Bunlar önderlerine tâbi olarak şöyle derler:
"Biz babalarımızı bir din üzere bulduk ve bizde onların izinden gidenleriz."
Fakat bununla beraber bunlar Müslümanları kendi hallerine bırakmış ve onlara savaş açmamışlardır.
Örneğin Müslümanlara karşı savaşanların kadınları,
hizmetçileri ve onların yaptığı gibi Allah'ın nurunu söndürmeye, dinini yıkmaya ve kelimesini kökünden söküp atmaya çalışmayan tabileri gibi. İşte bunlar hayvanlar
gibidirler.
Muhakkak ki İslâm ümmeti, bunların, kendi lider ve önderlerini taklid eden cahiller olsalar dahi kâfir
oldukları hususunda ittifak etmiştir.
Ancak bid'ât ehli olan birinden şöyle bir görüş
hikâye edilmiştir:
"Bunların ateşe gireceklerine hükmedilemez. Zira
bunlar, davetin ulaşmadığı kimseler konumundadırlar."
Şüphesiz ki bu görüş, sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelmiş olan Müslümanların imamlarından
hiç kimsenin iddia etmediği bir görüştür.
Ancak bu, İslâm'da sonradan çıkartılmış olan kelâm
ehlinden bâzılarının görüşüdür.
Halbuki peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellem) sahih bir hadiste şöyle buyururlar:
"Muhakkak ki her doğan çocuk,
fıtrat (dini İslâm) üzere doğar. Daha sonra anne babası onu Yahudi,
Hıristiyan ve Mecusi yaparlar."
Görüldüğü gibi bu hadisi şerifte, onu fıtrat
dininden Yahudiliğe, Hıristiyanlığa ve Mecusiliğe nakledenin onun anne babası
olduğu belirtilmiştir. Burada çocuğu yetiştiren anne babası ve onların üzerinde
bulundukları dini ortamdan başkası göz önüne alınmış değildir.
Yine peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki cennete, ancak Müslüman olan nefis
(ler/insanlar) girecektir."
(Müslim, 111; Ahmed, 2/309.)
Hiç şüphe yok ki bu mukallid, Müslüman değildir.
Halbuki o akıl sahibi bir mükelleftir. Akıl sahibi olan mükellefler ise, ya
Müslüman veya kâfir olmak zorundadırlar. Bunlar için üçüncü bir seçenek yoktur.
Davetin ulaşmadığı kimselere gelince; bu
durumda bunlar zâten mükellef değillerdir. Bunların hükmü, çocuk iken ölenlerle
delilerin hükmü gibidir ki, daha önce bu konudan bahsetmiştik.
"İslâm": Allah'ı birlemek, sadece O'na ibâdet etmek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmek, Rasûl'ün
getirdiklerinde ona tâbi olmaktır. Kul bunu yapmadığı sürece Müslüman olamaz.
Eğer inatçı
(yani bilerek inkar eden)
ve zorba bir kâfir değilse de, en azından cahil
bir kâfirdir.
Netice olarak bu tabaka ehli, inatçı olmayan cahil kâfirlerdir.
Şüphesiz ki bunların inatçı olmamaları, kâfir olmaktan onlar kurtarmaz. Çünkü kâfir; Allah'ın birliğini
(tevhidini)
inkâr eden ve Rasûlü yalanlayan kimselerdir. Bu bazen inatçı olmaktan kaynaklanır, bazen de cehaletten ve inat ehlini taklid etmekten kaynaklanır.
İşte bu ikinci kısımdakiler, her ne kadar inatçı olmasalar da inatçı olanlara tâbi olmuşlardır.
(inat edenleri taklit eden kişiler inat
etmedikleri halde inat ehlini taklit etmeleri sebebiyle küfre girmişlerdir.)
Kur'ân-ı Kerim'in bir çok yerinde Allah Teâlâ, kendi
geçmiş ataları olan kâfirleri taklid edenlerin azap edileceklerini, tâbi
olanların tâbi oldukları kimselerle beraber cehennemde olacaklarını ve orada
tartışacaklarını haber vermektedir.
Tâbi olanlar şöyle diyecekler:
"... Ey Rabb'imiz, işte bunlar bizi
saptırdı, onlara ateşten bir kat daha azap var. (Allah) buyurur ki: "Her
biri için bir kat fazla (azap) vardır. Fakat siz (onu)
bilmezsiniz." (A'raf, 38)
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"O vakit, ateşin içinde birbiriyle tartışacaklar.
