Bu iki büyük aslın (hikmet ve kudret) bütünlük ve uyumluluğunu sağlayan üçüncü büyük bir asıl daha vardır ki, o aslın güzel bir şekilde tahkik ve
ispat edilmesiyle bu iki aslın da yapısı tamamlanmış olur.
İşte bu asıl; hamdın bütünüyle âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsus olduğunu ispat etmektir.
Çünkü Allah, yarattığı, emrettiği ve yasakladığı her şeyden dolayı
hamde / övülmeye lâyıktır.
Allah, hem kulların itaat ve isyanları, hem de onların iman ve küfürlerinden dolayı hamdedilmeye lâyıktır.
İyilerin ve kötülerin, meleklerin ve şeytanların, peygamberlerin ve onların düşmanlarının yaratılmasından dolayı da hamd O'na mahsustur.
Yine O, dostlarına olan keremi ve nimetlerinden dolayı övülmeye lâyık olduğu gibi; düşmanlarına olan adaletinden dolayı da hamdedilmeye lâyıktır.
Varlık âleminde bulunan her bir zerre, hamdın O'na mahsus olduğuna şahidlik etmektedir.
Bundan dolayıdır ki, yedi gök, yer ve bu ikisinde bulunanların hepsi Allah'ı hamdetmekle beraber O'nu tesbih
ederler.
O şöyle buyuruyor:
"Yedi (kat) gök, yer ve onların içindekiler O'nu tesbih eder. O'na, hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.. ."
(İsrâ, 44)
Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'de rûku'dan
kalkıp dik durduklarında şöyle derlerdi:
"Rabb'im! Gökler dolusu, yer dolusu ve ikisi arasında bulunanların dolusu, bunlardan sonra da senin
(olmasını) dilediğin her şeyin dolusu hamd sadece sana mahsustur."
(Müslim, 476; Ebû Dâvud. 487; Nesâi, 3/198)
Bütün mahlukatı ve göklerle yer arasındaki boşluğu dolduracak, bunlardan sonra da Allah'ın hamdle dolmasını istediği her şeyi dolduracak kadar hamd
O'na mahsustur.
Bu son bölüm iki şeyi ihtimal eder:
1 - Göklerden ve yeryüzünden sonra Allah'ın yaratacağı şeyleri doldurması ihtimali...
Bu ihtimale göre hadisin anlamı şöyle olur:
Senin, yaratmış olduğun ve bundan sonra yaratacağın her şeyin dolusu hamd sana mahsustur.
2 - Hadisin anlamının şöyle de olması muhtemeldir:
Bunlardan sonra senin, hamdinin doldurmasını istediğin her şeyin dolusu hamd sana mahsustur. Yani; var olmasa da, o şeylerin senin hamdinle dolu olduğu farzedilir.
Ancak denebilir ki:
Birinci ihtimaldeki anlam daha kuvvetlidir; çünkü
onun:
"Bundan sonra senin dileyeceğin şeyler..."
Sözü, bunun, Allah'ın dileyeceği bir şey olmasını gerektirir. O'nun dilediği her şeyde olur.
Burada Allah'ın meşieti / dilemesi, sadece Hamdin o şeyi doldurması ile değil; o şeyin kendisiyle alakalıdır. Ancak, Allah o şeyin olmasını dilediği zaman, o şeyin de dolusu hamd O'na mahsustur. Dolayısıyla buradaki meşiet, hamdle dolu bir şeye yöneliktir. O halde onun, Allah'ın hamdinin doldurduğu mevcut bir şey olması gerekir.
Yine Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
"Bundan sonra
(dilediğin) herhangi bir şeyin..." İfadesi de, bunun, bu yaratılmış olan şeylerden sonra Allah sübhanehu'nun-
olmasını-dileyeceği şeyler olmasını gerektirir.
Nitekim bunlardan sonra Allah, kıyamet ve ondan
sonraki mahlukatını yaratacak.
Yine: "Bundan sonra Dilediğin şeyler" denildiğinde, bunun anlamı şu olur:
Hamd, ebedi olarak Rabb Teâlâ'nın olmasını dileyeceği bütün varlıkların doluşudur. Hiç şüphe yok ki önce de sonra da, ebedi olarak hamd Allah'a mahsustur. Fakat hamdin dolduracağı mevcut olmayan şeyler farzedilirse, bu halde farzedilecek olan şeylerin bir sınırı / sonucu olmaz.
