olan akşam zikirlerini yapar. Ve bu iki vaktin zikirlerini hiçbir zaman ihlâl etmez.

Gece olduğunda, Rabb sübhânehû'nun kullar arasında taksim ettiği mevhibelere göre değişik konumları ve makamları vardır onların. Yataklarına girdiklerinde, sünnette vârid olan uyku zikirlerini okurlar. Bunlar kırka baliğ olacak kadar çokturlar. O ise, bunlardan bilip güç yetirdiklerini okur.

Meselâ: üç defa avuçlarına üfürüp "ihlas" ve "muavvizeteyn" sûrelerini okuyarak, ellerini başlarına, yüzlerine ve vücutlarından güç yetirdikleri yerlere sürerler. (Müslim, 2192.) "Ayetü'I kürsi" okurlar. (Tirmizi, 2880; Buhari-el-fethü'l bari, 9/55.) Bakara sûresinin son âyetlerini okurlar. (Müslim, 807.)

Otuz üç defa tesbih, otuz üç defa tahmid ve otuz üç defa da tekbir getirirler. (Buhari-el-fethü'l bari, 11/119; Müslim, 2727)

Veya onlardan biri şöyle der:

"Allahım! Nefsimi sana teslim ettim. Yüzümü sana yönelttim. İşimi / durumumu sana havale ettim. Sırtımı sana dayadım. Senden ancak sana sığınırım. İndirdiğin kitab'a ve gönderdiğin peygambere iman ettim." (Müslim, 2710.)

Dilerse şöyle der:

"Rabb'im, senin isminle yanımı (yatağa) koyuyor ve senin isminle kaldıracağım. Eğer canımı alırsan, onu affet; yok eğer ruhumu geri iade edersen, sâlih kullarını koruduğun şeylerle canımı da koru." (Buhari-el-fethü'l bari, 11/125; Müslim, 2714.)

Özet olarak bunlar, yatakları üzerinde uykuya yenik düşene kadar Allah'ı zikrederler. İşte böyle kişilerin uykuları da onlar için ibadet olur ve onların Allah'a olan yakınlıklarını artırır. Uykudan uyandığı zaman, tekrar eski durumuna döner. Bununla beraber o, kulların hakları olan hastaları ziyaret etme, cenazeleri uğurlama, davetlere icabet etme, makamı, canı ve malıyla onlara yardım etme ve onları ziyaret edip yoklukları halinde onları sorma ve benzeri şeyleri de yerine getirir. Aynı şekilde o, ev halkının ve çoluk çocuğunun da haklarını yerine getirir.

Böylece o, kulluk makamlarında gezinip durur, nasıl emredilmişse öyle yapar. Allah'ın hakları hususunda bir kusurları olduğu zaman, hemen özür diler, tevbe edip istiğfar ederler ve onun izini tamamen silecek olan Sâlih amel yaparak o kusurlarını düzeltir.

- Allah'ın yakınlığını kazanmış ve hayırlarda öne geçmiş olanlara gelince:

Onların durumlarını anlatıp onunla vasıflanmamaktan dolayı kendisinden başka ibadete layık ilâh olmayan Allah'ın bizi affetmesini dileriz! Öyle ki biz bunun kokusunu dahi almış değiliz. Fakat onları sevmemiz, onların makamlarını bilmeye bizleri sevketmektedir. Onların durumlarını ve makamlarını bilmenin bir çok faydaları vardır:

Bir faydası: Geri kalmış miskin kul devamlı kendi nefsini küçük görür ve nefsini ayıplayıp kötüler.

Bir faydası da: Rabb'inin önünde kulun kalbi devamlı kırık olur, O'na boyun eğer, kendini hakir görür ve kendisi geri kalmışların zümresinde iken öne geçmiş olan kimselerin makamlarını gıptayla müşahede eder. Kendisi mahrum kalmış kimselerle beraber iken tüccarların büyük mallarını özlemle seyreder.