Güçsüzler grubu (dünyada) büyüklük taslayanlara: "Doğrusu biz size
uymuştuk. Şimdi siz, ateşten bir parça (olsun) bizden savabilir misiniz?"
derler. Büyüklük taslayanlar da: "Biz hepimiz onun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında kafi hükmü verdi" diyecekler."
(Mü'min, 46-47)
Yine şöyle buyurmaktadır o:
"... O zalimleri, Rabb'lerinin huzurunda
tutuklanmış olarak sözü (suçu) birbirlerine döndürüp dururlarken bir
görsen! Zayıf sayılanlar, o büyüklük taslayanlara: "Siz (baskıcı ve
yanıltıcı olarak başımızda) olmasaydınız, elbette biz inananlar (dan)
olurduk" derler.
Büyük taslayanlar, zayıf sayılanlara: "Size hidâyet geldikten sonra, sizi biz mi imandan çevirdik? Bilakis, siz zâten günahkâr kimselerdiniz" der
(ler). (Halktan) zayıf sayılanlar da, büyüklük taslayanlara:
"Hayır, gece gündüz hile (ve planlı olarak imandan soğutup), bize Allah'ı
inkâr etmemizi ve O'na benzerler tanımamızı emrediyordunuz" derler."
(Sebe, 31-33)
İşte Allah Teâlâ bu âyeti kerimeyle uyararak haber vermektedir ki, tâbi olunanlarla onlara tâbi olanlar azapta ortaktırlar. Bunların taklid
ediyor olmaları, onlara hiçbir fayda sağlamış değildir. Bundan da daha açığı Allah'u Teâlâ'nın şu sözüdür:
"Nitekim (dine aykırı olan işlerde) kendilerine uyulan (peşinden gidilen) kimseler, o gün azabı gördükleri vakit
(kendilerine) uyanlardan hızla uzaklaşacaklar ve aralarındaki (yandaşlık ve liderlik gibi) bağlar kopacaktır, (onlara) uyanlar da: "Ah keşke biz (dünyaya) bir kere daha dönseydik de
(bugün onların) bizden uzaklaştıkları gibi biz de (onlardan) uzak dursaydık" derler.
(Bakara,
166-167)
Peygamber efendimiz sahih bir hadisi şeriflerinde şöyle buyururlar:
"Her kim bir dalâlete davet ederse, ona tâbi olanların günahlarının aynısı ona da verilir. Tâbi olanların vebâllerinden / günahlarından herhangi bir şey de eksiltilmez."
(Müslim, 2674, Tirmizi, 2674; İbni Mâce, 205-206; Ahmed, 2/297.)
İşte bu hadisi şerif, tâbi olanların küfürlerinin sadece tâbi olmaktan ve taklid etmekten kaynaklandığını göstermektedir.
Evet burada, işkâli / problemi ortadan kaldıracak şekilde bu meseleyi açıklamamız gerekir. Şöyle ki:
- Hakkı bilme ve tanıma imkânı varken bundan yüz çevirerek taklide devam eden bir
mukallid ile,
- Hiçbir şekilde böyle bir imkânı olmamış bir
mukallid arasında elbette büyük bir fark vardır.
Hiç şüphesiz ki insanlık âleminde bu kısımların ikisi de mevcuttur.
İmkânı olduğu halde yüz çeviren mukallid,
kendisine farz olan şeyi terk etmekle kusurlu davranmış olup; Allah katında
herhangi bir mazeretî yoktur.
Fakat sorup öğrenmekten âciz
olan ve hiçbir şekilde hakkı öğrenme imkânı bulunmayan kimselere gelince: bunlar
da iki kısma ayrılırlar:
1. Hidâyeti irade eden, onu tercih eden ve onu seven fakat onu bulmaya güç yetirmeyen ve kendisini hidâyete irşâd edecek herhangi bir kimseyi bulamayanlar. Muhakkak ki bunların hükmü, fetret döneminde yaşayanlarla davetin ulaşmadığı kimselerin hükmü gibidir.
2. Kısım: Haktan yüz çeviren ve onu irade etmeyen, üzerinde bulunduğu dinden başkasını da hiçbir şekilde
nefsine telkin etmeyen kimselerdir.
Birinci kısımdakiler şöyle derler:
"Ya Rabb'i, eğer üzerinde bulunduğumdan daha hayırlı bir dininin olduğunu bilsem, hemen onu din edinirim ve üzerinde bulunduğum dini terk ederim. Ancak ben üzerinde bulunduğum dinden daha hayırlısını bilmiyor ve bundan başka daha iyi bir dine girmeye güç ve imkan da bulamıyorum. Zira benim bütün bilgim ve gücüm bu kadardır."