Farzedilen her bir şeyden sonra başka bir şeyi daha farzetmek mümkündür. Böyle sonsuz bir şekilde eşyayı farzetmek, sayıların takdiri gibi anlamsız bir şeydir. Şayet bu mana kastedilmiş olsaydı, bu şeylerin Allah'ın meşietine
bağlanmasına ihtiyaç hissedilmeyecek ve şöyle denecekti:
"Sonsuz şeylerin dolusu"..
Rabb'in meşietine bağlanan ve O'nun dileyeceği şeylere gelince;
bunlar, var olması takdir edilmiş olan şeylerden başkası olamaz. Eğer olaylar
zincirinin bir sonucu yoksa veya yaratılmışlardan baki kalanlarının bekalarının
bir sonucu yoksa; bunların hepsinin, Allah'ın sonradan olmasını dilediği şeyler
olmasındandır.
Yine deriz ki:
"Hamd" / övgü; hamdedilenin / övülenin iyilik ve güzelliklerini, O'nu sevmek yoluyla haber vermektir.
Hamde lâyık olan Allah'ü Teâlâ'nın iyilik ve
güzellikleri ise:
- Ya O'nun zâtıyla kâim
- Ya da O'nun yarattığı şeylerde görünürler.
Katıksız yok olan, hem yaratılmamış hem de yaratılmayacak olan ise, ondan iyilik ve güzellik ne de başka bir şey vardır. Dolayısıyla onda övülecek, hamde konu olacak hiçbir şey yoktur.
"yaratılmış ve yaratılacak olan mahlukat dolusu hamd Allah'a mahsustur"
demek:
- hem Allah'ın zâtıyla kâim olan kemalatından
dolayı,
- hem de O'nun mahlukatında görünen
iyiliklerinden dolayı O'nu övmeyi içerir.
Hiçbir şekilde var olması söz konusu olmayan şeyler ise, onlarda ne övmeye ne de kötülemeye konu olacak bir şey yoktur. Dolayısıyla; böyle bir şeyin dolusu hamdin hiçbir hakikati olmaz.
İnsanlar:
"Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin dolusu hamd" ifadesinin manası hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir. Onlardan bir grup:
"Bu bir temsil (örneklendirerek açıklama)dir" demektedirler. Yani:
"Eğer hamd bir cisim olsaydı, gökleri, yeri ve onların arasında bulunan her şeyi doldururdu" demektir.
Bu şekilde te'vil etmenin sebebini açıklamak üzere şöyle dediler:
"Çünkü hamd, cisimleri doldurmayacak olan araz ve manevi şeyler kabilindendir. Cisimler ise, ancak cisim olan şeyler le dolarlar."
Doğru olan görüş ise:
Böyle
soğuk zorlamalara hiç de ihtiyaç olmadığıdır.
Çünkü her şeyin dolusu, dolan şeye ve dolduğu kaba göre değişir. Mesela:
"kab, suyla doldu,"
"kase, yiyecekle doldu" dendiği zaman, bu bir
dolma türü olur. Yine:
"Ev, adamlarla doldu,"
"Şehir, adam ve atlarla dolup taştı" dendiği zaman,
bu da başka bir dolma türü olur. Veya:
"İnsanların kulakları, falan kişiye yapılan
övgülerle veya yergilerle doldu" dendiğinde, bu da başka bir tür olur.
Bazen şöyle denir:
"falanın ilmi, dünyayı doldurmuştur."
Nitekim şöyle denirdi:
"İbni Ebi-d-dünya, dünyayı ilmiyle
doldurmuştur."
Şöyle de denir:
"falanın şöhreti, dünyayı kapladı/doldurdu."
Veya:
"falanın sevgisi, kalpleri doldurdu" denir.
Yine:
"falanın kalbi, korkuyla doludur" denmektedir. Bu tip örnekleri saymakla
bitiremeyiz.
Bütün bunlardan yola çıkarak diyoruz ki:
Bu cümle, kendi konusunda "hakikat" tir. Dolma ve doldurma hadisesini sadece cisimlere tahsis etmek, bâtıl bir zorlama ve kesinlikle delilsiz bir iddiadan başka bir şey değildir.
