بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Sorulan Soruya Cevap

 

 (Burada, "zarar da fayda da Allah'dandır" konusunun başında sorulan soruya cevap verilecektir, (mütercim)

 

Bu soruya şöyle cevap verilmesi mümkündür:

Bizim önümüzde iki makam vardır:

1 - Bunlardan birisi; hidayet, iman ve kurtuluş makamı;

2  - Diğeri ise; sapıklık, helak ve mahvolma makamıdır.

 

1 - İman, hidayet ve kurtuluş makamına gelince;

Bu makam; kaderi ispat edip ona iman etme makamıdır. Bütün varlıkları, onların Rabb'i var edicisi ve yaratıcısının meşietine havale etme/dayandırma makamıdır. O'nun istediği şeyin, insanlar istemese de olacağını ve istemediği şeyin de, insanlar istese de olmayacağını bilmek makamıdır. Aktarmış olduğumuz rivayetlerin tümü, bu makamı ispat edip buna iman etmeyen kimsenin, tevhid çerçevesinden çıkacağını ve şirk elbisesini giymiş olacağını beyan etmektedir. Bir kimse, bu makama iman etmeden Allah'a iman edip O'nu gereği gibi tanımış olmaz. Bu şekilde bu, Allah'ın peygamberlerine (sallallahu aleyhi ve sellem) indirdiği bütün kitaplarda mevcuttur.

2 - İkinci makam olan sapıklık, helak ve mahvolma makamına gelince:

Bu makam; kulun, işlemiş olduğu günahı için Allah'a karşı kaderle delil getirmesi ve kendi günahını Rabb'inin üzerine atarak kötülüğü emreden zalim ve cahil nefsini temize çıkarmasıdır. Bu makam da olan bir kul, merhamet edenlerin en merhametlisini, adaletle hükmedenlerin en adaletlesini, hükmedenlerin en iyi hükmedenini ve zenginlerin en zenginini kullar için şeytandan daha zararlı telakki eder/düşünür. Nitekim bunların bazıları bunu açıkça ifade ettiler ve işledikleri günahlarına kaderi hüccet gösterdiler. Bu konuda onların hasmı, hücceti çürütülemeyen ve kendisine galip gelmeleri imkansız olan Allah sübhanehû'dur. bunlardan birisi şöyle demiştir:

Ne yapsın ki kul, onun hakkında geçerli olan kaderdi;

Ellerini arkadan bağlayıp denize attı ve:

"Sakın ha! Suyla ıslanmayasın" dedi.

Başka biri de şöyle diyor:

Davet ettiği halde beni kapıyı yüzüme kapadı;

Artık girmem mümkün mü? Açıklayın bana kıssamı...

 

Bunlardan birisine: "Neyinin bozulmasından korktuğu" sorulunca şöyle dedi:

"Benim beş tane kızım var; onların ifsadı/ bozdurulması hususunda sadece Allah'tan çekiniyorum (Allah'tan başka kimse onları bozmaz. Onları bozsa bozsa bir Allah bozar)."

Bunlardan birisine dendi ki: Allah şöyle buyurmuyor mu?:

"o, kulları için küfre razı olmaz."

Bu kişi de şöyle karşılık verdi:

"Bırak bunu! O, küfrü sevdi, ona razı oldu ve onu irade etti. Zaten O'ndan başka bizi bozan kim ki?"

Bunlardan bazıları daha da aşırı giderek şöyle dediler:

"Kader, bütün âsiler için özür teşkil etmektedir."

 

Bunlardan bazılarına, Hz. Ali'nin "nehrevan" da bulunanların öldürülmelerini emrettiği ve:

"Yazıklar olsun size! Şüphesiz ki sizi aldatan sizi zarara soktu" dediği, buna karşılık ona:

"Onları kim aldattı?" denince:

"Onları, şeytan, kötülüğü emreden nefis ve arzuları aldattı." Dediği ulaştı.

Bunun üzerine bu haberi alan kimse dedi ki:

"Ali, kaderi inkar ediyordu. Bilakis onları aldatan, onlara yaptıklarını yapan ve onları bu helake sürükleyen Allah'tı."

 

Bunların bazılarına da şu âyetin anlamı soruldu:

"Eğer siz şükreder ve iman ederseniz Allah sizi niye azaba uğratsın!" (en-Nisâ, 147) o da şöyle dedi:

"Allah, onların işlediği hiçbir suç olmadan onları azap eder. Çünkü onları küfre sokan ve bundan dolayıda onlara azap eden O'dur. Ayetin de hiçbir anlamı yoktur!"

Yine bunlardan birisi, işlediği günahlardan dolayı azarlanınca kendini şöyle savundu:

"Her ne kadar ben, O'nun emrine âsi oluyorsam da; ancak ben, O'nun iradesine itaat ediyorum."

 

Başka birisi yanında iblis anıldı ve onun Adem'e secde etmeyişi anlatıldı. Bunun üzerine orada bulunanlar iblis'i kötüleyip ona lanet etmeye başladılar. O da şöyle dedi:

"Ne zamana kadar böyle onu azarlayacaksınız?

Eğer o serbest bırakılsaydı secde edecekti; ancak secde etmekten alıkonuldu."

