Bunlara cevaben birinci görüştekiler şöyle dediler:
Eğer siz Kur'ân'ı kerimi hakkıyla düşünür ve âyeti kerimeleri gerçek mânâda anlar, sözün siyakını ve delalet yollarını göz önünde bulundurursanız; Bizim görüşümüzün doğru olduğunu ve bu âyeti kerimedeki taksimin,
Vakıa, İnsan ve Mutaffifin sûrelerindeki taksimden daha özel olduğunu bileceksiniz. Çünkü o sûrelerdeki taksim, insanları saadet ehli ve şakavet ehli diye iki kısma ayırmakta; saadet ehlini de iyiler ve Allah'ın yakınlığını kazanmışlar şeklinde taksim etmektedir.
Görüldüğü gibi bu taksim, asi olarak nefsine zulmeden kimselerden hiç bahsetmemektedir. Fâtır sûresinde bulunan bu âyetler ise, öncelikle bütün ümmeti Muhsin /
iyiler ve kötüler şeklinde taksim etmektedir.
İşte burada söz konusu edilen kötüler, nefislerine
zulmeden kimselerdir. İyiler ise iki kısma ayrılırlar:
- Orta halli olanlar ve
- Hayırlarda öne geçenler...
Hiç şüphesiz ki, asi olmakla nefislerine zulmedenler bulunmaktadır ve hatta bunlar ümmet içindeki kısımların en çok olanlardır. Böyle iken kur'ân'ın
bunlardan bahsetmemesi ve onların hükmünü açıklamaması nasıl mümkün olabilir?
Böylece bu âyeti kerimelerle ümmetin bütün kısımları
belirtildikten sonra da ümmetin haricinde olanlar anlatılmaktadır ki, onlar da
kâfir olanlardır. Bu şekilde bu âyeti kerimeler, insanların bütün kısımlarını
kapsamış olurlar. Fakat sizin görüşünüze göre, âyeti kerimelerde en çok ve en
kalabalık olan kısım ihmal edilmiş; buna karşılık hem başta hem de sonda olmak
üzere kâfirlerden iki defa bahsedilmiş olur.
Şüphesiz ki Allah'ü Teâlâ'nın :
"Sonra o kitab'ı (kur'ân'ı) kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" sözü, kitab'ın miras bırakıldığı kimselerin bütün kullar arasından
"seçilenler" olduğunu açık bir şekilde belirtmektedir. Bu cümlenin hemen akabindeki:
"Onlardan kimi nefsine zulmedendir" cümlesi de, ya Allah'ü Teâlâ'nın
"seçtiği" kimselere; yada "kullarımız" ifadesine dönük olarak söylenmiştir.
Allah'ü Teâlâ'nın "seçtiği" kimselere dönmesi iki açıdan tercih edilir:
Birincisi; Allah sübhânehû'nun:
"..Onlardan kimi ortadan kalan, kimi de hayırlarda öne geçenlerdir" sözü, hiç şüphe yok ki Allah'ın
"seçtiği" kimselere dönük olup; "kullar" ifadesine dönük değildir. O halde:
"onlardan kimi nefsine zulmedendir" cümlesi de, aynı şekilde "seçilen" kullara dönük olur. Zira âyeti kerimenin siyakı, Allah'ın kitabı kullarından bir gruba miras bıraktığında ve onlarında üç kısımdan müteşekkil olduğuna delâlet etmektedir. Bu sözün zahirinin delâlet ettiği mânâ, hiç şüphesiz ki bu şekildedir.
İkincisi ise; Eğer sen: "malımı, bulûğ çağına girmiş olan çocuklarıma verdim. Onlardan kimi tüccar oldu, kimi o malı depoladı ve kimi de israf edip malı etrafa saçıyor"
desen; hiç kimse, bunun bütün evlatlarının taksimi olduğunu anlamaz; bilakis bunun, sadece malı alan çocuklarının taksimi olduğunu anlar.
Hem dediler ki: sizin:
"Allah, kullarından nefsine zulmedenleri seçmez;
zira seçmek, bir şeyin özünü ve en iyi tarafını tercih etmektir" şeklindeki
sözünüze gelince; buna cevaben deriz ki:
Kulun Allah tarafından seçilmiş olması ve sevilmesi gibi onun makamının yüce olduğuna ve Allah'ın yakınlığını kazandığına delâlet eden şeylerle, kulun bazen günah ve masiyetlerle nefsine zulmetmesi arasında herhangi bir çelişki mevcut değildir.
Hatta bundan da öte kulun "sıddıkiyet" makamında bulunması bile, onun bazen nefsine zulmetmesine münâfi değildir. Bundan dolayıdır ki bu ümmetin en
"seçkini" ve "sıddıkı" olan Hz. Ebu Bekir (r.a) peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem)'e:
"Bana bir duâ öğret ki, namazımda onunla dua edeyim" dediğinde; peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle cevap vermişti. Ona:
"(Ey Ebû Bekir) de ki:
"Allahım! Ben nefsime çokça zulmettim, senden başkada günahları bağışlayacak yoktur; senin katına yaraşan bir mağfiretle beni affet ve bana merhamet et. Şüphesiz sen çok bağışlayan, çok merhamet edensin."