Burada anlatmak istediğimiz şudur ki:
- Rabb'in bütün isimleri "Hüsnâ" / güzeldir; O'nun hiçbir kötü ismi yoktur.
- O'nun bütün sıfatları
"kemal" vasfıdır; onda noksanlığı gösterecek hiçbir sıfat bulunmaz.
- Ve O'nun bütün fiilleri "hikmet"
e mebnidir; O'nun fiilleri arasında, hikmetsiz ve maslahatsız bir tane bile fiil bulunmaz.
Göklerde ve yerde en yüce misal / örnek O'nundur.
O, aziz / mutlak galip ve hakim / hüküm ve hikmet
sahibidir.
Kemal ve celal sıfatlarıyla vasıflanmış bir
benzerinin olmasından ve kemal sıfatlarına zıt olan her şeyden münezzehtir o.
Şöyle ki:
"Hayatın" karşıtı olan ölümden, "kayyum" (kendi nefsiyle kaim olup başka her şeyi ikame etme) sıfatına zıt olan uyuklama, uyuma, yanılma ve gafil olmaktan münezzehtir O.
O, "ilim" sıfatıyla vasıflanmış, bu sıfatın zıtları
olan unutma, şaşırma ve herhangi bir şeyin O'nun ilminin haricinde kalmasından
münezzehtir.
Yine O, kemal derecesindeki "kudret" ile vasıflanmış
olup, bunun karşıtı olan acizlik, yorgunluk ve çaresizlikten münezzehtir.
Aynı şekilde O, zulümden münezzeh olup, "adaletle"
vasıflanmış; hikmetsiz boş yere bir iş yapmaktan münezzeh olup, "hikmetle"
vasıflanmıştır.
O, "işitmek" ve "görmekle" vasıflanan, bunların zıttı
olan sağırlık ve körlükten beri olandır.
"Yücelik" ve "üstünlük" / üstte olmakla vasıflanmıştır O;
bunun karşıtı olan her şeyden beridir.
Aynı şekilde Allah, "mutlak zenginlik" / hiçbir şeye
ihtiyaç duymamakla vasıflanmış olup, herhangi bir şekilde bunun zıttı olan
şeylerden münezzehtir.
O, her ne kadar hamd / övgü varsa hepsine lâyık ve müstehaktır. O'nun kadir, yaratıcı ve hayat sahibi olmaması imkansız olduğu gibi; hamdedilmemesi / övülmemesi de imkansızdır.
Bütün hamd O'na mahsus olup, O'nun zâtının bir gereğidir.
O, kaçınılmaz olarak "ilah", "Rabb" ve
"kadir" olduğu gibi; muhakkak bir şekilde hamdedilir / övülür.
"Bütün hamd Allah'a mahsustur" denildiği zaman bunun iki manası olabilir:
1 - Allah, her şeyden dolayı hamdedilir ve kemal derecesinde hamde lâyık olanın kendisinden dolayı övgüye mazhar olacağı her şeyden dolayı övülür.
Peygamberler ve onların tabileri gibi bazı yaratılmışlar da övgüye mazhar oluyorlarsa, bu da O'nun övülmesi kabilinden kabul edilebilir; çünkü bu övgülerden de, ilk etapta ve bizzat kastedilen O'dur; zira onlar, O'na hamdetme
sayesinde bu övgülere mazhar oldular.
İlk ve son olarak, gizli ve açık olarak yapılan
bütün övgüler O'na mahsustur.
Bu aynı şuna benzer:
Her şeyi hakkıyla bilen sadece
O'dur. Başkalarının bütün bilgileri O'nun ilminden kaynaklanmakta olup, O'nun
öğretmesi olmadan bu bilgileri bilmeleri imkansızdır.
Mervi olan bir duada şöyle deniyor:
"Allahım! Bütünüyle sana mahsustur. Mülkün tümü senindir. Bütün hayır senin elindedir. Her şey sana dönecektir. Ben, hayrın tümünden senden istiyor, bütün serlerden sana sığınıyorum."
Mülkün tümü Allah sübhanehu'ya ait olduğu halde, bazı kullarına mülkten bir şeyler vermiştir.
Aynı şekilde hamdin de bütünü O'na mahsus olduğu halde, kullarından dilediğine istediği kadar hamd / övgü bağışlayabilir.