Böylece şeytan'ın mâ'zûr olduğunu ifade etmeye çalışınca orada hazır bulunanlar ona şöyle çıkıştılar:

"Yazıklar olsun sana! Kahrolasıca adam! Sen şeytan'ı savunup Rahman'ı mı azarlıyorsun?"

 

Bir grup insan bunlardan birinin evine geldiklerinde onu evde bulamadılar. O gelince şöyle dedi:

"ben bir kavmin arasını düzeltiyordum."

Ona: "peki düzeltebildin mi?" denince o şöyle dedi:

"Eğer Allah bozmazsa düzelttim!"

Bunu duyunca oradakiler şöyle karşılık verdiler:

"yazık sana! Sen kendi nefsini güzelce överken Rabb'ini kötülüyorsun."

 

Bunlardan birisinin yanından eli kesilmiş bir hırsız götürülüyor. Bunu görünce şöyle der:

"Zavallı mazlum!... Onu hırsızlık yapmaya zorluyor sonra da hırsızlık yaptığı için elini kesiyor."

 

Bunlardan birisine dendi ki:

"Ne dersin! Allah kullarını, güç yetiremeyecekleri şeylerle mükellef tutup, sonra da bunları yapmadılar diye onlara azap eder mi?" o şöyle cevap verdi:

"Allah'a yemin olsun ki o bunu yaptı. Ancak bizler konuşmaya cesaret edemiyoruz."

 

Bunlardan birisi de şöyle dedi:

"Benim işleyeceğim bir günah, meleklerin ibadetinden bana daha sevimlidir."

Kendisine: "Neden?" diye sorulunca şöyle dedi:

"Allah'ın benim hakkımdaki kaza ve kaderin öyle olduğunu bildiğimden dolayı! Benim hayrım / iyiliğim ise, Allah'ın benim için olan kaza ve kaderindedir."

 

Şeyhü'l İslâm ibni Teymiye'nin şöyle dediğini işittim:

Ben, bunların ileri gelenlerinden birini azarlayınca o bana şöyle dedi:

"Muhabbet, sevgilinin muradı / irâde ettiği şeylerin dışındaki her şeyi kalpten yakıp atan bir şeydir. Kâinatın hepsi O'nun muradı / irade ettiği şeylerdir; bu halde ben varlıkların hangisinden buğz / nefret edebilirim ki?"

Bunu duyunca ben de ona şöyle dedim:

"Peki... Eğer mahbub / sevgili, varlıkların bazılarından buğz etmiş, onlara düşman olmuş ve onları lanetlemiş olduğu halde sen onları sevmiş ve onlara dost olmuş isen; bu durumda sen mahbubun / sevgilinin dostumu yoksa düşmanı mı olursun?"

İbni Teymiye der ki:

"Ben böyle deyince; onun ağzına sanki bir taş atılmış gibi sustu."

 

Yine bunlardan birisi yanında şu âyet okundu:

"(Rabb'in) buyurdu: "Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?" (Sâd, 75) bunu duyunca o şöyle dedi:

"Allah'a yemin olsun ki iblis'i alıkoyan kendisiydi! Şayet iblis:

"Beni alıkoyan sensin" deseydi doğru söylemiş olurdu. Ancak iblis yanlış bir delil getirdi. Eğer ben orada olsaydım şöyle derdim:

"Onu alıkoyan sensin."

 

Bütün bunlara karşı deriz ki:

Allah'ü Ekber!

Bunlar, gerçekten Allah'ın düşmanları olan mülhidler / dinsizlerdir.

Bunlar hakkıyla Allah'ın kadrini bilmeyen, tanınması gerektiği şekilde O'nu tanımayan, O'na saygılı davranmayan ve O'na lâyık olmayan şeylerden O'nu tenzih edip yüceltmeyen kimselerdir.

Bunlar, kulların Allah'dan nefret etmelerini sağlayarak Allah katında kulları kötü bir duruma soktular.

Güçleri yettiği kadar Allah'ı kötülediler. İşte bunlar, haklarında şu hadis'in vârid olduğu Allah'ın gerçek düşmanlarıdır:

"Kıyamet gününde denir ki:

"Allah'ın düşmanları nerede?" onların hakkında emir verilerek ateşe atılırlar."

Şeyhü'l İslâm ibni Teymiye'nin şöyle dediğini işittim:

Selefin diliyle sünnette kötülenen "kaderiye" şu üç fırkadan oluşmaktadır:

Birinci fırka: kaderi tamamen nefiy / inkâr edenler ilki; bunlar "Mecûsi-kaderiye" firkasıdır.

İkinci fırka: kaderi ileri sürüp şeriât'a muarız davrananlar, ona karşı çıkanlardır. Bunlarda şöyle derler:

"Eğer Allah dîleseydi, ne biz ne de babalarımız müşrik olmaz, (helâl) hiçbir şeyi de haram yapmazdık." Bu grup da "müşrik-kaderiye" dir.

Üçüncü fırka: kaderi ileri sürüp Allah'a karşı çıkanlardır ki; bunlar Allah'ın hasımları ve düşmanlarıdırlar. Bu fırka; iblis'in tabileri "kaderiye" fırkası olup bunların lideride iblis'tir. Çünkü Allah'a karşı ilk kaderi hüccet gösteren odur. O, Adem'in işlediği günahı itiraf etmeyerek şöyle demişti:

"Beni azgınlığa ittiğin için..." (Hicr, 39)

Günahını ikrar eden, onunla Allah'a döndüğünü itiraf eden ve Rabb'ini noksanlıklardan tenzih eden kimse, babası âdem (a.s.)'e benzemiş olur ki babasına benzeyen kimse de zulmetmiş olmaz.