(Buhari - el-fethü' bari, 2/317; Müslim, 2705; Ahmed, 1/7)
Allah'ü Teâlâ'da şöyle buyuruyor:
"Rabbinizden bir mağfiret (kazanmaya) ve takva sahipleri için hazırlanmış; genişliği gökler ve yerler kadar olan cennete koşuşun. O (takva sahibi ola)nlar, bollukta ve darlıkta
(Allah rızası için) sarf ederler, öfkelerini yutarlar ve insanları
affederler. Allah iyilik yapan ve güzel davrananları sever. Ve (yine)
onlar, çirkin bir iş işledikleri veya (günahlarla) kendilerine
zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak hemen günahlarını bağışlamasını isterler..."
(Al'i İmran, 133-135)
Bu âyeti kerimeyle Allah'ü Teâlâ, takva sahiplerinin sıfatlarından bahsederek; onlarında nefislerine zulmedebileceklerini ve çirkin işler yapabileceklerini; fakat bunlara ısrarla devam etmeyeceklerini haber vermektedir.
Allah sübhânehû şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan doğruyu getiren (peygamber) ve onu gereğiyle tasdik eden
(mü'min)'ler var ya, işte onlar, takvaya erenlerin ta kendileridir. Rabbb'lerinin katında diledikleri şeyler, onlarındır. İşte bu, iyi davrananların / iyilik edenlerin mükafatıdır. Çünkü Allah, onların
(geçmişte) yapmış olduklarının en kötüsünü bile örtecek ve kendilerine mükafatlarını, yapmış olduklarının en güzeliyle
verecektir." (Zümer, 33-35)
İşte bu sıddık ve mûttakiler.. Allah'ü Teâlâ bunlarında kötü amellerinin olacağını, fakat onların kötülüklerini sileceğini haber vermektedir. Hiç şüphe yok ki bu kötülükler, nefse zulmetmektir.
Allah'ü Teâlâ Mûsâ (a. s.)'ın şöyle dediğini naklediyor:
" (Mûsâ pişman olup:) "Ey Rabb'im, gerçekten ben kendime yazık ettim /
nefsime zulmettim, beni bağışla" dedi. Bunun üzerine (Allah) onu
bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
(Kasas, 16)
Âdem (a. s.) şöyle yakarıyor Allah'a:
"Ey Rabb'imiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak biz, ziyana uğrayanlardan oluruz."
(A'raf, 23)
Yûnus (a. s.) şöyle dûa ediyor:
"Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni
(noksanlıklardan) tenzih ederim, doğrusu ben (bu hareketimle)
kendisine zulmedenlerden oldum." (Enbiyâ, 87)
Bunlarla anlaşıldı ki, insanın günahlarla nefsine zulmetmesi, onun
"sıddıklık" makamına ve Allah'ın dostu olmasına münâfi olmayıp; onu takva dairesinin haricine çıkartmıyor. Bilakis kul, Allah'ın dostu, sıddık ve muttaki olmakla beraber kendi nefsine zulmedebiliyor ve kötülük işleyebiliyor...
Bununla da bilindi ki, kulun nefsine zulmetmesi onun, Allah'ın bütün kulların arasından seçip kitab'ı miras bıraktığı kimselerin haricinde kalmasını gerektirmez. Zira o öğrenmesi ve amel etmesi için kitab'ın ona miras bırakılması açısından seçilmiş; fakat emredildiği bazı şeyleri yapmaması veya kendisine yasaklanan bir takım şeyleri yapması açısından da nefsine zulmetmiştir.
Örnek olarak Abdullah el-Himar, çok içki içmesi açısından Allah'ü Teâlâ onu sevmiyor olabilir; fakat Allah'ı ve Rasûlünü sevmesi bakımından da Allah onu seviyor ve onun dostu oluyordu.. Bundan dolayıdır ki Rasûlullah onun lanetlenmesini yasaklayarak
şöyle buyurdular:
"Hiç şüphe yok ki O, Allah'ı ve
peygamberini seviyor."
(Buhari-el-fethü'l bari, 12/75)
Bu hususun esprisi şudur:
Seçilmiş olmak, Allah'ın dostu olmak, sıddık olmak, iyilerden olmak, muttaki olmak ve benzeri sıfatların hepsi; bölünmeyi, mükemmellik ve noksanlığı kabul eden sıfatlardır. Nitekim bütün müslümanların ittifakıyla bu husus, imanın aslında da geçerlidir.
İnsanın nefsine zulmetmesi iki kısma ayrılmaktadır:
Birincisi: kendisiyle beraber iman, Allah'ın dostluğu, sıddıklık ve seçilmişlikten hiçbir eser kalmayan türdür ki;
şirk ve küfürle nefse zulmetmektir .
İkincisi ise: kendisiyle beraber insanın iman, seçilmişlik ve Allah'ın dostluğundan bir payının kalacağı türdür ki; günah ve masiyetlerle ona zulmetmektir. Bu son kısmın miktar ve vasıf bakımından bir çok farklı dereceleri vardır. İşte bu şekilde taksim yapılarak konunun açıklanması, bu meselenin kapalılığını giderir ve Allah'a hamdolsun ki bu konunun problemlerini ortadan kaldırır.