İkinci kısımdakiler ise: üzerinde
bulundukları dine razı olmuş, asla başka bir dini ona tercih etmek istemeyen ve nefsi için başka bir dini arzulamayan kimselerdir. İşte böyle kimselerin âciz olmalarıyla güç yetirmeleri halleri arasında pek bir fark yoktur.
İşte bu iki kısımda bulunanlar da âcizdir. Fakat bu
ikinci kısımdakileri diğerlerine ilhak etmek/onlar gibi kabul etmek mümkün
değildir. Çünkü aralarında çok açık bir fark vardır. Şöyle ki:
Birinci kısımdakiler; fetret döneminde hak dini arayan fakat bulamayan, bütün gücünü sarfettikten sonra cehalet ve acizliğinden dolayı hak dine giremeyen kimseler gibidirler.
İkinci kısımdakiler ise; hak dini hiç aramayan ve şirk üzere ölen kimseler gibidirler. Zâten arasalardı da onu bulmaktan âciz kalacaklardı.
Muhakkak ki arayıp bulamayanın acizliği ile, aramadan yüz çevirenin acizliği arasında büyük bir fark mevcuttur. Bu noktayı iyice düşünmelisin!
Allah Teâlâ, hikmet ve adaletiyle kıyamet gününde kullan arasında hükmedecek ve Rasûllerle aleyhlerine hüccetin kâim olduğu kimselerden başkasına kesinlikle azap etmeyecektir. Genel olarak yaratılmışlar / insan ve cinler hakkında kesin olan hüküm bu şekildedir. Ancak falan filan şahısların aleyhine bizzat hüccet kâim olmuş mu, olmamış mı?
İşte bu hususta Allah ile kulları arasına girip bir hüküm vermek mümkün değildir.
Bilâkis kul için farz olan, İslâm dini dışındaki herhangi bir dini kabul eden
(İslam dinine bağlı olmayan)
herkesin kâfir olduğuna, Allah sübhanehû ve Teâlâ'nın, Rasûlle hüccet kaim olmadan hiç kimseye azap etmeyeceğine inanmasıdır.
Bu genel hüküm olup, ta'yin ise, Allah'ın ilim ve hükmüne havale edilmelidir. Bu hüküm, ceza ve mükâfat hususunda geçerlidir.
Dünyevî hükümlere (dünyada tatbik edilen
hükümlere) gelince: bu husus zahire göre cereyan eder: kâfirlerin çocuk
ve delileri, dünyevi hükümler bakımından kâfir kabul edilir
ve onlara da
velilerine uygulanan hükümler uygulanır.
İşte bu yapılan tafsilatta, bu meseledeki problemde
ortadan kalkmış oldu.
Bu mesele dört esasa mebnidir:
1. Esas: Allah sübhanehû ve Teâlâ hiç kimseye, aleyhine hüccet kâim olmadan azap etmeyecektir. Bu konuda bâzı âyeti kerimeler şöyledir:
"... Biz, bir peygamber göndermedikçe (hiçbir
kavme) azap edici değiliz." (İsrâ, 15)
"(Biz) Rasûlleri, (rahmetle)
müjdeleyici ve (azaba karşı) uyarıcı olarak (gönderdik) ki, (bu)
Rasûllerden sonra insanların Allah'a karşı hiçbir hüccet/delil (ve bahane)
leri olmasın diye..." (Nisa, 165)
"... (inkarcılardan) her bir topluluk
içine atıldıkça, onun bekçileri, kendilerine sorarlar: "Size (bunu haber
veren) hiçbir uyancı (peygamber) gelmedi mi?" (onlar): "Evet"
derler, doğrusu bize (bu azabı haber veren) bir uyarıcı geldi. Fakat biz
yalanladık ve: "Allah, hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir şaşkınlığın
içindesiniz" dedik." (Mülk, 8-9)
"Böylece günâhlarını itiraf ederler. (Bırak)
artık, o çılgın alevli ateş ehli, (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun!" (Mülk, 11)
"Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi nakleden ve (kıyamette)
bugününüze kavuşmak hususunda sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar: "(Kabahat bizde, biz) kendi aleyhimize şahidiz" derler. İşte dünya hayat
onları aldattı; hakikaten onlar inkarcı olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
(En'âm, 130)
Kur'ân-ı Kerim'de daha bunlar gibi bir çok âyeti kerime mevcuttur. Bu âyetler, ancak kendilerine Rasûl'ün geldiği ve aleyhlerine hüccetin kâim olduğu kimselerin azap edilebileceğini göstermektedir. İşte günâhlarını itiraf eden günahkârlar da bunlardır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Biz onlara zulmetmedik fakat onlar kendileri
(küfre sapmakla) zâlim oldular." (Zuhrûf, 76)
Bu âyeti kerimede geçen zâlim, Rasûl'ün getirdiği şeyleri bilen veya herhangi bir şekilde bilme imkânı olan fakat yine de iman etmeyen kimselerdir. Ancak hiçbir şekilde Rasûl'ün getirdiklerini bilme imkânı olmayan ve bu hususta tamamen âciz olan kimsenin
"zâlim" olduğu nasıl söylenebilir?