Fakat kim de kendi nefsini temize çıkarır ve Rabb'ine karşı kaderi ileri sürerse, o kimse de iblis'e benzemiş olur.

Hiç şüphe yok ki; İblis'in tabileri olan bu "kaderiye" fırkasıyla "müşrik-kaderiye" fırkası, kaderi tamamen nefiy / inkâr eden "Mecûsi-kaderiye" fırkasından daha kötüdürler. Çünkü kaderi inkâr edenler; Rabb teâlâ'yı noksanlıklardan tenzih etmek ve O'nu, kulu için günahı takdir edip sonra da bunu işlediğinden dolayı onu azarlayıp cezalandıran biri olmaktan çok daha yüce bildikleri için kaderi inkâr ettiler.

Yine bunlar, kulun kendisinde hiçbir etkisi bulunmayan; bilakis kulun uzunluğu, kısalığı, siyahlığı ve beyazlığı mesabesinde olan bir şeyden dolayı Allah'ın kulu cezalandırmasından O'nu tenzih ettiler.

İblis'in tabileri olan "kaderiye" ile "müşrik-kaderiye" fırkalarına gelince; bunların çoğu şeriat çizgisinden çıkmış, Allah ve peygamberlerinin düşmanları olmuşlardır.

(Bunlar, diğerlerinin aksine kaderi kendilerine siper eder ve insanın yaptığı hiçbir şeyden dolayı sorumlu olmayacağını söylerler. Bunlara "cebriye" de denir, (mütercim)

Bunlar kendi liderlerinin mirasını devralmışlardır. Bunların liderleri hakkında Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Müşrikler (puta tapanlar veya hevasına uyanlar) diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de babalarımız müşrik olmaz, (helâl) hiçbir şeyi de haram yapmazdık." Halbuki onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar (peygamberlerini) böyle yalanlamışlardı. De ki: "Yanınızda (bize açıklayacağınız) bir bilgi mi var? (Varsa) onu bize çıkarın. Siz, ancak zanna uyuyorsunuz ve siz, sadece yalan söylüyorsunuz." (En'âm, 148)

Başka bir âyette şöyle buyuruyor:

"(Allah'a) eş tanıyanlar: "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de babalarımız O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nun (emri) dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık" dediler. Kendilerinden öncekiler de böyle yaptı. (Kendi suçlarını Allah'a yüklemek istediler.) Peygamberlerin üzerine apaçık bir tebliğden başka (bir şey) var mıdır?" (Nahl, 35)

Yine şöyle buyuruyor:

"Eğer Rahman'ın dilemesi olsaydı, onlara tapmazdık" derler, (fakat) onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, sadece yalan söylüyorlar." (Zuhrûf, 20)

Daha başka bir âyet de şöyledir:

"Onlara: "Allah'ın size rızık verdiği şeylerden (Allah için fakirlere) harcayın" denildiği zaman o küfre sapanlar, inananlara: "Allah'ın dilediği takdir de yedireceği kimseye biz mi yedirecekmişiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz" dediler." (Yasin, 47)

İşte Allah subhanehû kur'an'ın bu dört yerinde, Allah'a karşı kaderi hüccet olarak ileri sürmenin, peygamberleri yalanlayan müşriklerin fiili ve sıfatı olduğunu beyan buyuruyor.

 

Bu âyet'i kerimelerin açıklaması hususunda insanlar üç gruba ayrıldılar:

Birinci grup: Bu âyetleri sahih / doğru birer hüccet kabul ederek bunları ileri sürenlerin Allah'a karşı gerçekten bir delile sahip olacaklarını iddia ederler.

Bunlar da kendi aralarında iki gruba ayrıldılar:

1 - "Emir" "vâ'd" (Allah'ın mü'min kullarına cennet'i müjdelemesi) ve "vâid'i" (Allah'ın, kâfir ve fasıkları cehennemle tehdit etmesi ve onları oraya koyması) inkâr ederek şöyle dediler:

"Bütün bunlardan sonra "emir", "nehiy", vâ'd" ve "vâid" zulüm olurlar. Halbuki Allah kullarından hiç kimseye zulmetmez."

2 - "Emir", "nehiy", "vâ'd" ve "vâid" i tasdik / kabul ederek şöyle dediler:

"Bunların hiç birisi de zulüm olmaz. Çünkü Allah kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, kulu, kulun hiçbir etkisi bulunmayan herhangi bir fiilinden dolayı azap edebilir. Hatta kulu, kulun değil de kendisinin yapmış olduğu bir fiilden dolayı azap edebilir. Çünkü hakikatte kulun hiçbir fiili mevcut değildir. Mülk Allahın mülkü olup, Allah mülkünde yaptığı şeylerden dolayı sorumlu tutulmaz. Ancak kullar sorumlu tutulurlar.