Hem dediler ki:
Sizin: "Bu üç sınıfında saadet ehli olup cennete
gireceklerine delâlet eden hadisler zayıf olup, onlarla delil getirilmez"
şeklindeki sözünüze gelince; buna cevaben deriz ki:
Bu hadisler o kadar çok yoldan rivayet edilmiştir ki, bunların bazıları diğerlerini desteklemekte ve biri diğerinin şahidi olmaktadır. Biz bunlardan daha önce zikrettiklerimizin haricinde bir kaçını burada zikredeceğiz ki bunlarla bu hadislerin çokluğu ve bir çok yoldan geldikleri bilinsin.
İbni Mürdüye, Fadl b. Umeyre'den , o da Meymun b. Siyah'tan , o da
Osman en-Nehdi'den rivayet ettiğine göre Osman en-Nehdi şöyle dedi:
Ömer b. El-Hattab'ın mimberin üzerinde şöyle dediğini işittim:
Rasûlullah şöyle buyurdu:
"(Hayırlarda)
öne geçenimiz, (mükâfatta da) önde olanımızdır. Ortada kalanlarımız da
kurtulacaklardır. Nefislerine zulmedenlerimiz ise, mağfiret edileceklerdir."
Hz. Ömer (r. a.) devamla şu âyeti kerimeyi
okudu:
"Onlardan kimi nefsine zulmedendir. Onlardan kimi ortada kalan, kimi de hayırlarda öne geçendir."
(Fâtır, 32)
Yine İbni Mürdüye Ebû Dâvud'dan, o da Şû'be'den,
o da Velid b. Ayzar'dan, dedi ki:
Sakifli bir adamdan işittim, o da kinâneli bir adamdan aktardı, o da
Ebû said'den rivayet etti ki:
Peygamber efendimiz:
"Sonra o kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" âyeti kerimesi hakkında şöyle buyurdu:
"Onların hepsi de
(neticede) cennete gireceklerdir."
Veya şöyle dedi:
" Onların hepsi de aynı konumdadırlar."
(Tirmizi, 3225. Tirmizi bu hadisin hasen garip olduğunu belirtmiştir.)
Bunlardan birisi Şu'be'ninde içinde bulunduğu zincirle gelmiştir.
Şu'be'ye kadar bu hadisin zinciri sağlamdır. Zaten eğer bir hadisin zincirinde
Şu'be bulunuyorsa, o hadis bir kenara atılamaz. Bilakis senin o hadise iyice tutunman gerekir.
Yine bu âyeti kerime hakkında Muâviye b. Salih, Ali b. Ebi Talha'dan, o da
İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Bütün bunlar Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in ümmetidir. Allah, indirmiş olduğu bütün kitaplarını (neticede) bunlara miras bıraktı.
Bunlardan nefislerine zulmedenler, (neticede) affedilirler. Ortada kalanları, kolay bir hesapla hesaba çekilirler ve öne geçenleri ise, hesaba çekilmeden cennete girerler."
Yine İbni Mürdüye Osman b. Ebi şeybe'den, o da
Hasan b. Abdurrahman b. Ebi Leylâ'dan, o da İmran b. Muhammed b. Ebi Leylâ'dan, o da
Hakem b. Abdûrrahman'dan, o da Bera' b. Azip'ten, dedi ki:
Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Onlardan kimi nefsine zulmedendir. Onlardan kimi ortada kalan, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir."
(Fâtır, 32)
Devamla Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle dedi:
" Onların hepsi de kurtuluşa
erecektir ve onlar bu ümmettir."
Hülâsa olarak bu görüşte olanlar şöyle dediler:
İşte bu rivayetlerin bir kısmı diğerlerini desteklemektedir. Bu rivayetler, bir çok değişik yoldan rivayet edilmişlerdir. Aynı zamanda âyeti kerimenin siyakı da bunların sahih olduğunu göstermektedir. Bütün bunlardan dolayı bizler bu rivayetleri bırakıp başka şeylere iltifat etmeyiz.
Bütün bu anlatılanlardan maksadımız, insanların aşacakları merhaleler ve bu merhaleleri aşma şekillerinden bahsetmektir. Bu konuya dönüyor ve diyoruz ki:
Bedbaht olan insanlara gelince:
Bunlar o merhaleleri katederek bedbahtlık yurdu olan cehenneme doğru gitmekte; Rabb sübhânehû'nun
gazabını O'nun kitaplarına, peygamberlerine ve peygamberlerin getirdiklerine
düşmanlık etmeyi, Allah'ın dostlarına düşman olmayı ve O'nun yolundan
alıkoymayı, Allah'ın dinine davet edenlerle savaşmayı ve insanlardan adaleti
emredenleri öldürmeyi, yeryüzünde sadece kendisinin daveti bulunsun diye peygamberleriyle göndermiş olduğu davetini kaldırarak onun yerine başka davaları geçirmeyi kendilerine azık edinmişlerdir. İşte bu bedbahtlar, Allah'ın sevmediği ve razı olmadığı bir şekilde kendi ömür merhalalerini katetmişlerdir.