Yaratılmışların ellerinde bulunan bütün mülk, Allah'ın mülküne dahil olduğu gibi; yaratılmışlara yapılan övgülerin tümü de, O'na yapılan hamde
dahildir.
Küçük veya büyük herhangi bir şeyden dolayı birisi
övüldü mü, o şeyden dolayı öncelikli olarak bizzat övülmesi gereken ve övülen
Allah'tır.
Kul:
"Allahım! Hamd sana mahsustur" dediği zaman bundan maksadı:
"Sen, her türlü hamde müstehaksın"; yoksa bundan kastı:
"Sadece benim ağzımdan çıkan hamd sanadır" değildir.
2 - "Hamdin bütünü Allah'a mahsustur"
sözünden şu da kastedilebilir:
Kamil ve tam olan hamd, Allah'a mahsustur. İşte böyle bir hamd, sadece Allah'a yapılır ve başka hiç kimsenin bunda ortaklığı söz konusu olmaz.
Daha doğru ve kesin olan şudur ki:
Bu iki manayla da, bütün hamd Allah'a mahsustur. Hamdin hem bütünü hem de kemali O'na aittir. Allah'ın özelliklerinden bir tanesi de işte budur.
Her durumdan dolayı ve her şeyden dolayı O, en mükemmel ve en yüce şekilde övülmeye lâyık ve müstehaktır.
Nasıl ki her şeyi kapsayan ve kemal derecesinde mülk
O'na aittir; O'ndan başka her şeye malik hiç kimse olmayıp, kamil ve tam olarak
mülk sadece O'nundur.
Rasüllere tabi olan kimseler, Allah için, hem Hamdin kemalini hem de mülkün kemalini ispat /
kabul ederler.
Zira onlar şöyle diyorlar:
"Her şeyin yaratıcısı, Rabb'ı ve meliki O'dur. O'nun yaratmasından, kudret ve meşietinden hariç hiçbir şey yoktur. Mülkün tümü O'na aittir."
Mecûsi-kaderiye fırkası ise; kulların
fiillerini O'nun mülkünün haricine çıkarıp; melek, cin ve insanların diğer
hareketlerini de O'nun mülkünün dışında kabul ederler.
Peygamberlere tabi olanlar ise; bunların hepsini O'nun mülkünün ve kudretinin dahilinde görürler. Ayrıca O'nun için hamdin de kemalini ispat / kabul ederler. O'nun, bütün bunlardan dolayı ve kemaliyle hamde lâyık olmasından dolayı da övülmeye müstehak olduğunu düşünürler. O'nun, yaratmış olduğu ve yaratacağı her şeyden dolayı; onlarda bulunan ve onları yaratmaktan maksat olan hikmet ve yüce gayeleri gereği hamde / övgüye lâyık olduğu görüşündedirler.
Kaderi kabul ettikleri halde Allah'ın hikmetini
ve eşyanın yaratılma sebeplerini inkâr edenlere gelince; hakikatte bunlar, Allah'ın hikmetini kabul etmedikleri gibi; Allah'ın hamdedilmesini de ispat / kabul etmezler. Çünkü hamd; hikmetin gereklerinden /
sonuçlarındandır.
Hikmet ise; ancak bir şeyi başka bir şeyden
dolayı yapan ve yaptığı şeyden, o şeyin neticesinde ortaya çıkacak olan hikmeti
/ maslahatı irade eden kimse hakkında söz konusu olur.
Hiçbir şeyi (hikmet, maslahat, sebep ve sonucu) göz önünde bulundurmadan bir şeyi yapan kimse hakkında ise, hikmetten bahsedilmesi elbette imkansızdır.
Bu görüşte olanlar derler ki:
"Allah'ın fiilleri ve hükümleri hakkında, "illetlilik" bildiren "lâm harfi"
kullanılmamıştır."
Yaratılmış olan şeylerde bulunan kabiliyetler,
tabiatlar ve maslahatlar ise, kastedilmeksizin öylesine onlarla beraber olmuş;
yoksa onlar bunlardan dolayı yapılmış değildir. Yani aralarında sebep ve sonuç
ilişkisi yoktur.