Bu ilmin bir başka faydası da; olur ki bunu bilmekle bütün hayırların elinde olduğu Allah'tan samimi bir şekilde ister ki, onu da onların amellerini yapmaya iletsin ve onu da onlara ilhak etsin. Ve umulur ki bunu istediği an, Allah'ın kendisinden istenen her şeyi verdiği bir ana rast gelir de onun bu samimi isteği kabul edilir.

Bunu bilmenin bir diğer faydası da şudur: Şüphesiz ki bu ilim, kulların bildikleri ilimlerin en üstünüdür. Ve tevhit ilminden başka bundan daha üstün bir ilim mevcut değildir. Bu ilim, düşük seviyeli alçak nefislere yaraşmayıp; sadece şerefli nefislere lâyıktır. Eğer bir kişi, kendi nefsinin bu ilmi elde etmeye münasip olduğunu, bu ilmi sevip arzuladığını ve onun azından dahi hoşlandığını görürse; bu ilme ehil kılındığı için bu hayırla sevinmeli ve nefsine şöyle demelidir:

"Ey nefis, saadetin yarısını elde etmiş bulunuyorsun; diğer yarısını da elde etmek için çalış. Zira saadet, bu hâli bilmek ve onunla amel etmektir. Hiç şüphe yok ki sen, mesafenin yarısını katetmiş bulunmaktasın; geri kalanını da katedip büyük bir kazanç elde etmeye ne dersin?"

Bunu bilmenin bir başka faydası da şudur: şurası kesindir ki herhangi bir hâli bilmek onu bilmemekten daha hayırlıdır. Meselâ iki kişi bulunsa, onlardan biri bu hâli bildiği halde onunla vasıflanmamış ve onu yerine getirmemiş olsa; diğeri ise; hem bu hâli bilmiyor hem de onu yerine getirmiyor olarak hem ilim hem de amelden yoksun olsa; hiç şüphe yok ki bu durumda bilen kişi bilmeyenden daha hayırlı olur. Fakat hem bu hâli bilen hem de onunla vasıflanmış olan âlim bu ikisinden de daha hayırlıdır. Bu durumda her hak sahibine hakkını vermemiz gerekir.

Bu hâli bilmenin bir faydası da şudur: Bir kişi bunu bilmeyi kendisine gaye ve maksat edindiği zaman, bir an için dahi olsa kendi kabiliyetine göre bundan bir şeyler elde etmesi kaçınılmaz olur. Öyle ki bu hâle ulaşmayı kendi içinden geçirmesi bile yeterli olur.

Bir diğer faydası da şudur: olur ki bu hâl hakkında kasıtlı veya kasıtsız bir şekilde dilinden bazı cümleler dökülür ve başkası bunlardan istifade eder. Allah'ü Teâlâ bir zerre ağırlığındaki amelleri dahi zayi etmez. Umulur ki o başkasının amel etmesiyle kendisine de merhamet edilir.

Netice olarak şunu söyleyelim ki, bu ilmin faydaları sınırlandırılamayacak kadar çoktur. Bundan dolayı da seni bu ilimden alıkoyacak kimselere kulak vermemen ve:

"Bu faydasız bir ilimdir" dememen gerekir. Bilakis bundan sakın ve Allah'tan yardım dileyerek acizlik yapma. Ancak aldanmaman ve sadece bilmekle yaşamanın farklı şeyler olduğunu da bilmen gerekir. Sakın ha! Sadece bu hâli bilmekle onun ehlinden olduğunu sanmayasın. Zira kendisi fakir olduğu halde zenginlik yollarını bilenle bilfiil zengin olan arasında çok büyük farklar vardır.

Aynı şekilde kendisi hasta olduğu halde sıhhat sebeplerini bilenle sıhhatli olan kimse arasında çok açık farklar vardır. Şimdi sen, bu hâlin sahibi olan kimselerin hayret verici durumlarını ve çok büyük olan önemlerini dinlemeye hazır ol. Eğer bunları dinlerken, onlara benzemeye yönelik nefsinde bir hareketlenme ve himmet görürsen Allah'a hamdet ve içeri gir. Zira yol açık ve kapı herkes için ardına kadar açılmıştır.

 

Bir kişinin özellikleri senin hoşuna gittiği zaman;

Onun gibi ol hoşuna giden şekli alırsın.