Allah'a doğru seyr u sülük edenlere gelince:
- Onlardan nefislerine zulmedenler: kendilerine tahsis edilmiş olan ömür merhalelerini gaflet içerisinde ve kendi şehevi arzularıyla lezetlerini Rabb sübhânehû'nun emirlerine ve razı olacağı şeylere tercih ederek katetmektedirler. Aynı zamanda Allah'a, O'nun kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman ederler. Fakat onların nefisleri hevâ ve heveslerine mağlup olmuştur.
Bunlar, kendi hallerinin kötü olduğunu biliyor, kusurlarını itiraf ediyor ve Allah'a dönmeye gayret ediyorlar. İşte bu, müslümanın hâlidir.
Kötü amelleri kendisine güzel ve süslü gösterilen, kendiside onları güzel görerek kötülüğünü itiraf etmeyen ve Allah'a dönmeye azmetmeyen, O'na yönelmeye gayret etmeyen kimseye gelince; böyle birinin islâmı sahih olmayıp, bunun kalbinden imanı sökülüp atılmıştır. Kendi nefsimizle baş başa kalmaktan Allah'a sığınırız.
- İyi ve ortada kalanlara gelince: bunlar
sefer merhalelerini, Allah'ın emirlerini yerine getirmeye önem vererek ve O'nun
yasaklarıyla masiyetleri terk etmeye kesin karar vererek katetmektedirler.
Bunların himmetleri sadece Salih amelleri yapmaya ve çirkin amellerden kaçınmaya yöneliktir.
Bunlardan biri sabah ilk kalktığında, ilk önce Allah'ın emrettiği şekilde abdest alıp namaz kılmak geçer onun içinden. O vaktin farz namazını edâ ettikten sonra da, güneş doğana kadar Kur'ân okumak ve zikir yapmakla meşgul olur. Güneş doğup biraz yükseldikten sonra da duhâ namazını kılar. Daha sonra ise maişetini temin etmeye çalışır. Öğle namazının vakti gelince, hemen abdest alır ve mescidin ilk saffında yerini tutar. Namazını, farzları, şartları ve sünnetlerine riayet ederek mükemmel şekilde kılar; huşu, murakabe ve Allah'ın huzurunda olma hissi gibi namazın batın hakikatlarini gözetir.
Böylece namazdan ayrılırken, namaz onun kalbi, bedeni ve diğer tüm halleri üzerinde öyle büyük bir etki bırakmış olur ki, onun yüzünde, dilinde ve diğer tüm organlarında bu etkiyi görmek mümkün olur.
Aynı zamanda kendi kalbinde, ebedilik yurdu olan ahirete
yönelme, aldanma diyarı olan dünyadan uzaklaşma ve dünya ile onun içindeki
şeylere hırsla sarılmama gibi meyvelerimde hisseder.
Artık namaz, onu hayasızlıktan ve her türlü
kötülükten alıkoyarak uzaklaştırır. Namaz ona, Allah'la karşılaşmayı sevdirir ve
onu Allah'tan alıkoyacak her şeyden uzaklaştırır. Böylece o, namaz vakti
gelinceye kadar sanki hapisteymiş gibi devamlı sıkıntılı ve üzüntülü olur.
Namaz vakti gelince, nimeti, neşe ve sevinci, göz aydınlığı ve kalbinin hayatı olan namazı edâ etmeye kalkar. Namaz olmadan hiçbir şekilde hayatından zevk alıp memnun olmaz. Bütün bunları yaparken de sünnetleri korumaya özen
gösterir ve imkanı oldukça onları ihlal etmez.
Meselâ; en mükemmel şekilde abdest alır, vaktin evveline dikkat eder ve imamın sağında veya arkasında ilk safta durmaya çalışır. Namazdan sonra da meşru olan zikirleri yapar. Örnek olarak üç defa istiğfar da bulunur. Sonra şöyle der:
"Allahım! Sen Selâmsın ve selâm sendendir. Ey celâl ve ikram sahibi olan Allahım,
sen bütün noksanlıklardan münezzehsin."
(Müslim, 591,592 Tirmizi, 300; Ebû Dâvud, 1512)
Ve şöyle der:
"Tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'tan başka
ibadete layık ilâh / mabud yoktur. Mülk O'nundur ve hamd O'na mahsustur. Muhakkak ki o her şeye kadirdir. Allahım! Senin verdiğin şeyleri engelleyecek ve senin vermediğin şeyleri verecek hiç kimse yoktur. Senin kâtında hiçbir şeref ve itibar sahibine şerefi ve itibarı fayda vermeyecektir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Biz O'ndan başkasına asla ibadet etmeyiz. Her türlü nimet ve lütuf O'nun olup, en güzel övgüler O'na olsun. Allah'tan başka
ibadete layık ilâh / mabud yoktur. Kâfirler istemesede dini sadece O'na hâlis kılanlarız."
(Müslim, 594; Ebû Dâvud, 1506; Nesâi, 3/69-70)
Bundan sonra da doksan dokuz defa tesbih , tahmid ve tekbir geririr ve yüzüncü de şöyle der:
"Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve ortağı yoktur. Mülk O'nundur ve hamd
O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir."
(Müslim, 597.)
Bundan daha fazlasını yapmak isteyen kimse, bunlardan sonra
"âyetü'l kürsi" yi
(Nesâi, 100.) ve
"muavvizeteyni / ihlâs, felak ve nas sûrelerini" her namazdan sonra okur. (Tirmizi, 2905; Ebû Dâvud, 1523.)