Hatta bunlara göre, sebep ve sonuç diye bir şey kesinlikle yoktur. Bunlara göre eşyanın oluşması, bir şeyi başka bir şeye tercih eden katıksız meşiet ve salt irade'den ibarettir. Bunlar, cisimlerin hareketlerine sebep olacak kabiliyet ve tabiatlarının olmadığı görüşündedirler.
Mesela; gözde, kendisiyle ayaktan farklı bir yapı kazanacağı ve onun vasıtasıyla göreceği bir kabiliyeti yoktur. Veya kalpte, kendisiyle sırt dan başka bir mahiyete sahip olacağı ve onun vasıtasıyla eşyayı anlayacağı, idrak edeceği bir kabiliyeti yoktur.
Bilakis Allah sübhanehu, hiçbir hikmet ve sebebi göz önünde bulundurmaksızın bu cisimlerden birisini görmeye, diğerini akletmeye ve ötekinide tatmaya tahsis etmiştir.
Mecûsi-kaderiye fırkası, Allah için mülkün kemalini ispat / kabul etmedikleri gibi; bunlar da O'nun için hamdın kemalini ispat / kabul etmemişlerdir.
Bu görüşlerin ikiside selefe ve ümmetin cumhuruna göre münker / bidattır.
Bu sebep ve hikmetleri inkar edenler derler ki:
"Şeriatın hükümlerinde var olan maslahat ve hikmetlere gelince, Rabb sübhanehu,
koyduğu hükümleri, bunları gerçekleştirmek için koymamıştır; bilakis bunlar,
rastlantı ve tesadüf sonucu o hükümlerle birlikte bulunmuşlardır."
Bunun aynısını, yaratılmışlarda bulunan maslahat ve
hikmetler için de söylemişlerdir.
Bu görüşte olanlar iki fırkaya ayrılmışlardır:
1 - Bu grupta olanlar, sebep-sonuç arasında bulunan münasebete hiç bakmaz ve bundan dolayıda
"illetlilik" hadisesini kabul etmezler. Fıkıhta bunlar, nass veya icma ile belirtilmiş olan illetin etkisine dayanırlar. Şayet böyle bir illet bulamazlarsa, benzerlik teşkil eden kıyaslara başvururlar.
2 - Bu fırkada olanlar, bu mezhebi biraz da olsa
islah ederek onu, hakka biraz daha yaklaştırdılar ve ona olan nefreti az da olsa
giderdiler. Bunlar, hükümleri illetleriyle beraber ispat / kabul ettiler.
İlletleri ise, münasebet ve maslahatlara bakarak tesbit ettiler. Çünkü bu olmadan fıkıh konusunda konuşmaları İmkansız hale geliyordu...
Fakat bunlar, bu illet ve münasebetlerin hükümlerle
olan birlikteliğini, bizzat kastedilmeyen normal bir beraberlik olarak kabul
ettiler. Bu birlikteliğin işareti olarak da, bu münasebet ve illetleri gördüler.
Aynı zamanda bunlar, mahlukatta bulunan sağlamlık, mükemmellik ve maslahatları Rabb Teâlâ'nın ilmini ispat etmek için delil olarak ileri sürerler.
İşte bu, bunların sergiledikleri apaçık bir çelişkidir. Çünkü bu şeylerin Allah'ın ilmine delalet etmeleri için; fail olan Allah'ü Teâlâ
bu fiilleri özel bir şekilde yaparken bunlardan beklenen hikmeti göz önünde
bulundurması gerekir.
Fakat bu sağlamlığı ve mükemmelliği hiç göz önünde
bulundurmadan bir fiili yapan, daha sonra tesadüf sonucu yaptığı şeyler sağlam
ve mükemmel olan kimse ise, şüphesiz ki bu fiilleri onun ilmine delalet etmez.
Meselâ hayvanların yaptığı fiillerde, düşünen
kimselerin bilebileceği bir çok hikmet, sağlamlık ve mükemmellik bulunmaktadır.
Ancak hayvanlar, bu hikmet ve maslahatları kastedecek durumda olmadıkları için
bunlar hayvanların ilmine delalet etmez.
Hülâsa olarak bunlar:
"Allah'ü Teâlâ, herhangi bir hikmetten dolayı bir şeyi yapmaz"
dedikleri zaman, sağlamlık ve mükemmelliğin Allah'ın ilmine delil olmasının imkansız olduğunu söylemiş olurlar.