Şüphesiz ki cömertlik ve yüce hasletleri yaptığın zaman;

Seni engelleyen hiçbir kimseyle karşılaşmazsın.

 

Hiç şüphe yok ki bu kavmin durumu hayret vericidir. Onların durumları, onlara ortak olmayanlara kapalıdır. Onlara ortak olanlar ise, onların hallerinden kendilerinin de ortak oldukları noktaları görebilirler.

Genel olarak bu kavmin hâli şöyledir:

Bunlar öyle bir topluluktur ki, onların kalpleri marifetullah ile dolup taşmış; Allah'tan korkmak, O'nu yüceltip saygılı olmak, O'nu gözetmek ve O'nu sevmekle / muhabbetullah ile dolmuştur. Böylece muhabbet, onların bütün cüzlerine yayılmış ve onların bedenlerinde bulunan her damara ve mafsala girmiştir. Öyle ki Allah sevgisi onlara başka şeyleri anmayı unutturmuş ve Allah ile olan ünsiyetleri onları başka şeylerden uzaklaştırmıştır.

Onların Allah'ı sevmeleri, O'nu zikretmeleri, O'ndan korkmaları ve umutlarını sadece O'na bağlamaları, O'na rağbet etmeleri ve saygı duymaları, O'na tevekkül etmeleri, O'na yönelmeleri, O'nunla huzura ermeleri ve sükûnet bulmaları, O'na boyun eğmeleri ve O'nun önünde el pençe divan durmaları öyle yüksek bir seviyeye ulaşmıştır ki, O'ndan başkasına karşı bu gibi duygularının olmasını engellemiştir.

Onlardan biri yatağına uzandığı zaman, onun nefesleri mevlasına ve ilâhına yükselir ve O'nun yüce sıfatlarıyla güzel isimlerini zikrederek himmetini sadece O'na hasrederek O'nu isim ve sıfatlarında müşahede eder. Böylece Allah'ın isim ve sıfatlarının nurlan onun kalbine tecelli eder ve onun kalbi muhabbetullah ve ve marifetullah boyasıyla boyanır.

Artık onun cismi de yataktan uzaklaşır ve onun kalbi mevlası ve mahbubuna sığınır, o'da onu korur ve onu kendi huzurunda boyun eğmiş ve her açıdan pişman olup O'na yönelmiş bir şekilde secdeye vardırır.

Bu ne yüce ve ne üstün bir secdedir! Artık o da, Allah'la karşılaşacağı güne başını bu secdeden kaldırmaz.

Ariflerden birisine denildi ki:

"kalp de, Rabb'inin huzurunda secdeye varır mı?" O şöyle cevap verdi:

"Allah'a yemin olsun ki evet, hem de öyle bir secdeye varır ki kıyamet gününe kadar başını o secdeden kaldırmaz."

Bu öyle bir kalptir ki Rabb'inin yanında gecelemektedir. Rabb'ine olan yolculuğunda bütün varlıklar çölünü aşmış, tabiat perdesini yırtmış, hiçbir işaret ve alâmete takılıp kalmamış ve Rabb'inin huzuruna girerek O'nun saltanatının izzetini, celalinin azametini, durumunun yüceliğini ve kemalinin parlaklığını müşahede etmiştir. Rabb'i arşa istiva etmiş kulların işlerini düzenlemekte, kulların bütün durumları O'na yükselmekte ve amelleriyle ihtiyaçları O'na sunulmaktadır. Rabb Teâlâ'da bütün bu hususlarda dilediğini emreder ve O'nun emri yerine getirilmek üzere O'nun katından iner.