Bütün bu zikirlerden sonra da en güzel şekilde sünnet namazını kılar. İşte bunların her namaz esnasında durumları bu şekildedir.
Güneşin batmasından biraz önce, gündüzün ilk vakti için sünnette vârid olan zikirleri sabah yaptığı gibi; yine sünnette vârid olan akşam zikirlerini yapar. Ve bu iki vaktin zikirlerini hiçbir zaman ihlâl etmez.
Gece olduğunda, Rabb sübhânehû'nun kullar arasında taksim ettiği mevhibelere göre değişik konumları ve makamları vardır onların. Yataklarına girdiklerinde, sünnette vârid olan uyku zikirlerini okurlar. Bunlar kırka baliğ olacak kadar çokturlar. O ise, bunlardan bilip güç yetirdiklerini okur.
Meselâ: üç defa avuçlarına üfürüp "ihlas" ve
"muavvizeteyn" sûrelerini okuyarak, ellerini başlarına,
yüzlerine ve vücutlarından güç yetirdikleri yerlere sürerler.
(Müslim, 2192.)
"Ayetü'I kürsi" okurlar.
(Tirmizi, 2880; Buhari-el-fethü'l bari, 9/55.)
Bakara sûresinin son âyetlerini okurlar.
(Müslim, 807.)
Otuz üç defa tesbih, otuz üç defa tahmid ve otuz üç
defa da tekbir getirirler.
(Buhari-el-fethü'l bari, 11/119; Müslim, 2727)
Veya onlardan biri şöyle der:
"Allahım! Nefsimi sana teslim ettim. Yüzümü sana yönelttim. İşimi / durumumu sana havale ettim. Sırtımı sana dayadım. Senden ancak sana sığınırım. İndirdiğin kitab'a
ve gönderdiğin peygambere iman ettim." (Müslim, 2710.)
Dilerse şöyle der:
"Rabb'im, senin isminle yanımı (yatağa) koyuyor ve senin isminle kaldıracağım. Eğer canımı alırsan, onu affet; yok eğer ruhumu geri iade edersen, sâlih
kullarını koruduğun şeylerle canımı da koru."
(Buhari-el-fethü'l bari, 11/125; Müslim, 2714.)
Özet olarak bunlar, yatakları üzerinde uykuya yenik düşene kadar Allah'ı zikrederler. İşte böyle kişilerin uykuları da onlar için ibadet olur ve onların Allah'a olan yakınlıklarını artırır. Uykudan uyandığı zaman, tekrar eski durumuna döner. Bununla beraber o, kulların hakları olan hastaları ziyaret etme, cenazeleri uğurlama, davetlere icabet etme, makamı, canı ve malıyla onlara yardım etme ve onları ziyaret edip yoklukları halinde onları sorma ve benzeri şeyleri de yerine getirir. Aynı şekilde o, ev halkının ve çoluk çocuğunun da haklarını yerine getirir.
Böylece o, kulluk makamlarında gezinip durur, nasıl
emredilmişse öyle yapar. Allah'ın hakları hususunda bir kusurları olduğu zaman, hemen özür diler, tevbe edip istiğfar ederler ve onun izini tamamen silecek olan Sâlih amel yaparak o kusurlarını düzeltir.
- Allah'ın yakınlığını kazanmış ve hayırlarda öne geçmiş olanlara gelince:
Onların durumlarını anlatıp onunla vasıflanmamaktan dolayı kendisinden başka
ibadete layık ilâh olmayan Allah'ın bizi affetmesini dileriz! Öyle ki biz bunun kokusunu dahi almış değiliz. Fakat
onları sevmemiz, onların makamlarını bilmeye bizleri sevketmektedir. Onların durumlarını ve makamlarını bilmenin bir çok faydaları vardır:
Bir faydası: Geri kalmış miskin kul devamlı kendi nefsini küçük görür ve nefsini ayıplayıp kötüler.
Bir faydası da: Rabb'inin önünde kulun kalbi devamlı kırık olur, O'na boyun eğer, kendini hakir görür ve kendisi geri kalmışların zümresinde iken öne geçmiş olan kimselerin makamlarını gıptayla müşahede eder. Kendisi mahrum kalmış kimselerle beraber iken tüccarların büyük mallarını özlemle seyreder.
Bu ilmin bir başka faydası da; olur ki bunu bilmekle bütün hayırların elinde olduğu Allah'tan samimi bir şekilde ister ki, onu da onların amellerini yapmaya iletsin ve onu da onlara ilhak etsin. Ve umulur ki bunu istediği an, Allah'ın kendisinden istenen her şeyi verdiği bir ana rast gelir de onun bu samimi isteği kabul edilir.
Bunu bilmenin bir diğer faydası da şudur: Şüphesiz ki bu ilim, kulların bildikleri ilimlerin en üstünüdür. Ve tevhit ilminden başka bundan daha üstün bir ilim mevcut değildir. Bu ilim, düşük seviyeli alçak nefislere yaraşmayıp; sadece şerefli nefislere lâyıktır. Eğer bir kişi, kendi nefsinin bu ilmi elde etmeye münasip olduğunu, bu ilmi sevip arzuladığını ve onun azından dahi hoşlandığını görürse; bu ilme ehil kılındığı için bu hayırla sevinmeli ve nefsine şöyle demelidir:
"Ey nefis, saadetin yarısını elde etmiş bulunuyorsun; diğer yarısını da elde etmek için çalış. Zira saadet, bu hâli bilmek ve onunla amel etmektir. Hiç şüphe yok ki sen, mesafenin yarısını katetmiş bulunmaktasın; geri kalanını da katedip büyük bir kazanç elde etmeye ne dersin?"