Şüphesiz ki bu kâfirler, Allah'ın kendilerinden hikâye ettiği bu sözlerini sadece alaya almak için söylemişlerdir. Şayet onlar, gerçekten kaza ve kadere inandıkları ve bütün varlıkları Allah'ın meşiet ve kudretine havale edip dayandırdıkları için bunu söylemiş olsalardı; bu reddedilmezdi. Bu fırkanın görüşünün içeriği şudur:

Şayet bunlar, alaya almak için değilde gerçekten inanarak bu sözü söylerlerse, kendileri için Allah'a karşı doğru bir hüccet olur bu. Bundan şu çıkar:

Bütün müşriklerin Allah'a karşı sahih / doğru bir hüccetleri vardır. Sadece bu dahi, bu sözün ve görüşün ne kadar fasid ve bâtıl olduğunu göstermek için yeterlidir.

 

İkinci grup:

Bu gruptakiler, "kaza" ve "kader" ile Allah'ın genel olan, her şeyi kapsayan meşietini / dilemesini iptal etmek / reddetmek için bu âyetleri kendileri için bir hüccet kabul ettiler. Çünkü eğer Allah'ın her şeyi kapsayan meşieti / dilemesi hak ve doğru olsaydı ve Allah, kendileri için şirki, küfrü ve putlara tapmayı dilemiş olsaydı; Bu durumda söylemiş oldukları bu söz hak ve gerçek olurdu ve Allah'ın da kendilerini bu konu da tasdik etmesi, onları reddetmemesi gerekirdi.

Ancak ne zaman kî Allah, kendilerini zanna uymak, yalan söylemekle vasıfladı ve onlardan ilmi / bilgiyi nefyetti; işte bu, onların söylemiş oldukları bu sözün hak ve doğru olmadığını ve onların bu hususta yalan söylediklerini gösterdi.

İşte bu şekilde bu fırka, "kaza" ve "kaderi" yalanlamak için bu âyetleri kendileri için hüccet kabul ettiler. Bu âyetleri ileri sürerek bunlar; Allah'ın mülkünde O'nun dilemediği şeylerin oluştuğunu ve dilediği bazı şeylerin de oluşmadığını, O'nun; insan, cin ve meleklerden hiç kimseyi saptırmaya gücünün yetmediğini, hayvanların fiillerine müdahele edemediğini ve hiç kimseyi ne saptırmaya ne de hidâyete erdirmeye kadir olamadığını iddia ettiler.

Yine bunlar; Allah'ın hiç kimseyi günahlardan ve küfürden koruyamayacağını, ona doğruluğu ilham edip onun kalbine imanı koyamayacağını, namaz kılanı namazı kılan, İyiyi iyi, kötüyü kötü, iman edeni mü'min ve inkâr edeni de kâfir yapanın o olmadığını; bilakis bunların kendilerini bu duruma getirdiklerini iddia ettiler.

Dolayısıyla bu grupla birinci gruptakiler, "şeriât" la "kader"in birbirine zıt ve düşman olduklarını kabullenmekte aynı görüşü paylaşmaktadırlar.

Birinci gruptakiler, "şeriata" savaş açarak "kader" sığındıkları gibi; bunlarda "kader"i yalanlayarak "şeriat"a sığındılar. Bu iki grupta sapık olup, bunların birisi diğerinden daha da sapıktır.

 

Üçüncü grup:

Bunlar, hem "kaza" ve "kader"e iman ettiler hem de "emir" ve "nehyi" ikrar ettiler. Bunlardan her birisini kendi konumunda değerlendirdiler.

"Kaza" ve "kader"e iman edilmeli; ancak günahların örtbas edilmesi için hüccet olarak ileri sürülmemelidir.

"Emir" ve "nehiy"e de uyulup itaat edilmelidir.

Bunlara göre "kaza" ve "kader"e iman etmek; tevhidin tamamlanması ve "Lâ ilâhe illallah - Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilah yoktur" şehadetinin bir parçasıdır.

"Emir" ve "nehiy" lerin gereğini yapmakta; "Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın kulu ve rasulûdur" şehadetinin gereğidir.

Bu gruptakiler şöyle derler:

Her kim ki "kaza" ve "kader"e iman etmez ve "emir"le "nehiy"lerin gereğini yapmazsa, o kimse diliyle söylüyor olsa bile iki şehadeti de yalanlamış olur.

Bu âyetlerin yorumu hakkında da bu gruptakiler de iki fırkaya ayrılmışlardır:

1 - Bu fırkada bulunanlar, bu âyetlerin yorumu hakkında şöyle demektedirler:

Allah'ü Teâlâ'nın onların sözlerini reddetmesi ve onların zanna uyup yalan söylediklerini belirtmesinin sebebi; onların, Allah'ın her şeyi kapsayan meşietini / dilemesini ve "kaza" ile "kaderini", Allah'ın yapmış oldukları şeyi sevdiğine ve ondan razı olduğuna hüccet / delil göstermeleridir.

Onlar, Allah'ın o işi dileyip onu takdir etmesini, o işten razı olup onu beğendiğine dair delil kabul ettiler. Çünkü (onlara göre); şayet Allah o işi beğenmeyip ondan buğz etseydi o işte onların arasına engel olurdu. Çünkü hikmet sahibi birisi, beğenmediği ve buğz ettiği bir şeyin oluşmasını engellemeye kadir olursa onu engeller. Engellemediği zaman şu iki şeyden birisi kaçınılmaz olur:

- Ya gücü yetmediği için;

- Veya hikmet sahibi olmadığı için engellememiştir.