Bu kalp, hak olan "melik" in kendi zâtıyla kaim ve kendisinin dışındaki her şeyi ikame ettiğini; hiçbir şeye muhtaç olmadığını ve her şeyin O'na muhtaç olduğunu müşahede eder. O şöyle buyurmaktadır:

"Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi) ancak O'ndan ister. O, her gün (her an, hikmetine uygun) bir iştedir." (Rahman, 29)

Aynı şekilde Rabb'ini şu hallerde müşahede eder:

Rabb Teâlâ kiminin günahlarını affediyor, kiminin sıkıntılarını gideriyor, kimi esirleri esaretten kurtarıyor, zayıfa yardım ediyor, gönlü kırıkların gönüllerini alıyor, fakirleri zengin yapıyor, öldürüyor, diriltiyor, saadet veriyor, şakavette bırakıyor, dalâlette bırakıyor veya hidâyete erdiriyor, bir kavme nimetler bağışlarken diğerlerinden nimetlerini çekip alıyor, bazılarını izzetli yaparken diğerlerini zelil kılıyor ve bazı milletleri yüceltip diğer bazılarını da alçaltıyor..

Bu kalp, yaratılmışlardan Allah'ı en iyi tanıyan ve verdiği haberlerde en sadık olanın Allah hakkında haber verdiği gibi O'nu müşahede ediyor.. O zât şöyle buyuruyor:

"Allah'ın sağ eli / yemini doludur. Gece gündüz boyunca (devamlı) onu harcamasıyla bitip tükenmez. Yaratılmışları yarattığı andan itibaren onlara infâk ettiğini görmezmisiniz? Hiç şüphe yok ki bu infâkların hepsi de O'nun sağ elinde / yemininde bulunanları eksiltmiş değildir. Allah'ın diğer elinde ise mizan vardır, (onunla kimimin) alçaltıyor (kimini de) yüceltiyor." (Buhari- el-fethü'l bari, 8/352; Müslim, 993.)

Yine bu kalp Rabb'ini, rızıkları taksim ederken, bol bol bağışlarda bulunurken ve sağ eliyle kullarından dilediğine lütfuyla minnette bulunurken; diğer eliyle de mizanı tutup adaleti ve hikmeti gereği dilediğini alçaltıyor ve dilediğini de yüceltiyorken müşahede eder. O'ndan başka ibadete layık ilâh yoktur. O azizdir, hakimdir.

Bu kalp, göklerin ve yerin ve onların içinde bulunan her şeyin bütün işlerini düzenleyenin tek başına Rabb'ı olduğunu müşahede eder. O'nun, huzuruna girmek için izin isteyecek bir kapıcısı, O'ndan önce baş vurulacak bir veziri, desteği alınacak bir yardımcısı, O'nun katında aracı yapılacak bir velisi, kullarının ihtiyaçlarını O'na bildirecek bir naibi ve onların ihtiyaçlarını gidermek için yardımlaştığı bir yardımcısı yoktur.

Bütün bunları Rabb sübhânehû, ilmi, kudreti ve rahmetiyle kuşatmıştır. İhtiyaçların çok olması sadece O'nun ikramını ve cömertliğini artırır. Bunlardan hiçbir şey diğer bir şeyden O'nu alıkoymaz ve isteklerin çok olması O'nu karıştırmaya sevketmez. Aynı şekilde kullarının ısrarlı isteklerinden dolayı sıkılmaz o (c.c.).

Eğer yaratılışın başından sonuna kadar bütün yaratılmışlar, insanlar ve cinler bir araya toplanır ve tek bir sahada dururlarsa; sonra da O'ndan isteklerde bulunur ve O'da onlardan her birinin istediği şeyleri verirse; bu O'nun katında bulunan şeylerden denize batırılan bir iğnenin ondan eksilttiği miktardan başka hiçbir zerre dahi eksiltmez. Yine insanıyla cin'iyle baştan sona bütün kullar en muttaki bir kişinin kalbi üzere bulunsalar ve bu şekilde Allah'a kulluk etseler, bu O'nun mülkünde hiçbir şeyi artırmaz. Zira O, mutlak zengin olup hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, son derece cömert ve nihayetsiz bir şekilde yücedir. O'nun bağışta bulunması da azap etmesi de sadece bir söz söylemesi iledir. O (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Bir şey dilediği zaman, O'nun emri sadece ona "ol" demektir. O da oluverir." (Yasin, 82)

Yine bu kalp Rabb'ını, doğru söyleyen ve doğrulanmış olan zâtın O'nun hakkında haber verdiği şekilde müşahede eder. O zât şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz ki Allah uyumaz ve uyumak O'na yaraşmaz. O, adaleti indirip kaldırıyor. Gündüz amellerinden önce gecenin amelleri ve gecenin amellerinden önce de gündüzün amelleri O'na arzedilir. O'nun hicabı nurdur. Eğer onu açacak olursa, O'nun vechinin parıltıları yaratıklardan O'nun gördüklerinin hepsini (yani bütün mahlukatı) yakar." (Müslim, 1796; Ahmed, 4/395-401-405.)