Bunu bilmenin bir başka faydası da şudur: şurası kesindir ki herhangi bir hâli bilmek onu bilmemekten daha hayırlıdır. Meselâ iki kişi bulunsa, onlardan biri bu hâli bildiği halde onunla vasıflanmamış ve onu yerine getirmemiş olsa; diğeri ise; hem bu hâli bilmiyor hem de onu yerine getirmiyor olarak hem ilim hem de amelden yoksun olsa; hiç şüphe yok ki bu durumda bilen kişi bilmeyenden daha hayırlı olur. Fakat hem bu hâli bilen hem de onunla vasıflanmış olan âlim bu ikisinden de daha hayırlıdır. Bu durumda her hak sahibine hakkını vermemiz gerekir.
Bu hâli bilmenin bir faydası da şudur: Bir kişi bunu bilmeyi kendisine gaye ve maksat edindiği zaman, bir an için dahi olsa kendi kabiliyetine göre bundan bir şeyler elde etmesi kaçınılmaz olur. Öyle ki bu hâle ulaşmayı kendi içinden geçirmesi bile yeterli olur.
Bir diğer faydası da şudur: olur ki bu hâl hakkında kasıtlı veya kasıtsız bir şekilde dilinden bazı cümleler dökülür ve başkası bunlardan istifade eder. Allah'ü Teâlâ bir zerre ağırlığındaki amelleri dahi zayi etmez. Umulur ki o başkasının amel etmesiyle kendisine de merhamet edilir.
Netice olarak şunu söyleyelim ki, bu ilmin
faydaları sınırlandırılamayacak kadar çoktur. Bundan dolayı da seni bu ilimden
alıkoyacak kimselere kulak vermemen ve:
"Bu faydasız bir ilimdir" dememen gerekir.
Bilakis bundan sakın ve Allah'tan yardım dileyerek acizlik yapma. Ancak
aldanmaman ve sadece bilmekle yaşamanın farklı şeyler olduğunu da bilmen
gerekir. Sakın ha! Sadece bu hâli bilmekle onun ehlinden olduğunu sanmayasın.
Zira kendisi fakir olduğu halde zenginlik yollarını bilenle bilfiil zengin olan
arasında çok büyük farklar vardır.
Aynı şekilde kendisi hasta olduğu halde sıhhat sebeplerini bilenle sıhhatli olan kimse arasında çok açık farklar vardır. Şimdi sen, bu hâlin sahibi olan kimselerin hayret verici durumlarını ve çok büyük olan önemlerini dinlemeye hazır ol. Eğer bunları dinlerken, onlara benzemeye yönelik nefsinde bir hareketlenme ve himmet görürsen Allah'a hamdet ve içeri gir. Zira yol açık ve kapı herkes için ardına kadar açılmıştır.
Bir kişinin özellikleri senin hoşuna gittiği zaman;
Onun gibi ol hoşuna giden şekli alırsın.
Şüphesiz ki cömertlik ve yüce hasletleri yaptığın
zaman;
Seni engelleyen hiçbir kimseyle karşılaşmazsın.
Hiç şüphe yok ki bu kavmin durumu hayret vericidir. Onların durumları, onlara ortak olmayanlara kapalıdır. Onlara ortak olanlar ise, onların hallerinden kendilerinin de ortak oldukları noktaları görebilirler.
Genel olarak bu kavmin hâli şöyledir:
Bunlar öyle bir topluluktur ki, onların kalpleri marifetullah ile dolup taşmış; Allah'tan korkmak, O'nu yüceltip saygılı olmak, O'nu gözetmek ve O'nu sevmekle / muhabbetullah ile dolmuştur. Böylece muhabbet, onların bütün cüzlerine yayılmış ve onların bedenlerinde bulunan her damara ve mafsala girmiştir. Öyle ki Allah sevgisi onlara başka şeyleri anmayı unutturmuş ve Allah ile olan ünsiyetleri onları başka şeylerden uzaklaştırmıştır.
Onların Allah'ı sevmeleri, O'nu zikretmeleri, O'ndan
korkmaları ve umutlarını sadece O'na bağlamaları, O'na rağbet etmeleri ve saygı duymaları, O'na tevekkül etmeleri, O'na yönelmeleri, O'nunla huzura ermeleri ve sükûnet bulmaları, O'na boyun eğmeleri ve O'nun önünde el pençe divan durmaları öyle yüksek bir seviyeye ulaşmıştır ki, O'ndan başkasına karşı bu gibi duygularının olmasını engellemiştir.
Onlardan biri yatağına uzandığı zaman, onun nefesleri mevlasına ve ilâhına yükselir ve O'nun yüce sıfatlarıyla güzel isimlerini zikrederek himmetini sadece O'na hasrederek O'nu isim ve sıfatlarında müşahede eder. Böylece Allah'ın isim ve sıfatlarının nurlan onun kalbine tecelli eder ve onun kalbi muhabbetullah ve ve marifetullah boyasıyla boyanır.