Bunların her ikisi de Allah için imkansız olduklarına göre; bizim üzerinde bulunduğumuz ondan başkasına ibadet etmek ve O'na şirk koşmak işinden hoşnut olduğu ortaya çıkar. (İşte Allah, bu iki şey arasında irtibat kurdukları için onların sözlerini böyle ağır bir şekilde reddetmiştir.)

(Bu fırkada bulunanlar, müşriklerin bu şekilde irtibat kurmalarını şöyle tenkid etmişlerdir)

Bu âyetler, müşriklerin bu sözlerin bâtıl olduğuna dair en büyük delildir. Yine bu âyetler, Allah'ın genel dilemesinin, kaza ve kaderinin, O'nun dileyip takdir ettiği her şeyi sevip ondan hoşnut olduğunu gerektirmediğini göstermektedir.

İşte bu müşrikler; Allah'ın bir şeyi dilemesinin / meşietinin o şeyden hoşnut olduğunu gösterdiğini iddia edince; Allah onları yalanladı ve sözlerini reddederek bu hususta onların bir bilgilerinin olmadığını, onların sadece tahmine / zanna uyan iftiracılar olduklarını beyan etti.

Çünkü Allah'ın bir şeyi beğenip ondan hoşnut olması, ancak peygamberinin diliyle onu emretmesi ile bilinir; sadece onu yaratmasıyla bu husus ortaya çıkmaz.

Hiç şüphe yok ki; İblis'i ve onun ordularını Allah yarattığı halde onlar Allah'ın düşmanlarıdır ve Allah sûbhanehü onları yarattığı halde onlara buğz edip onları lânetlemektedir.

Aynı şekilde davranış biçimlerinin de hem iyisini hem de kötüsünü yaratmıştır; O, iyi olanlarını sever, onları emreder ve onları yapanları mükâfatlandırır; buna karşılık kötü olanlarını yasaklar, onları beğenmez ve onları yapanları cezalandırır.

Allah'ın, zât, fiil ve sıfatlardan beğenmeyip buğuz ettiği şeyleri de yaratmasında son derece üstün ve mükemmel bir hikmeti mevcuttur. Bunların hepsi de, O'nun meşiet ve kudretinden çıktığı gibi O'nun ilim ve hikmetinden kaynaklanmaktadır.

2 - Bu gruptakiler de şöyle dediler:

Allah'ın onların sözlerini reddetmesi; onların "kaderi" ileri sürüp "şeriat" a karşı çıkmaları ve Allah'ın "meşiet" ini bahane edip O'nun emrine muhalif olmaları sebebiyledir. Onlara karşı Allah'ın hücceti sabit olup, Allah'ın emir ve yasakları onlar için kesin bir gereklilik halini alınca; onlar Allah'ın "kaza" ve "kader"ini ileri sürerek bunlan reddettiler. Böylece onlar; "kaza" ve "kader"i, peygamberlerin davetlerinin ve getirdikleri şeylerin iptali ve reddi İçin bir gerekçe olarak gördüler. (Bundan dolayı da Allah onların sözlerini reddetti.)

Bu hususta onların kardeşlikleri ve tabileri olan, "kaza" ve "kader"i kendi günah ve mâ'siyetlerine gerekçe gören kimseler de onların görüşlerinin bir kısmını savundular; diğer bir hususta da onlardan ayrıldılar. O da; "emir" ve "nehiy"i ilkleri kabul etmezken sonradan gelen bu tabiler kabul ettiler.

Görüyor musun?! Bu miraslar nasıl da bu paydalara ayrılmış ve her kavim kendi imamlarının ve geçmiş öncülerinin mirasına varis olmuşlardır. Ya onların bütün terekelerini veya çoğunu yahut da bir kısmını miras olarak almışlardır.

Allah'da peygamber ve Rasûllerinin mirasçılarını, peygamberi ve onun ashabının miraslarına lutfûyla hidâyet etmiştir. Bu lutûf sayesinde onlar, kitabın bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkâr eden kimselerden olmadılar. Bilakis onlar, Allah'ın kaza ve kaderine, geçerli olan kapsayıcı meşietine / dilemesine iman ettiler.

Şunları da kabul ettiler:

- Allah neyi dilerse o olur ve neyin olmamasını dilerse o da olmaz.

- Dilediği gibi kalpleri evirip çeviren ve kalpler üzerinde tasarruf eden Allah'tır.

- Mü'minin iman etmesini sağlayan, namaz kılanı namaz kılar duruma getiren, muttaki olanı takva sahibi yapan ve hidâyet imamlarını kendi emriyle hidâyete çağıran, aynı zaman da dalâlet imamlarını da ateşe çağıran kimseler yapan O'dur.

- Her bir nefse hem kötülüğü hem de takvayı ilham eden O'dur.

- Dilediği kimseleri lutfû ve râhmetiyle hidâyete erdiren ve dilediği kimseleri de adaleti ve hikmetiyle saptıran O'dur.

- İtaat eden kimseleri itaat etmeye muvaffak kılan ve kendisine itaat etmelerini sağlayan O'dur.

- Şayet dileseydi, onları kendi başlarına hidâyetsiz bırakır, onlarda O'na âsi olurlardı.

- Yine kâfirlerle onların kalpleri arasına giren -çünkü kişiyle kalbi arasına giren sadece O'dur- Bu şekilde onlar O'nu inkâr ettiler. Şayet dileseydi, onları muvaffak eder, onlar da O'na iman edip itaat ederlerdi.

- Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak kimse olmaz; kimi de saptırırsa onu hidâyete erdirecek kimse bulunmaz.

- Eğer O dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederlerdi ve bu iman onlardan kabul edilerek mükafatlandırılırlar ve onlardan razı olunurdu.

- Yine O dileseydi, onlar savaşmaz ve birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak Allah her ne dilerse onu yapar. O şöyle buyurur:

"Eğer Rabb'in dileseydi, onlar bunu yapamazlardı. Öyleyse onları iftiraları ile baş başa bırak." (En'âm, 112)

Bunlara göre kaza ve kader, peygamberlerinin getirdiği ve Rabb'inden bildirdiği şekilde dört mertebeden oluşuyor:

(1 - ilim, 2 - Yazmak, 3 - Dileme, 4 - Yaratmak)

1 - Allah'ın, daha onları yaratmadan önce onların yapacakları amelleri bilmesi.

2 - Göklerin ve yerin yaratılmasından önce onların yapacakları şeylerin "zikir" (levh'i mahfûz) de yazılması.

3 - Allah'ın her şeyi kapsayan meşieti / dilemesi; hiçbir varlığın - O'nun ilminden dışarı çıkamadığı gibi- O'nun meşieti / dilemesi dışında olması söz konusu olamaz.

4 - Onları yaratması, icad etmesi ve oluşturması; çünkü O'ndan başka yaratıcı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Bunlara göre yaratıcı bir olup O'nun dışındaki her şey yaratılmıştır. Yine bunlara göre yaratıcıyla yaratılan arasında hiçbir vasıta / vesile yoktur (meşru olan vesileler hariç.)

 

Bununla beraber O'nun hikmetine de iman ederler. O, yaptığı ve yarattığı her şeyde bir hikmet sahibidir. Bütün bu varlıklar, kendilerinin var olmasını ve yaratılmasını gerektiren mükemmel bir hikmete dayanmaktadır.

Şüphesiz ki O'nun hikmeti, diğer sıfatları gibi O'nun zâtına bağlı hak / gerçek bir sıfatıdır. O'nun hikmetinin sadece lafzını kabul edip hakikatini inkâr edenlerin iddia ettikleri şekilde, sadece O'nun ilminin bildiği şeylere ve kudretinin güç yetirdiği şeylere mutabık olmasından ibaret değildir. Bilakis O'nun hikmeti, bundan çok daha ötede bir şeydir...

O'nun için bu hikmet, O'nu sevmenin ve övmenin kendisine bağlı olduğu sevilen ve istenilen bir gayedir. Bu hikmetinden dolayı O, yaratıp düzgün bir şekil verdi, takdir edip hidâyete erdirdi, hayat, saadet ve şakavet verdi, hidayete erdirip ondan alıkoydu, kimisine verdi kimisine de vermedi.

İşte asıl maksat bu hikmet olup, yapılan fiiller bu hikmetin ortaya çıkması için vesilelerdir.

Allah'ın fiillerini ispat edip hikmetini kabul etmemek; bir gayenin vesilesini ispat edip o gayenin kendisini inkâr etmektir ki böyle bir şey de muhal / imkansızdır. Çünkü gayeyi inkâr etmek vesileyi de inkâr etmeyi gerektirir. Fiil olan vesileyi inkâr etmek, hikmet olan gayeyi inkâr etmenin kaçınılmaz bir gereği / sonucudur.

Fiil ve hikmetin O'nun zâtıyla kâim olduklarını nefyetmek ise, gerçekte onları nefyetmektir; çünkü fail olmadan bir fiilin olması ve Hâkim / hikmet sahibi bir zât olmadan hikmetin var olması düşünülemez.

O'nun fiillerini ve hikmetini inkâr etmek aynı zaman da O'nun "rububîyet" ve "uluhiyetini" de inkâr etmeyi gerektirir.

 Fiil ve hikmetini inkâr eden kimseler-bunu kabul etmek istemeseler de -bunları inkâr etmek zorunda kalacaklardır.

Akla, fıtrata ve peygamberlerin getirdiklerine uygun olarak Allah'ın fiillerini ve hikmetini ispat edenlere gelince; onların bu görüşlerine hiçbir sakıncalı durum terettüp etmez. Bilakis onların görüşleri hak olup, haktan ise ne olursa olsun yine hak çıkar.

 

Bütün bunları anlatmaktan maksadımız şudur ki:

Peygamberlerin mirasçısı ve halefi olan kimseler, kendi peygamberlerine bütünüyle mirasçı olduklarından dolayı;

- Kaza ve kadere, Rabb'lerinin fiil ve emirlerindeki güzel gaye ve hikmetlere iman etmekle beraber;

- Emir ve yasakların gereğini yerine getirip, va'd ve vaid'i de tasdik ettiler.

Onlar, her şeyi yaratanın Allah olduğuna iman ettiler ki; bu imanın tamamlanması için kaderi ve hikmet'i ilâhiyeyi ispat etmek gerekir.

Aynı şekilde onlar, "emr / hakimiyet" sahibinin de Allah olduğuna iman ettiler ki; bu imanın tamamlanması için vâ'd ve vâid'e, cesedlerin haşredileceğine ve mükâfatla ceza'nın hak olduğuna iman etmek gerekir.