2. Esas: Azaba müstahak olmanın iki sebebi vardır:
- Birincisi; gelen delilden yüz çevirmek, onu irade edip aramamak ve onun gereklerini yerine getirmemektir.
- İkincisi ise; onun gereklerini yerine getirmeyi irade etmemek ve kâim olduktan sonra ona karşı çıkıp inat etmektir.
- Bunlardan birincisi; yüz çevirme küfrü,
- İkincisi ise,
inat küfrüdür.
Cehaletten kaynaklanan küfre gelince; bu, hüccetin kâim olmaması ve onu bilme imkanının olmayışı hâlinde meydana gelen bir küfür çeşididir. İşte Rasûllerin gönderilmeleriyle hüccet kâim olana kadar Allah'ın azap etmeyeceğini belirttiği kimseler bunlardır.
3. Esas: Şüphesiz ki hüccetin kâim olması, mekân, zaman ve şahısların değişmesiyle değişir. Nitekim Allah Teâlâ'nın hücceti belli bir zamanda kâfirlerin aleyhine kâim olurken, başka bir zamanda kâim olmaz; bir mekân ve bölgede kâim olurken, diğerinde olmaz. Aynı şekilde bâzı şahıslara karşı kâim olurken, diğer bâzılarına karşı kâim olmaz.
Örneğin çocuk ve deli gibi akılları ve temyiz güçleri olmayanlara karşı hüccet kâim olmaz. Aynı şekilde kendilerine yöneltilen hitabı anlamayan ve o hitabı kendilerine terceme edecek bir mütercim bulamayanlar da böyledir...
Bunlar, hiçbir şey işitmeyen ve anlama imkânı olmayan sağır konumundadırlar ki, kıyamet gününde Allah'a karşı hüccet getiren dört kişiden biri de odur. Nitekim bu,
Esved, Ebû Hüreyre ve diğerlerinin hadislerinde geçmişti.
4. Esas: Allah sübhanehû ve Teâlâ'nın bütün fiilleri, hiçbir zaman ihlâl etmediği hikmetine tâbidir. O'nun bütün fiilleri, kendilerinden meydana gelecek güzel ve övgüye şayan neticeler kastedilerek yapılmaktadır.
İşte bütün bu tabakalar hakkında konuşmanın ve araştırma yapmanın temeli bu esastır. Şüphesiz ki doğruluğa tevfik eden ve hidâyet bahşeden sadece Allah Teâlâ'dır.
"Hikmet" ve "ta'lili" (Allah'ın fiillerini illetlendirmeyi) kabul etmeyenlere ve her şeyi, tercih edici bir sebep olmadan bir benzeri diğerine tercih eden katışıksız meşiete havale edenlere gelince: hiç şüphe yok ki bunlar, bu dar ve zor makama girmekten ve bu büyük meselelerin yokuşlarına tırmanmaktan kendilerini kurtarmış ve bütün bu meseleleri Allah'ü Teâlâ'nın:
"O yaptığından sorulmaz, kullar ise sorumlu
tutulurlar" (Enbiyâ, 23) sözünün altına sokmuşlardır.
- Muhakkak ki Allah Teâlâ her istediğini yapandır.
- Söz söyleyenlerin en doğru söyleyicisi olan Allah Teâlâ: "O yaptığından sorulmaz"
derken ne kadar da doğru söylemiştir!
- Zira O'nun hikmeti ve ilmi kâmil olup, eşyayı
olması gereken yere koyar.
- O'nun fiillerinde bozukluk, oyun eğlence ve fesat
yoktur ki, kulların yaptıklarından soruldukları gibi o'da onlardan sorulsun.
- Şüphesiz ki o, her istediğini yapandır.
- Fakat o, hayır, maslahat, rahmet ve hikmetin dışında kalan şeyleri yapmayı irade etmez.
- Muhakkak ki, şer, fesat ve zulüm olan şeyleri yapmayı irade etmez.
- O, hikmetinin gereklerine aykırı olan şeyleri yapmayı irade etmez.
- O'nun bütün isim ve sıfatları kâmildir, o, ganiy, hamid, alim ve hakimdir.
|