Artık onun cismi de yataktan uzaklaşır ve onun kalbi mevlası ve mahbubuna sığınır, o'da onu korur ve onu kendi huzurunda boyun eğmiş ve her açıdan pişman olup O'na yönelmiş bir şekilde secdeye vardırır.
Bu ne yüce ve ne üstün bir secdedir! Artık o da, Allah'la karşılaşacağı güne başını bu secdeden kaldırmaz.
Ariflerden birisine denildi ki:
"kalp de, Rabb'inin huzurunda secdeye varır
mı?" O şöyle cevap verdi:
"Allah'a yemin olsun ki evet, hem de öyle bir
secdeye varır ki kıyamet gününe kadar başını o secdeden kaldırmaz."
Bu öyle bir kalptir ki Rabb'inin yanında gecelemektedir. Rabb'ine olan yolculuğunda bütün varlıklar çölünü aşmış, tabiat perdesini yırtmış, hiçbir işaret ve alâmete takılıp kalmamış ve Rabb'inin huzuruna girerek O'nun saltanatının izzetini, celalinin azametini, durumunun yüceliğini ve kemalinin parlaklığını müşahede etmiştir. Rabb'i arşa istiva etmiş kulların işlerini düzenlemekte, kulların bütün
durumları O'na yükselmekte ve amelleriyle ihtiyaçları O'na sunulmaktadır. Rabb Teâlâ'da bütün bu hususlarda dilediğini emreder ve O'nun emri yerine getirilmek üzere O'nun katından iner.
Bu kalp, hak olan "melik" in kendi zâtıyla kaim ve kendisinin dışındaki her şeyi ikame ettiğini; hiçbir şeye muhtaç olmadığını ve her şeyin O'na muhtaç olduğunu müşahede eder. O şöyle buyurmaktadır:
"Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi)
ancak O'ndan ister. O, her gün (her an, hikmetine uygun) bir iştedir."
(Rahman, 29)
Aynı şekilde Rabb'ini şu hallerde müşahede eder:
Rabb Teâlâ kiminin günahlarını affediyor, kiminin sıkıntılarını gideriyor, kimi esirleri esaretten kurtarıyor, zayıfa yardım ediyor, gönlü kırıkların gönüllerini alıyor, fakirleri zengin yapıyor, öldürüyor, diriltiyor, saadet veriyor, şakavette bırakıyor, dalâlette bırakıyor veya hidâyete erdiriyor, bir kavme nimetler bağışlarken diğerlerinden nimetlerini çekip alıyor, bazılarını izzetli yaparken diğerlerini zelil kılıyor ve bazı milletleri yüceltip diğer bazılarını da alçaltıyor..
Bu kalp, yaratılmışlardan Allah'ı en iyi tanıyan ve verdiği haberlerde en sadık olanın Allah hakkında haber verdiği gibi O'nu müşahede ediyor.. O zât şöyle buyuruyor:
"Allah'ın sağ eli / yemini doludur. Gece gündüz boyunca
(devamlı) onu harcamasıyla bitip tükenmez. Yaratılmışları yarattığı andan itibaren onlara infâk ettiğini görmezmisiniz? Hiç şüphe yok ki bu infâkların hepsi de O'nun sağ elinde /
yemininde bulunanları eksiltmiş değildir. Allah'ın diğer elinde ise mizan
vardır, (onunla kimimin) alçaltıyor (kimini de) yüceltiyor."
(Buhari- el-fethü'l bari, 8/352; Müslim, 993.)
Yine bu kalp Rabb'ini, rızıkları taksim ederken, bol bol bağışlarda bulunurken ve sağ eliyle kullarından dilediğine lütfuyla minnette bulunurken; diğer eliyle de mizanı tutup adaleti ve hikmeti gereği dilediğini alçaltıyor ve dilediğini de yüceltiyorken müşahede eder. O'ndan başka
ibadete layık ilâh yoktur. O azizdir, hakimdir.
Bu kalp, göklerin ve yerin ve onların içinde bulunan her şeyin bütün işlerini düzenleyenin tek başına Rabb'ı olduğunu müşahede eder. O'nun, huzuruna girmek için izin isteyecek bir kapıcısı, O'ndan önce baş vurulacak bir veziri, desteği alınacak bir yardımcısı, O'nun katında aracı yapılacak bir velisi, kullarının ihtiyaçlarını O'na bildirecek bir naibi ve onların ihtiyaçlarını gidermek için yardımlaştığı bir yardımcısı yoktur.
Bütün bunları Rabb sübhânehû, ilmi, kudreti ve rahmetiyle kuşatmıştır. İhtiyaçların çok olması sadece O'nun ikramını ve cömertliğini artırır. Bunlardan hiçbir şey diğer bir şeyden O'nu alıkoymaz ve isteklerin çok olması O'nu karıştırmaya sevketmez. Aynı şekilde kullarının ısrarlı isteklerinden dolayı sıkılmaz o
(c.c.).