Böylece onlar, hem Allah'ın "yaratma" sıfatını hem de "emretme / hakimiyet" sahibi olma sıfatını tasdik edip, "Mecûsi-kaderiye"nin ve kaderi ileri sürüp emir ve yasaklara karşı çıkan kaderiyenin yaptığı gibi bunların gereklerini nefyederek bunları inkâr etmediler.

Bu şekilde onlar, varlıklar arasında en mutlu olan kimseler olarak peygamberlik mirasının en yakın âsebeleri oldular. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği lutfûdur. Şüphesiz ki Allah büyük bir lutûf sahibidir.

Şunu iyi bilmelisin ki; kaderin, şeriatın ve hikmetin hakikatine iman etmek, ancak varlıkların özel bir kesimi ve âlemin özü sayılabilecek kimselerin kalbinde toplanabilir.

Şunu da unutmamalısın ki; bir çok sapık grubun yaptığı gibi; bunların lafızlarına iman edip hakikatlarini inkâr etmek hiçbir şey ifade etmez. Çünkü "kaderiye" fırkası, "kader" lafzına iman etmekle beraber; onların bir kısmı, bunun Allah'ın ilmi olduğunu söylerken diğer bir kısmı da kaderi, dini emirler olarak kabul edip, Allah'ın kaza ve kaderinin emir ve nehiy'leri olduğunu, kulların fiilleri hakkındaki meşieti'nin dilemesenin de o fiilleri onlara emretme olduğunu söylerler ki bu, kaza ve kaderi inkâr etmenin tâ kendisidir.

"Hikmet" hakkında da durum bundan farklı değildir; çünkü "Cebriye" fırkası bunun lafzına iman etmekle beraber hakikatini inkâr etmektedirler. Çünkü onlar hikmeti, Allah'ın ilmiyle bildiği şeyle arasındaki uygunluk ve iradesiyle İrade ettiği şeyler arasındaki mutabakat olarak kabul ederler. Dolayısıyla bunlara göre hikmet, varlıkların Allah'ın ilim ve iradesine uygun olarak oluşmasıdır. (Cebriye: insanın, yapmış olduğu fiillerde hiçbir etkiye sahip olmadığını iddia eden gruptur (müt)

Allah'ın sıfatlarını inkâr eden "kaderiye" fırkası, buna rıza göstermeyerek bîr adım daha ileri atarak bundan daha içerikli bir hikmet ispat ettiler. Ancak bunlar, bu hikmetin, fail ve hâkim olan bir zât'la kâim olmasını kabul etmeyerek, bunu O'nun yaratıklarından bir yaratık olarak değerlendirdiler. Nitekim bunlar, Allah'ın kelâmı ve iradesi konularında da aynı şeyi yapmıştılar.

Netice olarak bunların hepsi de "hikmet" lafzını kabul etmekle beraber onun içeriğini inkâr etmektedirler. Emretme ve şeriat koyma hususu da aynı şeye mâruz kalmıştır. Şöyle ki:

Allah'ın kelâmını inkâr ederek:

"Allah" konuşmadı ve konuşmaz, hiçbir şey söylemedi ve söylemez, hiçbir şeyi sevmiyor ve hiçbir şeyden buğz etmiyor, var olan her şey O'nun katında sevimli olup, olmayan şeyler de sevilmez, O'nun sevmek, razı olmak ve kızmak gibi sıfatları olmayıp, gerçekte doğru söylemek, yalan söylemek ve günah işlemek arasında bir fark yok, aynı şekilde putlara, güneşe ve aya secde etmekle O'na secde etmek farksızdır, O, hiçbir kulu güç yetirdiği şeylerle mükellef tutmamış; bilakis O'nun mükellef tuttuğu her şey güç yetirilmeyen şeylerdir, O'nun, kadın olmadıkları için erkekleri ve erkek olmadıkları için kadınları; aynı şekilde beyaz olmadıkları için siyahları ve siyah olmadıkları için beyazları azap etmesi mümkün ve caizdir, yine O'nun, yalancı peygamberlerin elinde mü'cize izhar etmesi, bâtıla ve putlara ibadet etmeye davet eden bir elçi göndermesi, insanların öldürülmesini (haksız yere) ve çeşitli günahları emretmesi caizdir"

Diyen kimseler; hiç şüphe yok ki şeriatta var olan kanunları, emir ve yasakları kökten kaldırmış olurlar. Şayet bu kimselerin çelişkili sözleri olmasaydı, peygamberlerin getirdiği dinden çıkmış olurlardı.

Bu açıklamalardan maksadımız şudur ki:

Kaza ve kader'e, hikmet'e emir ve nehiy'e ve vâ'd ile vâid'e gerçek manada iman edenler, sadece peygamberlerin tabileri ve mirasçılarıdır.

Kaza ve kaderin kaynağı, Rabb'in ilmi ve kudretidir. Bundan dolayı İmam Ahmed şöyle demektedir:

"Kader, Allah'ın kudretinden ibarettir."

İbni Âkil ise, İmam Ahmed'in bu sözünü son derece güzel karşılayarak şöyle demiştir:

"Bu sözüyle imam Ahmed, kaderin hakikatini açıklayarak sadırlara şifâ olmuştur."