Yine onların görüşlerine göre; Allah'ın, kulların faydasına olarak yapmış olduğu bir şeyden dolayı övülmesi / hamdedilmesi imkansızlaşır. Çünkü Allah'ü Teâlâ, o şeyi yaratmakla kulların menfaat ve maslahatlarını kastetmiş değildi...
Bilakis, sadece o şeyin olmasını diledi...
Bunu dilerken de hiçbir sebebi, herhangi bir kimsenin menfaatini veya zararını kastetmedi. Şimdi bu şekilde bir fiil yapan bir kimse hakkında, nasıl hamdedilmesi düşünülebilir?
Böyle bir kimse, ne adalet yaptığı için ne de zulmü
terk ettiği için hamdedilmez!
Zira bunlara göre zulüm, Allah'ın güç yetirdiği
şeyler arasında olmayıp yapısı gereği olması imkansız bir şeydir. Böyle olan bir
şeyi terk eden hiç kimse övgüye mazhar olmaz.
Bunlara göre Allah'ın yapabileceği tek şey adaletli olmaktır. Zulüm ise, olması imkansız olan bir şeydir. Zira o, yapısı gereği olması imkansız olan, Allah'ın güç yetirdiği şeylere dahil olmayan ve onun hakkında isteğe bağlı bir terkin söz konusu olmadığı bir şeydir. Dolayısıyla onunla alakalı herhangi bir hamd da mevzubahis olamaz.
Onlara göre şu âyette:
"Rabb'in kullara hiç zulmedici değildir" yapısı gereği olması imkansız olan ve hiçbir şekilde hakikati olmayan bir şey nefyedilmektedir. Bunun imkansızlığı; bir cismin bir anda iki yerde olmasının veya bir
şeyin aynı anda hem var olması hem de yok olmasının imkansızlığı gibidir.
İşte, onlara göre Allah'ın kendisinden münezzeh
olduğu zulüm, böyle bir zulümdür. Şu hadis'i şerifte aynı manadadır:
"Ey kullarım! Şüphesiz ki ben,
zulmü kendi nefsime haram kıldım ve sizin aranızda da onu haram yaptım. O halde
birbirinize zulmetmeyin..."
(78 Müslim, 2577.)
Burada Allah'ın kendi nefsine haram kıldığı şey, iki zıttı bir araya getirmek gibi yapısı gereği imkansız olan bir şeydir. Yoksa burada, Allah'ın kendisine haram kıldığı yapısı gereği mümkün olan bir zulüm söz konusu değildir.
Fakat bilinen bir şeydir ki, hiçbir kimse, yapmak
istediği zaman dahî yapamayacağı bir şeyden dolayı hiçbir şekilde övgüye mazhar
olmaz. Kaldı ki burada:
"Ben, sizin aranızda da onu haram kıldım"
denilmektedir. Kulları arasında haram kıldığı zulüm, kendi nefsine haram
kıldığının aynısıdır. Ve bu zulüm, terk edenin hamdedilmeye ve övülmeye müstahak olacağı güç yetirilen bir zulümdür.
Onlar için bu çelişkili durumu gerektiren ise, Mecûsi-kaderiye fırkasına karşı koymak, onların esaslarını reddetmek ve temel kurallarını yıkmaktır.
Fakat onlar, bir bâtılı başka bir bâtılla ve bir bidâtı daha başka bir bidâtla reddettiler.
Böylece uymuş oldukları bu bâtıldan dolayı kendi karşıtlarına kendilerine musallat ettiler ve kendileriyle düşmanları arasında dönüşümlü bir galibiyet söz konusu oldu; bazen yendiler bazen de yenildiler. İstikrarlı ve devamlı bir zafer kazanamadılar.
Muhakkak ki istikrarlı ve devamlı zafer, katıksız sünnet ehli olanlarındır.
Bunlar, Rasülûllah'tan başka bir grubun yanında yer edinmeyen, onun getirdiklerinden başkasına asla uymayan ve kendisi sebebiyle düşmanlarını kendilerine musallat edecekleri bir bidati kural olarak benimsemeyenlerdir.
Fakat bunların esası; Allah'ın kitabının ve peygamberin kelamının delalet ettiği, selim aklın ve sahih fıtratın şehâdet ettiği şeylerdir.
|