Eğer yaratılışın başından sonuna kadar bütün
yaratılmışlar, insanlar ve cinler bir araya toplanır ve tek bir sahada
dururlarsa; sonra da O'ndan isteklerde bulunur ve O'da onlardan her birinin
istediği şeyleri verirse; bu O'nun katında bulunan şeylerden denize batırılan
bir iğnenin ondan eksilttiği miktardan başka hiçbir zerre dahi eksiltmez. Yine
insanıyla cin'iyle baştan sona bütün kullar en muttaki bir kişinin kalbi üzere
bulunsalar ve bu şekilde Allah'a kulluk etseler, bu O'nun mülkünde hiçbir şeyi
artırmaz. Zira O, mutlak zengin olup hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, son derece
cömert ve nihayetsiz bir şekilde yücedir. O'nun bağışta bulunması da azap etmesi
de sadece bir söz söylemesi iledir. O (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Bir şey dilediği zaman, O'nun emri sadece ona
"ol" demektir. O da oluverir." (Yasin, 82)
Yine bu kalp Rabb'ını, doğru söyleyen ve doğrulanmış olan zâtın O'nun hakkında haber verdiği şekilde müşahede eder. O zât şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz ki Allah uyumaz ve uyumak O'na yaraşmaz. O, adaleti indirip kaldırıyor. Gündüz amellerinden önce gecenin amelleri ve gecenin amellerinden önce de gündüzün amelleri O'na arzedilir. O'nun hicabı nurdur. Eğer onu açacak olursa, O'nun vechinin parıltıları yaratıklardan
O'nun gördüklerinin hepsini (yani bütün mahlukatı) yakar."
(Müslim, 1796; Ahmed, 4/395-401-405.)
Özetle bu kalp, Allah'ın kelamında O'nu müşahede
eder. Zira Allah, kendi kelâmıyla kullarına tecelli etmiş ve kelâmıyla kendisini
onlara tanıtmıştır. Allah'ı inkâr eden zalimlere yazıklar olsun! Helak olsunlar
onlar!
"Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe
olur mu?" (İbrahim, 10)
İşte böylece Rabb sübhânehu onun duyan kulağı, gören
gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olur.
(Buhari-el-fethü'l bari, 11/340)
Artık o, Allah adına duyar, O'nun adına görür, O'nun adına tutar ve O'nun adına yürür. Nitekim Allah, peygamberinin diliyle kendisinden böyle haber vermiştir. Fakat Allah'la arasındaki örtü kalın olan, tabiatı kesafetli ve inatçı olan kimseler bunu anlamaktan çok uzaktırlar. Hatta böyle kimseler bundan, Allah Teâlâ'ya lâyık olmayan mânâlan; hülûl
ve ittihat (Allah'ın kulların içine girip onlarla bir olması) manalarını
anlamaktadırlar. Ya da bu hadisten hiç kastedilmeyen şeyleri anlayıp hem hadisin
lafzını hem de mânâsını tahrif etmektedirler:
"Kim ki Allah, kendine bir nur vermemişse artık
onun için nûr yoktur." (Nur, 40)
İşte böyle bir kalbin sahibi, Allah'tan başkasının kendi kalbinde bulunmasından veya O'ndan başkasıyla huzur bulmaktan kalbini temizler. Ve işte bunların kalpleri, bedenleri yatakların üzerinde iken bütün yaratıkları aşıp arşın altında secdeye varırlar.
Nitekim Ebû Derdâ şöyle diyor:
"Mü'min bir kul uyuduğu zaman, onun ruhu yükseltilir. Öyle ki ruhu arşın altında secdeye varır, eğer onun ruhu temiz ise, secde yapması için izin verilir; yok eğer cünûb olursa, secde yapmasına izin verilmez."
Allah daha iyi bilir ya! Peygamber efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in, uyumak istediği zaman cünûb olan birinin abdest almasını emretmesinin sırrı da bu olsa gerektir. Zira abdest almak, Allah'ın huzurunda secdeye varmaktan ruhu alıkoyan mutlak ve kâmil cünûplüğün hükmünü kaldırmaktadır.
İşte sen bu meseleyi ve onun fıkhını iyice düşün ve
sahabelerin fıkıhta ne kadar yüce olduklarını ve ilimde ne kadar derinleştiklerini bil. Şüphesiz ki bu Allah'ın fazlı ve keremidir. Allah dilediği kimseye fazlından ve kereminden ihsan eder.
Böyle bir kalp uykudan uyandığı zaman, bütün himmetiyle, muhabbetiyle ve şevkiyle Allah'a yönelir, O'nu arzular, O'nu talep eder, O'na muhtaç olduğunu hisseder ve O'nun kapısından hiçbir şekilde ayrılmaz.
Bu kalbin hâli, mahbubundan uzak kalmış, ona çok muhtaç olan ve onun yanında olması zorunlu ve kaçınılmaz olan birinin hâli gibidir.
Bu kalbin mahbubuna olan ihtiyacı nefes alıp vermeye, yemek yemeye ve su içmeye olan ihtiyacından çok daha fazladır.
Bu kalp uyuduğu zaman en son kendisinden geçen ve uyandığında da ilk hatırladığı mahbubudur.
Bu hâle elverişli olmayan ve bu hususta samimi olmayan kalplere yazıklar olsun! O kalpler her türlü dünya ve ahiret hayırlarından mahrum kalmışlardır.
|