Bundan dolayıdır ki kaderi inkâr edenler iki gruba ayrılmışlardır:

1 - Bu grupta bulunanlar, ezeli olan ilmi ilâhiyi yalanlayıp inkâr etmektedirler. Bunlar, kaderi inkâr edenlerin en aşırıları olup, büyük imamlar ve selefi salihin tarafından kâfir kabul edilerek sahabeler onlardan beri / uzak olduklarını ilan etmişlerdir.

2 - Bu grupta bulunanlar da, Allah'ın kudretinin kemâl seviyesinde olduğunu inkâr ederek, Allah'ın kulların fiillerini yaratmaya kadir olmadığını açık bir şekilde ifade ettiler. Bunlar, Allah'ın kudretinin kemal derecesinde olduğunu inkâr ettiler; diğerleri ise, Allah'ın ilminin kemal derecesinde olduğunu inkâr ettiler.

"Cebriye" fırkası bunlara karşı çıkarak Allah'ın ilim ve kudretini ispat ettiler; ancak bunlar da, Allah'ın rahmet ve hikmetini inkâr ettiler.

Bütün bunlardan dolayı diyoruz ki:

Allah'ın yaratma ve emretme sıfatları ile kaza ve şeraitin kaynağı, Rabb teâlâ'nın ilmi, izzeti / kudreti ve hikmetidir.

Bundan dolayıdır ki; genellikle Allah'ü Teâlâ bu üç isimden iki tanesini beraber zikretmektedir. Şu âyet'i kerimelerde olduğu gibi:

"(Ey Rasûlüm) şüphesiz ki sen, (bu) Kur'an'ı, (her şeyi) bilen (âlim), hüküm ve hikmet sahibi (hâkim) (Allah) katından alıyorsan." (Neml, 6)

"Bu kitab'ın indirilmesi, mutlak galip (Aziz), hüküm ve hikmet sahibi Allah (tarafın)dandır." (Zümer, 1)

"Bu kitab'ın indirilmesi, mutlak galip ve (her şeyi) hakkıyla bilen Allah (tarafın)dandır." (Ğafir, 2)

Allah, âlemi yarattığını zikrettikten sonra şöyle der:

"...İşte bu, üstün (Aziz) ve (herşeyi) hakkıyla bilen (Allah'ın) takdiridir." (Füssilet, 12)

Bunun bir benzeri de şu âyet'i kerimedir:

"Sabahı (gecenin karanlığından) yarıp ağartan O'dur. O, geceyi dinlenmek, güneşi ve ayı da (vakitleri) hesaplamak için yaratmıştır. Bu, mutlak galip (her şeyi) hakkıyla bilen (AlIah'ın) takdiridir." (En'âm, 96)

Bütün yaratılmışların, Allah'ın kemal derecesindeki kudretine bağlı olmaları; hiçbir varlığın O'nun kudretinden hariç kalamayacağını gerektirdiği gibi; yaratılmışların, O'nun mükemmel ilmine bağlı olmaları da O'nun ilminin hem onları kuşattığını hem de onlardan önce olduğunu gerektiriyor.

Yine yaratılmışların O'nun hikmetine bağlı olmaları, onların en mükemmel ve en güzel şekilde oluşmalarını ve Rabb sübhanehû'nun, istenilen ve övülen bir gayesini kapsamalarını gerektiriyor.

Aynı şekilde O'nun emirlerinin, O'nun ilmine, hikmetine ve izzetine bağlı olmasıda böyledir. O, hem yaratma hem de emretme yetkilerini bilgisi üzere icra ediyor.

İşte bundan dolayı O'nun güzel isimlerinden birisi "Hâkim" ve yüce sıfatlarından biri de "hikmet"tir. O'nun "emretme" yetkisinden çıkan şeriat'da hikmet üzerine kuruludur. Bu şeriatla gönderilen peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), kitap ve hikmetle gönderilmiştir.

"Hikmet", Rasûlüllah'ın sünneti olup, hakkı bilmeyi, onu haber vermeyi ve onu emretmeyi içermektedir. Bunların her birisine de hikmet denir.

Nitekim şöyle rivayet edilmiştir:

"Hikmet, mü'minin yitik malıdır; onu nerede görürse alır." (Tirmizi, 2687; İbni Mâce, 4169.)

Yine hadis'te şöyle denmiştir:

"Şüphe yok ki şiirin bir kısmı hikmettir." (Buhari-el-fethü'l bari, 10/537; Ebû Dâvud, 5010.)

Yaratılmışların hiç biri, O'nun ilminden, kudretinden ve meşietinden dışarıda kalamadığı gibi; O'nun hikmet ve hamdinden de dışarıda kalamazlar.

O, kâinatta var olan bütün hayır ve şerlerden dolayı; zâtı gereği müstahak olduğu bir övgüyle övülmeyi / hamdedilmeyi hak ediyor.

O'nun, yaratma ve emretme yetkilerini icra etmesi; hamdedilmesi / övülmesi içindir. Yaratma ve emretme yetkilerine bağlı olan her şeyin kaynağı da hikmettir.

Bundan dolayı diyoruz ki:

Hikmet'i ilâhiyi inkâr etmek, gerçekte Allah'ın hamdedilmesini / övülmesini inkâr etmektir.

Allah daha iyisini bilir!

 

İÇİNDEKİLER

1. Bölüm