Özetle bu kalp, Allah'ın kelamında O'nu müşahede eder. Zira Allah, kendi kelâmıyla kullarına tecelli etmiş ve kelâmıyla kendisini onlara tanıtmıştır. Allah'ı inkâr eden zalimlere yazıklar olsun! Helak olsunlar onlar!

"Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe olur mu?" (İbrahim, 10)

İşte böylece Rabb sübhânehu onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. (Buhari-el-fethü'l bari, 11/340)

Artık o, Allah adına duyar, O'nun adına görür, O'nun adına tutar ve O'nun adına yürür. Nitekim Allah, peygamberinin diliyle kendisinden böyle haber vermiştir. Fakat Allah'la arasındaki örtü kalın olan, tabiatı kesafetli ve inatçı olan kimseler bunu anlamaktan çok uzaktırlar. Hatta böyle kimseler bundan, Allah Teâlâ'ya lâyık olmayan mânâlan; hülûl ve ittihat (Allah'ın kulların içine girip onlarla bir olması) manalarını anlamaktadırlar. Ya da bu hadisten hiç kastedilmeyen şeyleri anlayıp hem hadisin lafzını hem de mânâsını tahrif etmektedirler:

"Kim ki Allah, kendine bir nur vermemişse artık onun için nûr yoktur." (Nur, 40)

İşte böyle bir kalbin sahibi, Allah'tan başkasının kendi kalbinde bulunmasından veya O'ndan başkasıyla huzur bulmaktan kalbini temizler. Ve işte bunların kalpleri, bedenleri yatakların üzerinde iken bütün yaratıkları aşıp arşın altında secdeye varırlar.

Nitekim Ebû Derdâ şöyle diyor:

"Mü'min bir kul uyuduğu zaman, onun ruhu yükseltilir. Öyle ki ruhu arşın altında secdeye varır, eğer onun ruhu temiz ise, secde yapması için izin verilir; yok eğer cünûb olursa, secde yapmasına izin verilmez."

Allah daha iyi bilir ya! Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, uyumak istediği zaman cünûb olan birinin abdest almasını emretmesinin sırrı da bu olsa gerektir. Zira abdest almak, Allah'ın huzurunda secdeye varmaktan ruhu alıkoyan mutlak ve kâmil cünûplüğün hükmünü kaldırmaktadır.

İşte sen bu meseleyi ve onun fıkhını iyice düşün ve sahabelerin fıkıhta ne kadar yüce olduklarını ve ilimde ne kadar derinleştiklerini bil. Şüphesiz ki bu Allah'ın fazlı ve keremidir. Allah dilediği kimseye fazlından ve kereminden ihsan eder.

Böyle bir kalp uykudan uyandığı zaman, bütün himmetiyle, muhabbetiyle ve şevkiyle Allah'a yönelir, O'nu arzular, O'nu talep eder, O'na muhtaç olduğunu hisseder ve O'nun kapısından hiçbir şekilde ayrılmaz.

Bu kalbin hâli, mahbubundan uzak kalmış, ona çok muhtaç olan ve onun yanında olması zorunlu ve kaçınılmaz olan birinin hâli gibidir.

Bu kalbin mahbubuna olan ihtiyacı nefes alıp vermeye, yemek yemeye ve su içmeye olan ihtiyacından çok daha fazladır.

Bu kalp uyuduğu zaman en son kendisinden geçen ve uyandığında da ilk hatırladığı mahbubudur.

Bu hâle elverişli olmayan ve bu hususta samimi olmayan kalplere yazıklar olsun! O kalpler her türlü dünya ve ahiret hayırlarından mahrum kalmışlardır.

 

İÇİNDEKİLER

4. Bölüm